Sabah Çağlar iyi olduğunu söylüyor. Durgun olduğunu
gözlemliyorum ama böyle durumlarda olayı üstelemek moralleri bozmaktan öte bir
etki yapmaz. Tetikteyim ama dışarıdan muhtemelen umursamaz görünüyorum.
Medinaya kadar uzanan 5. Muhammed Caddesi'nde ilerliyoruz yolumuza. Medinanın duvarları karşımıza çıktığında sağa dönüp bir parkın içinden geçiyoruz. Hoş bir yer denilebilir. Buradan çıkınca nispeten biraz daha kırık dökük bir semte ulaştık. Fransız koloni dönemi yapılardan burada bolca var ama sağlamlıkları tartışmaya açık.
Devam ederek 2. Hasan Kulesi ‘nin olduğu tepeye varıyoruz.
Daha önceden dediğim gibi burada daha önceden dünyanın en büyük camii yapılmak
istendiyse de yarım kalmış. Yarım da demek hoş görü olacaktır sanırım.
Kolonlardan oluşan bir orman var kuleye doğru uzanan. Kuleye uzanan yıkı
duvarlar sanki burada bir cami en azından bir yapı varmış dedirtiyor. Kule ise
minare olabilir, emin değilim. Ama kaynaklar korsan gemilerini izlemek için
yapılmış diye yazmakta. Ben de inatla buna karşı çıkıyorum. Zaten karşı kıyı
Sale… Korsanların kenti.
Şöyle ki… Hem yapıya hem de içeride yatanlara (5. Muhammet'in
yanı sıra ardılı 2. Hasan da burada yatmakta) haşmet katmak için merdivenlerle
çıkılıyor. Bu kısma kadar her şey normal. Ama içinde zekice bir hamle ile
zemine girilmiş ve yapıya dışarıdan görüldüğünden kat be kat fazla bir hacim
kazandırılmış.
Kendimle denk görmesem de buranın kraliyet ailesi için de
dua edip çıkıyorum.
Kapıdaki nöbetçi askerin fotoğrafını çekeceğimi söylüyorum.
Sorun çıkartacağını ummuştum ama aksine toparlanıp poz bile verdi. Ben de saf
saf dönerayak Fas ‘ın olumlu yüzünü az da olsa göreceğimizi düşünmeye başladım.
Gerçekten safmışım.
Yandaki camiye bakalım dedik. Güzel ahşap işçiliği var.
Girişte bizi durdurdular. Türk ve Müslüman olduğumuzu söyledik ki Tanrı'ya şükür
de öyleyiz. Kaba saba olan ve bizi durduran adam yol verdi yapıya girdik. Tam
biraz daha ilerleyecektik ki ak saçlı, kılığı kıyafeti düzgün başka biri
peydahlandı.
Üstelemedik, bu coğrafyada her yapı zaten birbirinin aynısı
diye camiden çıktık.
Sale ya da eski adıyla Colonia Sala adıyla kurulmuş bir Roma
kenti. Fakat modern zamanlara bir korsan cumhuriyeti olarak gelmiş. Anlatalım
hemen, ne de olsa Akdeniz'deki korsanlık tarihi benim konum, alalım sazı…
Tramvaya atladık. Fazla bir kalabalık yok. Oldukça güzel bir
vagon ile yolculuk ederek nehri aşıyoruz. Nerede ineceğimizi anlamadığımız için
sonuna kadar gidiyor ve aynı araç ile dönüyoruz.
Sale ‘nin surları tam karşımızda. Dışarıdan bakımlı
görünmekteler. Bab Khebaz'dan içeri dalıyoruz. Herhalde birkaç yüzyıl önce olsa
adını bile mırıldanmazdık buranın.
Girişte bakımlı ve çağdaş diyebileceğimiz evler var. Yol
üzerinde lağım akıyor olabilir, yerli halk kedi ile oynarmış gibi sıçanlarla
takılıyor olabilir. Varsın olsun. Bakan bir ikisi de sabit sabit bakıyor. Ötesi
yok ben de bakıyorum.
