Dokuzu biraz geçe Konya ‘nın otogarına ulaşıyoruz. Buraya
dek gözlemlediğim kadarıyla oldukça büyük ve düzenli bir şehirdeyiz.
Konya söylememe gerek yok ülkemizin en önemli kentlerinden biri. Bu önem elbetteki geçmişinden gelmekte. Hititliler Kuwanna demiş. Frigyalılar Kowania. Romalılar bizim köylülerin Ramazan yerine Iramazan demesi gibi Ikonyum (iconium) demişler. Yaklaşık olarak 1150 ile 1300 yılları arasında Anadolu Selçuklularına başkentlik etmiş. Güzel günler görmüş. Erken hristiyanlık döneminde sıklıkla havariler gelmiş tıpkı Anadolunun erken İslam döneminde Mevlana gibi din alimlerinin geldiği gibi. Moğollar yağmalamış, Haçlılar diplomasinin incelikleri ile kapılarından uzaklaştırılmış.
Karamanoğlu'nun olmuş
,sonrasındaysa Osmanoğlu'nun. İtalyan'a yar etmeye çalışanlar olmuş ama Türk oğlu
gelip kendisinin olanı geri almış. Bozkırın ortasında, modern Türkiye'nin “tahıl
ambarı” olmuş.
Bizde tramvaya atladık. Tramvay tıngır mıngır gidiyor ama
tercih edilebilir bir seçenek.
Tramvaydan inip ilk iş olarak kahvaltı yapabilecek bir yer
bulabilmek amacıyla dolanmaya başlıyoruz. Yakınlardaki Ankara Pastanesi'nde
limonata, poğaça seçenekleri ile ilk günün ilk öğününü aradan çıkarıyoruz. (13
TL/3 kişi) Limonata gerçekten çok iyi, dedikleri gibi gerçek limonatadan
yapıldığı aşikar.
Buradan sonra doğruca Alaaddin Tepesi ‘ne çıkıyoruz. Biz
Konya'ya gelmeden önce Alaaddin Tepesi ‘ni oldukça yüksek, şehri rahatça
izleyebileceğimiz bir yer olarak tasavvur ediyordum. Aslında her ne kadar
şehrin tek tepesi olsa da sonradan öğrendiğime göre tahmin ettiğim gibi bir
höyükten ibaretmiş.
Yapının ahşap
direklerce sırtlanan düz bir tavanı var. Yapının standart bir kare yada
dikdörtgen plana sahip olmamasını daha önceden yer alan bir kilisenin yada
başka bir tapınağın varlığına bağlıyorum. Bu konuda herhangi bir kaynak
bulamamış olsam da düşüncemi destekleyen en önemli unsur, ahşap direklerin tavanla
buluştuğu yerlerdeki Roma tarzı sütun başlıkları. Hatta bazıları daha da önceki
dönemlere aitmiş gibi bir izlenim yaratmakta.
Bununla beraber mihrap mavi çinilerle süslü muazzam bir yer.
Tam tepesindeki küçük kubbesinde de aynı kalitede bir işçilik var.
Baba – oğul dışarı çıkıp caminin arkasında kalan sultan
türbelerine uğruyoruz. Duamızı ediyoruz. Hayretle ülkenin çeşitli yörelerinden
gelen ve türbeleri dolanan kalabalıkları izliyorum.
İnip karşıya geçiyoruz.
Taçkapıda harika bir taş işçiliği görülüyor. Mükemmel bir çalışma. Selçuklu
devrine ait olduğunu sessizce haykıran taşlar…
1264 ‘te Sahip Ata adına inşa ettirilmiş. Uzaktan hamamları
andırıyor. Eğer o sekizgen minaresini görmemiş olsam yanılabilirdim. Dediğim
gibi taç kapısı sözün bittiği eserlerden. Divriği'dekine tam anlamıyla rakip
olamasa da çokta uzağında kalmıyor.
İçerisi de güzel.
