Çok apar topar olduğunun bilinciyle, aslında gayet baştan
savma bir şekilde Fas hazırlıklarını bitirdik. Kadıköy'de Çağlar'la buluşup
havalimanına giden otobüse attık kapağı. Şansımıza, bizim tanıdıklardan Mustafa
‘ya da denk geldik.
Normalde diğer gezginlerin yazılarında oldukça az sayıda
yolcu olduğu söylense de bekleme salonunda oldukça çok sayıda yolcu vardı.
Yayılıp yatma planlarımız yerle yeksan olmuştu. Zaten giriş sırasında fotoğraf
makinamın objektifi şüphe uyandırmış, çantamı açıp göstermeme rağmen adımı uyduruktan bir listeye
eklemişlerdi.
Airarabia uçuşlarında uçuştan hemen önce uçuş duası adı
altında bir dua okunuyor. Bence güzel bir uygulama, ben zaten korkudan
neredeyse hatim indiriyorum. Genelde insanlar bu durumu küçükseyerek yazmışlar
bloglarında nedense.
İlk defa bir uçuşta uyuyabildim. Uyudum dememe bakmayın
tavşan uykusu elbette. Pilotun alçaldığını sandığım bir anda indiğimizi fark
ettim. Kim ne derse desin ben Airarabia ‘dan oldukça memnun kaldım.
Fas bize vize uygulamıyor ama tıpkı Lübnan'daki gibi bir
giriş formundaki saçma sapan soruların cevaplanması bekleniyor. Vize olmaması
sınır memurlarının tiplerini beğenmediği yolculara ahiret soruları sormalarını
engellemiyor elbette. Tipimde bir şey var sanırım. Burada da bana bir memur
denk geldi. Çağlar bir yan kontuardan tabiri yerindeyse elini kolunu sallayarak
girdi ama benim karşımdaki sakallı memur ortalama üstü bir İngilizce ile benden
otel rezervasyonlarımı istedi.
Ben, gezdiğim
yerlerde bulacağım otellerde kalacağımı, önceden bir rezervasyon yapmadığımı
söyledim. Pek ikna olmadı. Sonra yanındaki adama bir şey diyerek kahkahalarla
gülüp yüzüme anlamadığım bir dilde bir şeyler söyleyerek dünyanın en külfetli
işlerinden biriymişcesine pasaportumu damgaladı.
Havalimanının içinde kalıp etrafı röntledik para
bozdurduktan sonra. Havalimanı kural gereği en kötü kurlardan birine sahip.
Hele sabahın 3:30 ‘u gibi bir saatse indiğiniz zaman bazı oranlar kabul
edilmesi gereken rakamlar oluyor. 50 euro bozup çıkıyorum sıradan.
Havalimanında Afrikanın her ülkesinden tipler var. Özellikle “Sahil”
denilen Senegal – Zaire arasında
Fransızca konulan ülkelerden türlü insan söz konusu. Şehre giden ilk tren saat
6 ‘da. Bakınmak ve uyuklamak dışında pek bir şansımız yok aslında.
Biraz zaman geçirdikten sonra tren biletini almak için
merdivenlerden indik ama henüz gişe kapalı. Fakat elektronik bir kiosk
yardımımıza yetişti. Böyle aletleri kullanmada pek kıvrık zekalı sayılmam ve
bundan dolayı da çekingen davranırım ama bu kez her nasıl yaptık bilmiyorum ama
İngilizce menüye ulaşarak zorlanmadan şehir merkezine giden iki bilet aldık.
(kişi başı 40 md)
Trene binmek için dışarı çıktık. Ortalık buz gibi. Hesapta
Afrika'dayız. İyi ki evdekilerin zorlamalarına fazla itiraz etmeden hırka vb
almışım. Trenlere girişte sağda küçük bir buton var. İçeri girebilmek için
kapıyı ancak ona basarak açabiliyorsunuz. Biz bunu bulamadığımızdan görevli
gelip açtı (şaşırtıcı bir şekilde bunun için bizden bir para talep etmedi
Faslıların genelinin aksine)
Trende bizden başka uçakta da dikkatimizi çeken Faslı grup
var sadece. Türk olduğumuzu söyleyince “Aksaray, Taksim” diye baş ütülemeye
başladılar beri. Petronius ‘un “Kuzey Afrika'nın maymunlarından dahi daha fazla
gürültü yapmak ” diye kullandığı deyimi anlar gibi oluyorum. Kızların kılıkları
da her türlü insanın bir şekilde bir arada takılabildiği bir ülkeye geldiğimiz
izlenimini veriyor bana.
