Gece
gene yağdı ve sabah dün söylenen tüm felaket senaryolarına inat güneşli,
bulutsuz bir gün bizi karşıladı. Almatı dışına çıkamadık. Köktebel’e bile
çıkasımız yok. Manzaranın pek de iç açıcı olmaması mı teleferik fiyatının abuk
subuk olması mı dert oldu içimize bilmiyorum. Kahvaltı sonrası akşamdan tespit
ettiğim otobüse binerek Tarih Müzesi’nin oraya gittik.
Otobüs
şoförü Özbekistan sınırındanmış. Epey enerji harcayarak konuşabildik. Bizi
indirdiği durak anladığım kadarıyla Almatı’nın yeni gelişen bölgelerinden.
Büyük ve en azından temiz görünen binalar ve yeni yeni gelişen ve oturan bir çevre.
Az biraz yürüyoruz ve Kazakistan Tarih Müzesi'ne giriyoruz. Kazakistan'da öğrenci değilseniz öğrenci olmanız size bir indirim kazandırmıyor. İçeride fotoğraf çekmek de yasak. Ben de yakalanana kadar çektim. Değişik bir mantalite. Çektiğim resimleri de sildirdiler.
Dışarıdan pek bir şeye benzemiyor bina. İçine girince önce bizi dört balmumu heykel karşılıyor. Biri elbette ki “Altın elbiseli adam”. Orijinali Astana'daki müzedeymiş artık. Bir diğeri ise Hun Savaşçısı. Diğer kadın ise en eski Türk kültürlerinden hatta proto Türk diyebileceğimiz zamanların bile öncüllerinden biri. Ve bir başka kadın heykeli daha.
Yukarı
çıkıyoruz. Burası tam bir boşluk. Bir kaç güzel resmi saymazsak uydur kaydır
resimlerle muhtemelen duvarlar boş kalmasın diye doldurulmuş bir resim galerisi
oluşturulmuş. Sağ tarafta modern Kazakistan ve Nazarbayev resimleri var. Bizi
İran'ın bile ötesine atmışlar. Turgut Özal ‘ın bir fotoğrafı var. Gülümsetiyor.
Burada duran kadın Türk olup olmadığımızı sorduğunda bizi ne kadar anladığını
soruyorum. “Çok az” diyor. Üzücü.
Sol
taraf ise Rus ilhakı öncesi hanlıklar döneminden eserlerin yer aldığı
etnografik bir bölüm. Güzel parçalar ve bir de kıl çadır var. Modern Kazakistan'ı
oluşturan halklara da yer verilmiş bir kısmında. Almanlar, Koreliler ve Kürtler
bilmeyenler için sürpriz olabilir ama burada bu halklar da var.
Giriş
katına iniyoruz. Solda küçük ama ekstra bir ödeme ile girilebilir bir oda var.
Kimsenin olmadığı bir anı kollayıp süzülüyorum içeriye doğru. O kadar loş ki
bir şey varsa dahi pek bir şey görmüyorum. Anladığım kadarıyla fosilimsi bir
şeyler var. O nedenle sağa doğru gidiyoruz.
Artık
beni ilgilendiren kısım burası. Neler var.... Türk tarihini ilgilendirebilecek
hemen hemen her şey. Hatta hiç görmediğim şeyler de... Mesela.
Türklerde put yada tanrı vb çizimi yok sanırdım. Bin yıldan yaşlı bir Umay Ana çizimi bu inanışımı yok etti. Dört, beş tane balbal var. Kulağında küpe olan balbalların evin tek yada en küçük oğlu olduğunu bilirdim de göğüsleri olan balbal benim için bir ilk oldu. Böylelikle Türklerdeki kadın savaşçı kavramı da yaşamın kendisi kadar gerçek oldu. Sayısız petroglif ya da eski yazı yazma. Hatta Arapça kaya yazıları da var. Bir tane de kurgan taşınmış içeriye. 2000 yıllık bir atam huzur içinde uyuyor kendi inanışına göre uyandırılacağı güne değin. Ve ben de kendi inanışıma göre dua ediyorum ruhuna. Bir öteki taraf varsa orada görüşebilme umuduyla, dilekleriyle.
Esik
Kurganı’nda bulunan tabağı da görüyorum. Bu yazı MÖ 5. yüzyıla
tarihlendiriliyor. Öyle bir tabak ki Türk Dili’ni, Türk Kültürü’nü neredeyse
1200 yıl daha geçmişe itiyor. Halen net bir okunuşu yok. Okumalar arasında da
benzerlikler yok denecek kadar az. Taban tabana kadar zıt okumalar yapılmış. Ne
yazdığı elbette çok önemli ama sonuç olarak yazı Türkçe.
Tam müze çıkışında fotoğraf makinamla da çekeyim bir şeyler dedim. Telefona laf etmemişlerdi ama pek de şansımı zorlamamıştım. Görevli adam adeta bir kartal edasıyla atıldı ve resimleri sildirdi. Neyse ki milyon tane fotoğrafı telefonla çekmiştim. Oğlumla olan fotoğrafımı da zorla sildirdi ki o sırada bir öfke kasırgasının içimi doldurduğunu hissetmedim değil. “Ya sabır” çekip çıktım.
İlk gün
eşimle beraber indiğimiz rotadan bu kez maaile ilerledik. Kolpa Eyfel Kulesi
diğer binalar derken Panfilov Park’a ulaştık. Bugün daha da bir kalabalık.
İnsan selini aşıp Kökbazar'a geçtik. Bugün pazar açık ve dünkü acayip bekçi de
yok. Demek ki Almatı'da her gün için bir işgüzar bekçi kotası var adam başı. Burada
da dolandık. Türlü eşyaya baktık ve “Özbekistan tarım ülkesi, pamuk üretimde
dünyanın önde gelen ülkelerinin başında, ne alacaksak artık oradan alırız” diyerek yola devam ettik.
Pazarın
uzantılarından alış veriş yapıp yolumuza devam ediyoruz. Her Rus özentisi
kentte olan “Arbat” Caddesine ilerliyoruz. Yol üzerindeki gayet pahalı bir Türk
lokantasına girip yemek işini de aradan çıkarıyoruz.
Arbat
Caddesi olmuş Jibek Joli yani İpek Yolu. Trafiğe kapalı hoş bir cadde. Pahalı
ve meşhur firmalara ait mağazalar yolu çevreliyor. Tabii ki burada ne işi var
denilebilecek gereksiz büyüklükteki hantal Sovyet apartmanları caddenin olmazsa
olmazları arasında...
Alma Ata yani “Elma’nın Atası” şehri göçebelerin konakladığı güzel bir mekanken Ruslar ilk olarak buraya “Fort Venry” adında bir ileri karakol inşa edip zamanla bir garnizon şehri oluşturmuşlar. Arbat da bu mantalitenin, geçmişin günümüze ulaşan – bence- kara bir gölgesi.
Otele
dönüyoruz. Yol üzerinde, neredeyse otele bir taş atımı uzaklıkta bir market
daha varmış. Onu geziniyoruz. Burada kımızın deve sütü versiyonu olan “şubat”
ve boza da satılıyor. Şubat’ı denemeye gözüm kesmiyor. Türkistan yollarında
fecaat ile karşılaşmak istemiyorum.
0 Yorumlar
Yorumlarınız