Aydınlatması da iyi. Elbette buna kubbenin ortasındaki cam kısım (kimi yerlerde
fener de denir buna) destek oluyor. Bu kubbede de tıpkı minarenin yüzeyinde
olduğu biti turkuaz ve açık kahverengi sırlı tuğlalarla süslemeler yapılmış. İçeri
de Selçuklu sanatını tanıyabileceğiniz ve Osmanlıdan farkını kavrayabileceğiniz
parçalara denk geleceksiniz. Melek desenli rölyefler, çift başlı Selçuklu
kartalları ve çeşitli motifler.
Buradan çıkıp Karatay Medresesi'ne gidiyoruz. Dediğim gibi
şehir oldukça düzgün. Kolaylıkla iyi bir plan ile şehri kısa sürede gezebilmek
mümkün.
Karatay Medresesi geçen zaman zarfında oldukça zarar görmüş.
Nasıl görmesin ki. 1252 ‘den beri, şehirde. İyi gününü, bayramını, savaşını,
işgalini görmüş. Bahçesi biz
vardığımızda ana baba günü gibi kalabalıktı ama gelenler mekana tarihi veya
mimari güzelliği nedeniyle değil de bahçesini kaplayan ağaçların gölgesinde
dinlenebilmek amacıyla doluşmuşlardı. O an nedense Konya'yı Şiraz'ın bir ikizi
imiş gibi algıladım.
Orijinalinde iç mekanın her bir kısmı çinilerle kaplıymış.
Zaman reddedilmiş kötü bir sevgili gibi hasetle davranmış buraya da. Ama
kalanlar bile insanın aklını kaybetmesine yetecek düzeyde. Ama kubbenin iç
çeperlerini kaplayan o mavi çiniler. O sadelik ve ihtişam. Birbirine zıt iki
kavram bir arada nasılda uyum sağlamış. Sanki cennet bahçelerinin üzerindeki
gökyüzü gibi.
Sol çaprazdaki odada ise medresenin banisi, Emir Celalettin
Karatay ‘ın sandukası var. Selçuklu döneminde devlete general ve vezir olarak
uzun süreler hizmet etmiş bir devlet adamı.
Burada buluna çiniler işçilik olarak oldukça zarif. Ama ilgi
çeken yanı tasvirlerin kendisi. Çoğumuzunda farkında olduğu gibi Osmanlı
çinileri karanfil ve lale ağırlıklıdır. Ama Selçuklu çinilerinde ağırlıklı
olarak insan tasvirleri görülür. Bir sınır yok. Aklınıza ne gelirse, aradan
geçen sekiz yüzyıllık zaman ne kadarının günümüze ulaşmasına izin verdiyse
görebilirsiniz.
Buradan çıkıp Mevlana Caddesi'nin öteki ucundaki Mevlana
Türbesi'ne gidelim diyoruz artık. Planımıza göre Mevlana Türbesi'ni gezip dönüş
yolunda ara sokaklara, çarşılara gireceğiz.
Caddenin sonunda Sultan Selim Camii var. Yavuz, İran
seferine giderken buranın manevi havasından istifade etmek (belki de Safevilerin yeniçerileri kışkırtmasını engellemek için bir taktik olabilir)
için buraya uğramış ve bu camiyi inşa ettirmiş. Anadolu'daki ender sayıdaki
selatin camilerinden biri. İstanbul'dakilerle kıyaslanamayacak bir sadelikte.
Yanında da tarihi bir kütüphane var.
Girerken bilet almak
yerine direkt müze kartınız ile giriş yapınız. İnanılmaz bir zaman kazanmış
olacaksınız.
Beraber içeri gezelim. Külliyenin içerisindeki odalarda
Mevlevi hayatının anlatıldığı unsurlar
ve bu hayatı idame ettirirken kullanılan eşyalar sergilenmekte ama
kalabalıktan içeri girebilmek, eğer bir şekilde içeri girebildiyseniz etrafı görebilmek ve hatta
çıkabilmek hayatınızda gururla anabileceğiniz büyük başarılardan olacaktır.