Yarım saat kadar sonra iniyoruz. Dikkat edilmesi gereken
Kazablanka ‘da iki ana istasyon var. Biri cruise gemilerine yakın olan “Casa
Port” diğeri de şehir merkezine biraz daha yakın olan “Casa Voyageurs”. Biz
ikincisinde indik; hızlıca henüz sabahın kör bir saati olduğundan pekte
cevvalce saldırmayan taksicileri savuşturup ilerideki tramvay hattına
ilerledik. Görevli hattın 2.Hasan Camii ‘ne gitmediğini söyledi ya da biz öyle
dediğini anladık ve taksicilerin yanına kös kös döndük. Bu arada bu istasyondan
şehir merkezine yada Medina kısmına tramvay ile ulaşabilirsiniz.
Taksici taksimetreyi açtı. Şimdilik bir yamuk yok. Radyodan dua ve
ilahi sesleri geliyor. Yol boyunca konuşmaksızın epeyce süren bir yolculuğun
ardından henüz Pazar gününün tembelliğinden sıyrılmamış sokakların arasından
bizi camiye getirdi. (25 md) Ama sanırım istasyondan iner inmez cami aradığımız
ve günün bu saatinde turist olamayacağımızı düşündüğünden olsa gerek sadece 20
md aldı.
Gökyüzü halen koyu bir mavi ile kaplı bu yönde. Güzel
ışıklandırılmış, boyutundan başka hiçbir artı özelliği ve güzelliği olmayan bir
yapı bu. Ne Aya Sofya ‘nın ben burada oldukça bu şehir durur diye güven veren,
tarihi yarımadaya hakim görünümü ne de Sultanahmet ‘in zarif minareli, beyaz
kuğumsu gövdesi var bunda. Kare planlı, çok katlı bir gökdeleni andıran; üzeri
Mağribi stilde mukarnaslarla bezeli bir minaresi var. Minarenin boyu ile ilgili
türlü rivayet bulunmakta. Sanırım dünyanın en yüksek minaresi buymuş. Benim
ilgimi daha çok minarenin tepesindeki, altından olduğu söylenen üç top çekti.
Fastaki tüm minareler istisnasız bu tarz. En uyduruk köyünden böyle en masraflısına
dek…
Biz ilerlerken çok sayıda Faslının günün bu saatinde koşturduklarını
görüyoruz. Sporu seviyorlar sanırım. Bizim dikkatimizi bunlar çekerken camiye
doğru ilerleyişimiz bir başkalarının dikkatini çekmiş olacak ki aydınlatmayı
kapatıyorlar. Açık bir kapı bulup
içeriye süzülmeye çalışıyorum ama nafile. Yıllar öncesinde, bir Patos
reklamında Meksika sınır kapısından geçiş temasının bir benzerini yaşıyorum.
-Türk müsün?
-“Evet”
-“Müslüman mısın?”
-“Elhamdülillah” (evet bir cevap olarak kabul görmüyor. Bunu
bilip gelmiştim)
Vermem gereken cevaplar neydi bilmiyorum ama adam kapıyı
yüzüme kapatıyor ve “cami kapalı” diyor. Yapacak bir şey yok. Sağdan soldan
fotoğraf çekip günün ilk ışıklarında hayatımız boyunca ilk kez gördüğümüz
okyanusa bakıyoruz. Sol taraf şehrin kornişi yani sahili. Caminin içinde hiç
bir şey olmadığından emin olduğumuz müzesi de kapalı.
Aynı anda yüz binden fazla kişi namaz kılabiliyormuş. Kral
camiyi denizin üzerini doldurtarak inşa ettirmiş. Tabii ki mimar Fransız.
Maliyet o günün parası ile 1 milyar dolar civarı. Allah kabul etsin de bu para
halkın eğitimine aktarılmış olsa daha iyi olurmuş geliyor bana.
