Sabah erken kalkıp bir
başka hayal kırıcı kahvaltıyı daha yapıyoruz. Eğirdir gibi bir yerde de
domates, hıyar bu kadar kötü oluyorsa yapacak, diyecek bir şey yok demek.
Otogarın köşesindeki minibüslere atlayarak kısa sürede Altınkum Plajı'na varıyoruz. Burası aslında oldukça iyi bir yer. Gerçekten harika bir kumu var. Çılgınca esen bir rüzgar bile kumları kımıldatamıyor. Buna karşın dalgalar gölün suyunu bulandırmış. Rüzgar olmasa idare edilebilir ama bu rüzgarda biraz daha kalmak eczacı ve doktora ekmek atmak olacak.
Dönüş için minibüs beklerken yaşlıca bir adamla laflıyoruz.
Adam Temmuz'a dek havanın bu şekilde gideceğini, Antalyalıların bu zamanlarda
Eğirdir'e kaçtığını söylüyor. Neyse ki soğuk değilmiş. Kat kat, lahana gibi
giyindiğinden rüzgarı zerrece hissettiği yok.
Eğirdir terminalinden Isparta'ya giden bir minibüse kapağı
attık. (3,5 TL ve her saatte bir). Problemsiz bir şekilde Isparta'ya varıyoruz.
Elmalıklar ve kiraz bağları bunun yanı sıra genel olarak vahşi bir dağlık arazi
yolun genelinde gözümüze çarpan ve aklımızda kalanlar oluyor. Kah görünüp kah
kaybolan Davraz Dağı ise üzerinde kalan son karları ile eşlik ediyor.
Isparta'nın köy garajı denilen yerde iniyoruz. Merkezden
biraz dışarıdayız. Canım Anadolu'mun halkı burada da bize yardımcı olmak için
birbiri ile yarışıyor. Kısa sürede bizi merkeze götürecek bir otobüse
bindiriliyoruz.
1204 ‘te günümüz
Ispartası'nın tamamı Selçukluların eline geçmiş. Beylikler dönemi ise oldukça
çalkantılı geçmiş. Tıpkı komşuları Eşrefoğulları gibi yörenin yöneticisi
Hamidoğulları da Moğollarla savaşmak zorunda kalmış. Bu savaşta Dündar Bey esir
alınarak idam edilmiş. Moğol gitmiş ama Konya'nın yeni hakimi Karamanoğulları
ile savaşmak zorunda kalmışlar. Kosova Savaşı'nda 1. Murat ‘ın ölümü sonucu
yaşanan çalkantılı dönemde beylik Karamanoğullarınca ele geçirilmiş. Sonrasında
da Osmanlı gelip tekrar yönetimi ele geçirmiş.
Tarif edilen yere gidiyoruz bizde. Güzelce bir mekan. Balkonda
yer olmadığından içeride oturup siparişleri veriyoruz. Beklerken insanları
inceliyorum. Her türden insan var. Özellikle üniversite öğrencileri farklı
görünümleri ile kendilerini belli ediyorlar kolaylıkla. Ama herkes kendi
halinde, kimse kimsenin tavuğuna kışt demeksizin yaşayıp gidiyor.
Size yemeklerden bahsedeyim en iyisi. Önce, Isparta tandırı…
Harika bir şey. Gerçi gayet yağlı. Ama kemikler bile ısının etkisi ile cips
gibi olmuş. Hafif biraz tuz takviyesi ile cennet taamı statüsüne ulaşıyor. Oğlanın
yediği şiş köfte ise oldukça sıklaştırılmış kıymadan yapıldığı için oldukça
güzel. Açıkçası eti aratmıyor tadı.
Burada sakın kola vb içmeyin. Açık ayran bomba. Üzüm hoşafı
ise neredeyse yarım litrelik bir bakraçla önümüze servis ediliyor.
Halen, Yunan mutfağı
hatta İran mutfağı gibi lafları işitiyorum ya sağdan soldan, neremle güleyim
karar verebilmiş değilim.
Isparta Çarşısı'nın etrafında bazı tarihi yapılar yer
almakta. Mimar Sinan ‘a atfedilen bir cami ve ona vakfiye olarak eklenen küçük
kapalıçarşısı; imparatorluğun çeşitli dönemlerine tarihlendirebileceğimiz diğer
pek çok yapı bunlardan bazıları. En azından şöyle bir bakılmayı hak ediyor.
Biz sözümüzü tutup bize lokantayı tarif eden dükkana gidip
hediyelik eşya alımını yapıyoruz. Adam iyi bir esnaf demiştim. Satış konusunda
da usta ama ne daha kaliteli, hangisi nerede kullanılır açıkça söylüyor.
Güvenle alıyoruz. Öneririm.
Müzeye doğru gidiyoruz. Her ne kadar eşim Pazartesi müzenin
kapalı olacağını söylüyorsa da ben yine de şansımızı denemek konusunda ısrar
ediyorum.
Müzeye gitmeden önce
belediyenin önündeki çayhanelerin orada oyalanıyoruz. Eşim kahve içerken ben
oğlumla dama oynuyorum. Tek dama ile yedi taşımı yiyor. Oğlumun o tek damasını
yiyip intikamımı alıyorum ama sonuç tam bir hezimet.
Müzeye gelince… Eşimin tahminleri doğru çıkıyor. Müze
kapalı. Ama gene de görevliler bahçeyi dolaşmamıza izin veriyorlar. Baba oğul dalıyoruz.
Genelde, çok fazla hasar almış parçalar var. Şteller pek okunaklı değil. Ama
çat pat okuduklarımda ise “ariete” dışında bilmediğim başka bir veda yazısı
var.
Artık Isparta'nın müdavimi olduk sayılır. Kolaylıkla çarşıdan
kasaba garajına ulaşıyoruz. Tam Eğirdir minibüsü garajdan çıkarken yakalıyoruz.
Eğirdir'de bu kez mendireğin sonuna dek gidip panoramik
fotoğraflar çekiyor, yürürken oğlumla beraber eski şarkılarımdan birini bağıra
bağıra söylüyoruz.
Eğirdir Kalesi'ne
gidiyoruz. Kim, ne zaman yapmış bilinmiyor. İç ve dış kale olmak üzere iki
kısım. Eğirdir'in kara girişini kapatıyor. Eğirdir'i ele geçirebilmek için
kuşatıcıların ya çok hazırlıklı olması gerekiyordu yada hemen bir donanma inşa
etmesi.
Kalenin içindeki Eğirdir Evi'ne de gittik ama kapalıydı.
Uçuşan ve ağzımıza kaçan onca sineğin arasından geçerek sahile inip biraz
dolanıp günün ilerideki tepelerin arkasında batışını seyredip öğretmenevine
döndük.
Yarın artık denizi göreceğiz.
0 Yorumlar
Yorumlarınız