Özellikle ülkenin farklı yerlerinden gelen, giyimleri, telaffuzları farklı
kadın grupları ve davranışları hatta giyimleri farklılıklar gösteren tarikat
üyeleri… Anlıyoruz ki bu kalabalıkta gezebilmek, gördüğümüzü anlayabilmek pek
mümkün değil bu kısımdan çıkıyoruz.
Mevlevilik nedir diye uzun uzun anlatmayacağım. Zaten doğru,
yanlış pek çok kitap var bu konuda. Mevlana'nın da yaşam hikayesi, hakkındaki
söylentiler ve komplo teorilerine girmeyeceğim. Sadece neden Konya'ya gelmiş
konusunda bir şeyler söyleyeceğim.
Selçuklu yönetimi sadece bozkırdan gelen savaşçı askerler değildir. Yolu üzerindeki İran gibi derin bir kültüre sahip bir devleti kısa bir sürede, tamamıyla yutmuştur. Bizans yönetiminin halka ve kiliseye yüklediği vergilerin çok büyük bir kısmı kaldırılır. Kilisenin ki zaten Anadolu kilisesi ile İstanbul'daki merkez kilisenin arası çok uzun bir süreden beri limonidir, cemaatini manevi olarak ezmemek şartı ile tüm kontrolü elinde tutması yetkiye bağlanmıştır. Kilise bağımsızlığını ve maddi gücünü kaybetmemek için Türkmenlere pek bulaşmaz. Fakat uzun vadeli olarak davranan Selçuklu yönetimi orta Asyanın din bilginlerini, gönül sultanlarını başta Konya olmak üzere şehirlerine davet eder. Gelenlerin kimi Mevlana ve ailesi gibi kalem ehlidir ve gerek kendisi gerek etkiledikleri ile bir kültür inşa eder, kimisi gönlü Allah aşkı ile yanan, köy köy gezen şairler. Zamanla bu plan öyle bir şekilde işler ki Anadolu iki kez Moğol, defalarca Haçlı seferine maruz kalır ama direnir, savaşır ve kazanır. Bugün Osmanlı olarak iki kez kapısından döndüğümüz Viyana ‘ya dek olan topraklara baktığımızda Müslüman nüfusu (katliamları ve sürgünleri yadsımamalı elbette) gözünüzde canlandırın. Selçuklunun yönettiği her karış toprak öyle bir harç ile işlenmiş ki bugünde Müslüman.
Sonrasında çarşılara dalıyoruz her zamanki gibi. Oğlana bir
ayakkabı alıyoruz dükkanların birinden. Tarihi belgelerde anlatıla anlatıla
bitirilemeyen çarşılardan geriye pek bir şey kalmamış. Neden küçümsediğimiz
İran'ın, Suriye'nin şehirlerinin meşhur çarşıları günümüzde bile dudak
uçuklatacak boyutlarda ve güzellikteyken bizimkiler tarih kitaplarının eski sayfalarında
kalıp gitmiş. Yol üzerinde, harika şerefeleri ile Aziziye Camii restore
edilmekte. Tahta iskelelerin ardında, yüz görümlülüğünün takılmasını bekleyen
yeni bir gelin gibi adeta. Kapısından büyük pencereleri, muhteşem şerefeleri
ile mutlaka görülmesi gereken zarif bir Osmanlı son dönem yapısı.
Alaadiin Tepesi'nin oradan ara sokaklara giriyoruz Arkeoloji
Müzesi'ne gitmek için. Yolumuzun üzerinde Mezar taşı Müzesi de denilen Sırçalı
Medrese var. Burada okuduğuma göre çeşitli dönemlere ait mezar taşları sergilenmekte.
Şansımıza kapalı. 1242 ‘de Selçuklu vezirlerinden Bedreddin Muhlis yaptırmış.