Yersen, Fas halkının krallarına hediye amaçlı olarak kendi
aralarında topladıkları paralarla yapılmış (Faslıları tanıyınca Faslı mantalitesi
gereği bunun mümkün olmadığını anlıyorum. Çünkü Faslı sadece alır, vermez.) ama
pek çok kişinin dediğine göre halka yüklenen ek vergilerle inşa edilen bu
tapınaktan ayrılmaya karar verdik.
Çağlarla beraber yürümeye koyulduk. Sabah sporu aşkına koşanlar
dışında kimse yok. Fakir görünümlü binalar ileride sahili kapatan zincir otel
inşaatlarının gerisinde yanaşan cruise gemilerinin varsıl müşterilerince
görülmeyecek şekilde kalmış. İlk gördüğümüz yer Rick’s Cafe. Hani Kazablanka
filminde adı geçen mekan. Film aslında Florida da çekilmiş ama adından
esinlenen bir girişimci buraya da bunu kondurup işletmeye başlamış. Öğleyin
açılan ve üç saatlik öğle tatilinin ardından gece yarısına dek açık kalan tam
bir sazan avı tesisi.
Humprey Bogart ‘dan pek haz etmediğimden olsa gerek
üstelemeksizin yola devam ediyoruz. Bu kısım deniz kuvvetlerine ait yapıların
olduğu yerler. Fas'ta asker ve polis fotoğrafı çekimi kesinlikle yasak
olduğundan burada da deklanşöre pek basmamanızı öneririm. Zaten bir şeyde yok. Sadece
yol üzerinde sağda, üzerinde toplar olan küçük bir kale benzeri mekan var. LP
‘nin önerdiği yerlerden ama biz girdiğimizde bulaşıklar yeni yıkandığından
durmadan çıktık.
Yol üzerinden sağda Medina ‘ya saptığına inandığımız
sokaklardan birine daldık. Solda Quod Al Hamra Camii ‘nin muhteşem işlemeli
ahşap giriş kapısına denk geldik. Sağda da büyük bir rezidans var ama her şey
ya Arapça yada Fransızca.
Dar, pis ve bakımsız sokaklardan ilerleyerek bir kahveye
oturuyoruz. İçimizi ısıtması için nane çayı sipariş ediyoruz. Yanımızdaki
bisküilerin yanına takviye olsun diye bitişikteki pastaneden tanesi 1 md den
açmalar alıyorum. Mekandan ilgisiz, temiz ve bakımlı bir pastane.
Kahveye dönüp atıştırıyoruz. Türk olmamız bir artı. En
azından şimdilik. Çağlar bisküilerden ikram ediyor. Adamlar almıyorlar. Niyeyse
“Helal, Türki” diye adamlara bağırırken buluyorum sonra kendimi. Bunun üzerine
adamlar alıyorlar birer tane.
Çıkıyoruz. Çaprazdaki meyve suyu sıkan dükkandan birer muzlu
süt takviyesi yapıyoruz. Nerede İsfahan'daki ihtiyarın muzlu sütünün lezzeti.
Enerjidir diyerek içip tekrar Medina içindeki dar ve pis sokaklarda turlamaya
başlıyoruz. Türlü ıvır zıvır ve kalitesiz taklit ürünün satıldığı mekanlarda
dolanıyoruz. Şimdilik yapışan pek kimse yok.
Medinayı dış dünyadan ayıran duvarların arkasına çıkıyoruz. Sefalet,
parasızlık ve belki de asıl nedeni olan ruhsuzluk had safhada. Sabahın kör
saatinde şiş kebap yapanlar mı yoksa kayışımsı, metrelik okyonus balıklarını
satmaya çalışanlar mı? Tarihte ilk kez turist olarak biz gelmişiz gibi
garipseyerek bakan insanlar. Ara sokaklara girmek istiyorum ama insanlar el
işaretleri ile durduruyor bizleri. Zaten insanları fotoğraf çektirmekten haz
etmemekte. Hasbelkader kadrajınıza girdiğini hissettikleri an kadın yada erkek
ayırt etmeksizin başlarını çeviriyor yada elleriyle yüzlerini örtüyorlar. Saygı
duyuyorum elbette. Fakat kimilerinin o meydan okuyan tehditkar bakışları var ya
… Sanırım bende aynı tepkiyi onlara veriyor olmalıyım.
Buradan çıkıyoruz nihayet. Solda, ileride Fransız Kilisesi görünüyor.
On metre gerimde sefalet, yolun karşısında ise taban tabana zıt bakımlı
binalar. Nereye geldim Allahım. Yol boyunca ilerliyoruz. İngilizce geçmiyor
hiç. Çat pat Arapçamızda ekmek çıkarmıyor. Çağlar bunu önceden fark etmiş ve
Mısır'da kullanılan cümleleri, kelimeleri insanların anlamadığını söylemişti ama
üstelememiştim. İleriden gelen kızlara soruyorum. Tiplerine bakınca karşı
tarafın kızları olduğu belli oluyor. Zenci kız iğrenç bir İngilizce ile
yanıtlıyor. Ama Fransızca konuşamadığımı öğrenince öyle küçümser bir tavırla
konuşuyor ki sormaz olaydım diyorum. Sanki Rihanna hatun. Esmerce bir adam
geliyor yanımıza bu kez. İngilizce konuşuyor; gemici olduğunu ama gemisindeki
motor arızası nedeniyle günlerce kalacağını söylüyor şehirde. Moritanya'daki
ailesini aramak için telefon kartı alacağını ve 50 dirhem istediğini, Türkler
kardeş, Erdoğan gibi kelimelerin arasına sıkıştırıyor. Yakınlarda postane
olması lazım haritaya göre. Gidelim diyorum cayıyor adam ama Çağlar verelim
gitsin diyor. Başımızın gözümüzün sadakası olsun diyerek veriyoruz.
Medinayı dış dünyadan ayıran surların içerisindeki saat
kulesinin önünden yolun karşısına geçiyoruz. Kent içinde ring yapan tramvay
burada da karşımıza çıkıyor. Tramvay yolu boyunca şehrin belki de ülkenin en
cancanlı caddesi olan 5. Muhammet Caddesi'nde ilerliyoruz. Fransız döneminden
kalma art neuveau binalar yeni elden geçmiş. Gerçekten güzel, gezilesi bir
muhit. Türlü tip burada görülmekte. Lübnan hariç tüm Arap ülkelerinde gördüğüm
olay burada da mevcut. Kızlar içinde bakımlı bakımsız her tip var ama erkekler
inanın içler acısı. Samar denen Kıvanç Tatlıtuğ ‘un burada kral olması
şaşırtıcı değil. Sanırım daha İmirzalıoğlu dizisi gelmedi buraya.
Fas'ta tip çeşitliliğini bekliyordum. Şöyle ki ülke Afrika ve Avrupa
arasında bir köprü olduğu için Fransızca konuşan Afrika ülkelerinden Avrupa'ya en ucuz ve kısa ulaşım Fas üzerinden
yapılmakta. Ülkenin orijinal sahibi Berberiler yüzlerce yıl önceki Arap
akınları ile çöle atılmış olsa da halen karma evlilikler mevcut. Sale gibi
korsan yataklarında ise Avrupa'nın dört bir yanından getirilip satılan
esirlerden de bir tutam attık mıydı bu karışıma aman aman. Fransız etkisi de
azımsanamaz. Bakımlı bir Faslı kızın – eğer çok esmer değilse- bir Fransız
kızla karıştırılmaması güç.
Merkez Pazar denilen meyve sebze hali ile balık hali
karışımı binaya dalıyoruz. Okyonus kıyısında olmanın sonucunda türlü deniz
nesnesi sergenlerde dizili bir şekilde müşteri bekliyor. Midye yok, onun yerine
avuç büyüklüğünde istiridyeler satılmakta. Deniz kestaneleri, bilmediğim dal
şeklinde bir şeyler, rafta kendilerini alacak müşteriler gelene dek avare avare
gezinen kaplumbağalar. Rengarenk, boy boy karideste satılıyor. Planımıza göre
dönüşte uğrayacağız. Daha gezinin başında sakata gelmek istemiyoruz. Son gün
deniz ürünleri ile tıka basa işkembeyi doldurma planımız var.