Zamanın elinde epey hasar görmüş bir taç kapısı var. Kapıdan içeri baktığımızda
eyvanın üzerinden dökülmüş yada çalınmış turkuaz çinilerden ne kaldıysa
izliyoruz. Merkez avluya uzanan yan duvarlar ise tuğla desenlerle süslenmiş.
Hemen girişte lahitlerin sergilendiği bir salon var.
Buradaki lahitlere hayran kaldım. Hem günümüze dek oldukça iyi korunmuşlar
hem de üzerlerinde iyi bir işçiliğin izleri var. Özellikle kadınların suratları
oldukça zarif, Palmira'daki suratları andırıyorlar.
Bir pasajı geçip başka
bir odaya geçiyoruz. Burada da çeşitli dönemlere ait parça ve buluntular
sergileniyor. Ama ilgimi çeken buluntu, bir yaşında ölen bir bebeğe ait
kemikler. Çatalhöyüklüler ölülerini evlerinin tabanına gömüyorlarmış. Epey
dramatik ve dehşetli bir gelenek.
Müzenin hemen yanında
ise Sahip Ata Medresesi var. Girişinde çok güzel bir minaresi var. 1285 yılında
Sultan Alaaddin Keykavus döneminin asker, devlet adamı ve din alimi Sahip Ata
adına inşa ettirilmiş. 1871 yılında
tamamen yanmış ama alışılmadık şekilde aslına uygun bir şekilde yeniden inşa
ettirilmiş.
Kamil Koç, Kontur gibi firmaların yanı sıra her yarım saatte
bir kasaba minibüsleri de Beyşehir ‘e hareket ediyor (10 TL) Biz de 16
minibüsünde yer buluyoruz kendimize.
Yol boyunca çok güzel
manzaralara denk geliyoruz. Kurumakta olduğundan üç sene önce bahsettiğimiz
Küçükapa Barajı ağzına dek dolmuş. Yaşlı köylülerin dediği döngünün kuraklık
ayağı gerçekten bitmiş olmalı. Bununla beraber coğrafya kimi yerlerde oldukça
vahşi. Göğü delmeye çalışan yalçın kayalıklar ve onların arasından baş veren
türlü cinsten bitki. Yaşam ancak savaşıp ayakta kalabilenin hakkı oluyor. Ya da
bizim coğrafyada böyle. Sadece en güçlünün var olabildiği bir coğrafya Anadolu.
Belki İran'da en oportunist, Yunan topraklarında en fırıldak ayakta kalabilmiş
ama bizde bilek ve yürek kimdeyse o kalabilmiş ayakta. İnsan olsun, hayvan
olsun,bitki olsun…
İçtenlikle
konuşuyoruz. Köylerine davet ediyorlar. Ah, keşke gerçekten zamanı ve mekanı
umursamaksızın gezebilseydik, gönül kapılarından girdiğimiz gibi hane
kapılarından da girseydik; keşke zamanlarını paylaştığımız gibi bir lokma
ekmeklerini de bölüşebilseydik. Allah yollarını her daim açık etsin. Benim
verebileceğim, içimden gelen en temiz şey, dua.
Terminalden tekrar harekete geçen minibüs bu kez sahildeki
köprünün orada biraz daha bekliyor. Sonrasında ise bizi öğretmenevinin önünde
bırakıp yoluna devam ediyor.
Yemek için
yakınlardaki bir yere gidiyoruz. Mekan böyle harika görünümlü bir yer değil ama
mekanın sahipleri oldukça içten. Sazan yiyoruz. Tatlı su balıkları belirli bir
noktaya kadar lezzetli. Bununla beraber salata ve özellikle de salatadaki
turşular bomba.
Ummadığım kadar az bir para ödeyip birazda bahşiş bırakıp
ayrılıyoruz. (50 TL)
Öğretmenevine dönünce oğlanla bir saat kadar masa tenisi
oynuyoruz yatmadan önce.
0 Yorumlar
Yorumlarınız