Yapacak bir şey kalmadı. Pek çok gezgin Kazablanka’ da bir
şey yoktur derdi. Gerçi Tahran içinde derlerdi ama biz gereğinden çoğunu
bulmuştuk. Ama burada gerçekten yok bir şey. Faslı arkadaşım Kazablanka'nın lüks
ve eğlencenin başkenti olduğunu söylemişti İstanbul ‘a gelmeden önce. Sonra
fikri elbetteki değişmişti. Gene de ben lükse ve eğlenceye dair bir şeyler
görmeksizin Çağlar ile beraber Marakeş ‘e geçmeye karar vermiş bir şekilde CFM
otobüslerinin kalkış noktasını arıyoruz. Planlara göre akşam hava kararana dek
Kazablanka'da kalacaktık ama Arapların ne kadar sözünün eri olduğunu bildiğimden
elbette ki bir B planı oluşturmuştum.
Fas'ta pek çok otobüs firması var. Genelde 2,3 euro kadar
fazla para vererek kısmen devlete ait CFM ‘yi seçmek avantajlı oluyor. Araçlar
daha yeni ve genelde bu 2,3 euroluk fark çoğunlukla boş yer olmasına olanak
sağlıyor. Bin bir güçlükle CFM ‘i bulup on dakika sonraki otobüse yer
buluyoruz.
Üç saati aşkın yolculuk boyunca seyrekte olsa uykuya dalıp dalıp
çıkıyorum. Çağlar ise uykuyla arası daha iyi olmalı ki epeyce uyuyabildi. Tek
düze bir manzara yol boyu eşlik ediyor. Kırmızı, killi topraklar, fakir köyler…
Afrika'nın en zengin, en kültürlü ülkelerinden birisi hesapta. Otobüsteki
tipleri inceliyorum, yüzlerindeki derin kırışıklardan köylü olduklarını tahmin
ettiğim hırpani giyimli insanlardan ayrı oturan ellerinden pahalı telefonları
düşürmeyen ağır makyajlı kızlar, muhtemelen bu kızların dikkatini çekmek için
debelenen ve bunun için oldukça gürültü çıkaran oğlanlar.
Yapacak bir şey olmadığından düşünüyorum. Tanıdıklarım içerisinde
üç, dört dili çok iyi konuşan insanlar var Faslılardan. İngilizcelerini
kendimle kıyasladığımda ilkokul çocuğu gibi kaldığımı da itiraf etmeliyim. Fakat
sonuç olarak elde bir şey yok. Fransa'nın ve Belçika ‘nın ucuz işgücüne katkı
dışında bir varlık nedenleri olmadığını düşünüyorum bu insanların. Sadece keşke
Kurtuluş Savaşı ‘nı yapacağımıza bir ülkeye sırtımızı yaslayıp gelişseydik
(bkn. Manda) diyen tiplerin burada olmasını isterdim. Hangi ülke sırtını
gelişmiş bir ülkeye yaslamışta adam olabilmiş. Gördüğüm ülkelerde buna denk
gelmedim. Son sürat dejenerasyonun girdabına kapılmış ülkemde bile buradaki
kadar büyük uçurumlara denk gelmedim.
Marakeş garında iniyoruz. Şehrin epeyce dışında olduğumuzun
farkındayım. Elimde bir harita vb yok. Var olan ise LP’nin haritamsı nesnesi ki
artık Lp ‘deki haritaları pek güvenim kalmamış durumda. Yapacak bir şey
olmadığı için taksicilere kurban gideceğiz. Tahmin ettiğim gibi de oluyor. 60
Md ‘den kapı açıyorlar. Ben itiraz ediyorum. Beriki gelip grand taksi ile 80 md
olduğunu söylüyor. Bense İngilizlere 20 dirhem olduğunu bize kazık atmamasını
söylüyorum. Çağlar da gerilip yürüyelim diyor. İlerlemeye başlıyoruz ama
tahminen şehrin olduğu yöne doğru. Adamlar tekrar sesleniyor bize. 35 md ‘ye
anlaşıyoruz.
Epey bir yol kat ediyoruz takside. Taksici ile konuşmuyoruz.
Fransızca bilmiyoruz, kimsenin de kırık dökük İngilizcesi ile uğraşacak halimiz
yok.
Fnaa Meydanı'nın girişinde indiriyor bizi. Meşhur meydanda
amaçsız bir kalabalık var şimdilik. Henüz bir hareketlenme oluşmamış. Hayalim
meydanı gören bir oda bulup anlatılan o görüntülere şahit olabilmek. Girdiğimiz
ilk otelin geceliği adam başı 6 euro. Fakat meydana bakan odanın camı
tahtalarla kapatılmış. Şamda kaldığım mezar odası gibi yerden sonra çekemem
doğrusu. Hiç bir şey görmeden, zifiri karanlıkta, dışarıdaki şuursuz
kalabalıktan gelecek ses eşliğinde uyuyabileceğimi pek sanmıyorum. Çıkarken
resepsiyonundaki kadınlar gerilerdeki başka bir otelden bahsediyorlar ama
planlarım çok çok başka.
Meydanın öteki köşesindeki başka bir otele giriyoruz. Otelin fiyatı
önceki ile aynı ama içi sanki çok sayıda binanın birleştirilmesiyle oluşmuş
gibi. Adam bizi en uçtaki odaya götürüyor. Odalardan birinde şişmanca iki kadın
tepeleme doldurulmuş bir pilav kazanından bir şeyler yiyor. Koku tüm katı
kaplamış. Hemen çıkıyoruz.
Güneş tam tepede. Terliyorum. Meydana bakınıyorum.
Anlatılmaz bir dinginlik var. Ama okuduklarım, değer verdiğim gezgin
arkadaşlarımın yorumları bunun felaket öncesi sessizlik olduğundan
bahsetmişlerdi. Çekçeklerin taşıdığı malzemeler, hafiften taşınan eşyalar, sağa
sola konan mallar ve usulca başlayan bir yer tutma telaşı. İnsanların tipine
bakınca bunun denildiği gibi bir teatrel soytarılık mı yoksa ekmek derdinde bir
koşturmaca mı olduğunu anlayamıyorum.
Aklıma derinden İsfahan giriyor. Nerede İsfahan ‘ın İmam Meydanı ve
melekleri … Djema el Fnaa Meydanı ve uçubeleri yavaş yavaş kendine geliyor…
Meydandan çıkıp devam ediyoruz. Pahalıca bir otelin yanından içeri
dalıp “riyad” denilen otellerden birine giriyoruz. Riyadlar ortasında küçük
avlular bulunan iki yada daha fazla katlı konukevleri. Son zamanlarda bunlar
onarılıp turizme kazandırılıyor. Girdiğimiz tesisin adı “Selsebil”. Ama
Çağlar'ın taktığı ad “sersefil”. Aslında oldukça iyi bir tesis. İki kişilik
odanın fiyatı 35 euro iken 25 ‘e dek indirebiliyorum. Dahasını da denemedim
değil. Şu aşamaya dek Fas görsel açıdan beklentimi karşılamadı, dolayısıyla
temel ihtiyaçlar dışında bir şey harcamamayı kafama koydum.
Eşyaları bırakır bırakmaz dışarı çıkıp sokaklara körlemesine
attık kendimizi. Ana planımız belli ama ekstradan elimizde olan zamanı renkli
bir şekilde harcamak istiyoruz. Şuursuzca, sokaklarda kaybolmak amaç.
Sokaklarda dev bir çember çizip tekrar meydana varıyoruz. Kalabalık artmış ama
henüz beklenilen kıvam ortada yok.
Meydandan çıkıp şehrin simge yapılarından olan ve hemen
hemen her yerden minaresi görülebilen Kutubiye Camii'ne doğru ilerledik.
1184 yılında başlanmış. Kırmızı kent Marakeş ‘in genel
yapısına uygun pembemsi taştan inşa edilmiş on beş senede. Kutubiye kitap
satıcısı demek ve eskiden yakınlarda kitapçılara ait bir çarşı varmış.
Almohadlar ve Almuravvidler arasındaki çatışma sırasında ilginç bir kader
paylaşmış. İlk yapıldığında mihrap tam olarak kıbleyi göstermiyormuş. 5
derecelik farkı tespit eden Almohad halifesi Almuravvidlerin yaptırdığı camiyi
yıktırıp daha doğru bir cami yapmaya niyetlenmiş. Bu kez fark on dereceye
çıkmış ama ne gam. Önemli olan niyet değil miydi?
Rehber kitaba göre minareye çıkılabiliyor. Bu camide dört
top var. Efsaneye göre kralın karısı orucunu üç saat erken açar ve bunun
kefareti olarak üç bakır topu hediye eder. En üstteki küçük top ise kadının
kendisine ait altınların eritilmesiyle imal edilmiş.
Camiye giriş Müslüman olmayanlara yasak. Benim gibi renkli göz,
kısmen kumral bir tipiniz varsa halk biraz tepki veriyor. Öyle bir durumda ay
yıldızlı pasaportu gösterdiniz mi susuyorlar. Hoş biz Türkleri buralarda da
dinsiz kabul eden tiplemelerden de az yok.
İçeriye girerken görevli bize Tayyip Erdoğan ‘ı soruyor.
“Büyük adam” diyor. Yorum yapmıyorum. Bu coğrafyalarda bizim başbakan favori
simalardan. Minareye çıkışı soruyorum bense, “yok” diyor, bir şeyler daha diyor
ama ben ne Fransızca anlarım ne Arapça.
Uzatmadan caminin içine dalıyoruz. Şunu söylemeliyim, ne
ortadoğudaki gibi yan gelip yatan insanlar var ne de İran camileri gibi cemaat
hasreti çekiyor. Gerçekten içinde ibadet eden insanlar var. Garipseyip
bakıyorlar ama üstelemiyorum. Genelde önlerinden biri geçipte namazları
bozulmasın diye çok sayıdaki duvarın yada ayağın arkasında namaz kılmayı tercih
ediyorlar.
İç dizayn güzel. Gitgide küçülerek zarif bir perspektife
meydan veren pervazlar çok hoş. Kimi ayakların tepesinde malzemeye gömülü,
mermer sütun başları var ki bunları tam anlamıyla kavrayamadım.
Dışarı çıkıp medinayı saran duvarların dışına çıkıyoruz. Şehir
İran'daki şehirler kadar belki de daha da fazla bir yeşil alana sahip. (Dikkat
ettiyseniz bizimle kıyaslamıyorum bile) Parklarda takılıyoruz. İnsanları
izliyoruz. Daha özgür bir ülke olduğu için İran'daki gibi (ayrıca bizdeki gibi) kuytulardan
istifade eden insanlara rastlamıyoruz. Aslında manitasıyla beraber dolanan
insana da rastlamış değiliz.
Planımıza göre şehir surlarını dıştan dolanıp uygun bir
yerden içeri girecek ve sokaklarda kaybolacağız. 5. Muhammet Caddesi ‘nin
çılgın trafiğini aşarken yaklaşan adamı sepetleyemedik. Belki de ender
İngilizce konuşan birine denk geldiğimizden olsa gerek durakladık. Adam bizi
kapıya kadar götüreceğini söyledi. Bakalım altından nasıl bir çapanoğlu çıkacak
diye merak ettik. Zaten adam motosıkletini ittirince hemen gideceğini
varsaydık. Fas'ta varsayımlara yer yok.
Adam önce bugün Berberi Pazarı olduğundan bahsetti. Ama
şanssız olduğumuz için kaçırmışız saatini. Bununla beraber Müslüman olduğumuz
için şanslıymışız ve kendisi de Müslüman Türk kardeşlerine yardım edebileceği
için çok mutluymuş. Çünkü otantik Berberi eşyaları satan kooperatifin başkanı
çok yakın arkadaşıymış ve dükkanı da açıkmış. Elbette ki yakınmış.
Adamla gittik ve girdik. Sakallı bir adam, etrafında
koşturan orta yaşlı, tombulca bir kadıncağız ve az görünen güzelce bir kız.
Ülkemde alasını bulabileceğim tabak çanak, pılı pırtı ve ıvır zıvır tepeleme
doldurulmuş.
Ne olacağını beklerken, merdivenlerle çıktığımız odanın ortasındaki
masaya buyur edildik. Hemen ortaya nane çayı getirildi ve Fas usulü servis
edilmeye başlandı adam tarafından. Çay küçük bardaklara yukarıdan boşaltılıyor
ve böylelikle soğuması sağlanıyor. Faslılara göre bin bir derde faydası var. Bir yemek programında izlemiştim, özellikle
ağır ramazan sofralarından sonra sindirimi kolaylaştırmak için tüketiliyormuş.
Bizi getiren adam programda belirtilmemiş bir özelliği daha bizimle paylaştı.
“Kamışa da çok faydası varmış”. Duymamış gibi yaptım adam da uzatmadı.
Neyse dükkan sahibi eşyaları bize göstermeye başladı. “Güzel, harika”
falan diyoruz ama ayıp olmasın diye. İlk çaydanlık boşaldı bu arada. Bizim gibi
üst düzey misafirler için özel ürünleri varmış. Evet, yakın çevrem adım yerime
“Basileus” gibi iddialı bir lakabı kullanır benim için ama ünümün Fas ‘a
ulaştığından haberim yoktu. Kaktüs tüyünden battaniye varmış tam bize göre.
Çöldeki kaktüslerin üst tabakasındaki o ince kıllar Berberi kadınlar tarafından
eğrilip yün yapılır ve bizim gibi seçkin misafirlerin beğenisine sunulurmuş.
Biz kem küm ettik. Ne uyduracağımı bilemedim. Adam bizim
için öğrenci indirimi de yapacağını söyledi. Eh, halen öğrenci olacak
yaştaymışcasına gösterdiğim için gururum okşanmadı değil ama cüzdanımdaki
paralar ile olan ilişkimi bir çift güzel lafa kanıpta bozmayacak kadar kaşarım
sanırım.
Bizden bir ses çıkmadı, adam da dayanamayıp bizden fiyat
teklifi istedi. Ben bir şey almayacağımızı, blog yazarı olduğumuzu söyledim. Mushaf
görmüş şeytan gibi irkildi, neden vaktini çaldığımızı sorarcasına hiddetli
bakışlarla bizi süzdü. Ve Fas'ta ticarette üç kez pazarlık yapıldığını bu süreç
içinde alım yapılırsa yapıldığını, olmazsa olmadığını söyledi. İkinci çaydanlık
o sırada hızla masadan kaldırılıverdi ve bizde bunun bize bir nevi “artık
gidin” mesajı olduğunu anladık ve çıkıverdik.
Sokaklarda dolanmaya, yapışan insanlardan kaçmaya devam. Başta
eğlenceli idi ama kısa sürede baymaya başladı. Herhangi bir yere yaklaşmak
oradan çıkacak satıcı kitlesi ile takip-kaçış süreci yaşama anlamına
gelmekteydi.
Vakit öldürerek ki aslında tam anlamıyla bir katliamdı,
akşamı ettik ve meydana tekrar döndük. Meydanı şöyle tarif edeyim. Büyükçe boş
bir alan hayal edin. İçine meyve suyu satanlardan, tajincilere, yılan
oynatıcılarından hokkabazlara, fahişelerden madrabazlara türlü insanı doldurun.
Oradan geçen ve ülkenin halkını oluşturan karışımdan bolca dökün ve üzerine bu
anlamsız kalabalığı meraklı bakışlarla izleyen Avrupalılar ve biraz hayır hayır
epeyce tepeden bakan Fransızları ekleyin. Bir zamanlar Fas krallarının idamları
yaptığı Faniler Meydanı tımarhanenin tam kendisi, Mad Max filmlerindeki
kıyamete çeyrek kala görünümünün canlı gözle görülebilecek en yakın hali.
Biraz aralara girdiğinizde sümüklüböcek satan tezgahlar
karşınıza çıkıyor. Karamelimsi kesif koku, küçük bir piramiti andıran
sümüklüböcek (yada salyangoz) yığınına iştah dolu bakışlar fırlatan yerliler
için hoş gelebilir ama hayır, benim için çok fazla. Seyrettim ama Çağlar ‘ın
gaza getirme çabalarına karşın idare ettim.
Meydanda, kıyıda köşede bir halka ile herhangi bir süre
kısıtlaması olmaksızın meşrubat şişesi yakalamaca oyunu vardı. Bir kişi başardı
bende ayıp olmasın diye alkışladım. Herif epeyce kıl kıl baktı, anlayamadım.
Petronius ‘un dediği gibi "en akıllı adam bile delilerin
arasında zırdeli olarak ayrılır". Yorgunluk ve satıcılar ile yaptığımız
koşturmaca ile iyice yıpranan bedenlerimizi dinlendirmek için odaya çekildik
erkenden.
Farkındayım ne Kazablanka'yı ne de Marakeş ‘i tarihsel
özellikleri ile anlatmadım. Anlatacağım, eğer uyanabilirsem…
0 Yorumlar
Yorumlarınız