Biraz ilerleyip de o dar ve ara sokaklara girince işin rengi
değişti. Büyük Çarşı ‘nın etrafı artık iyice oryantal görüntülere büründü.
Çöpler, birbirleriyle sağlam kapışan çocuklar. Ne kadar sert yetiştirilmiş olsa
bile oğlumun bu barbar sürüsünün birbirlerine attığı yumruklara
direnebileceğini düşünemiyorum bile. Ama bu çocuklar yumruğu yiyor, kimi zaman
yere kapaklanıyor ve tekrar bir şey olmamış gibi ayağa kalkıp başka birini
yumruklamaya yada bir başka yumrukla tanışmaya devam ediyorlar.
Yol üzerinde 1333 yılında yapılmış olan Ulu Cami ve
medreseye denk geliyoruz. Bir görevli bizi içeri davet ediyor ama bu davetlerin
pahalıya mal olduğunu öğrenecek kadar Faslı olduk artık. Arkada başka ve
sahipsiz bir kapı daha olacak. Bunu da öğrendik ve haklı çıkıyoruz. Güzel,
temiz bir cami. Ama standart mimari söz konusu.
Kıyıya varıyoruz. Okyonusu sağımıza alıp kumsala dek
ilerliyoruz. Yine bir iki kadın daha gelip bir şeyler satmak istiyor ama
sepetliyoruz. Aslında çokta güvenli bir alanda değiliz. Öğle güneşi yakmakta.
Çağlar ayakkabılarını çıkarıp okyonusa doğru ilerleyerek giriyor. Benim
ayaklarımın altı balonlarla dolu. Mikrop kapmak yada meşhur şanssızlığım ile
kumsalda bulacağım bir taş yada midye ile hacamat olmak istemiyorum. Ama itiraf
etmeliyim ki Çağlar'a bakıp gıpta etmiyor değilim.
Geldiğimiz yolu yürüyoruz. Aslında sakin kafayla düşünürsek
pekte tekin ve güvenli yerler değil burası. Başka bir yoldan giriş yapıyoruz
kente. Daha garip kişiler, daha pis mekanlar. Geçmişin korsan yatağı beni hiç
tatmin etmedi. Geçmiş geçmişte kaybolmuş. Ama geldim buraya. Hayal bile
edemezdim geleceğimi. Beni buraya davet eden ve eken arkadaşımı aramaya karar
veriyorum. Ama sonra…
Yine dar sokaklarda ilerliyoruz. Yiyecek işini Rabat'a tehir
ediyoruz. Haritaya göre bir bahçe var. Giriyoruz. Kendimize güvenimiz geldi.
Ama öyle bir yere girdik ki, hani Amerikan filmlerinde sahipsiz evler, ıssız
mekanlar vardır, önlerinde dökülmüş arabalar, paslanmış alet edevat görülür.
Aynı öyle bir yere girdik. Cesaretimizi göstermek için ilerledik. Huzursuz
olmadım değil. Ama cahilane bir cesaret ile devam ettik.
Boş bir bina ve neredeyse tüm camları kırılmış bir limonluk.
Başımıza bir şey gelse kimsenin haberinin olmayacağı bir mekanda artık dönelim
diyerek çıkmaya karar verdik. Kimi camlardan belli belirsiz bakan insanların
silüetlerini gördüm tam girdiğimiz kapıdan çıkarken…
Bende yandaki kızla konuşmaya başladım. Yorgunuz ama yapacak
bir şeyler arıyoruz. Chellah denen bir yer var burada. Derdim bu yorgunlukla
gitmeye değer mi değmez mi onu öğrenmek. “Çelaa” diyorum. Kızın suratındaki
ifade uzaylı ile karşılaşmış bir dünyalı gibi. “Roma kenti diyorum, şehrin
dışında sanırım”.
Gülümsüyor, “Şelaa” diyor. O sırada jeton düşüyor bende.
Bize dünya dili diye yutturulan İngilizcenin burada hükmü yok ki. Burada dünya
dili Fransızca. “Ch” benim için “ç” olsa da buradakiler için en süslüsünden “ş”
elbette.
Önce önü kadınlarca ana baba günü olan bir camiye denk
geliyoruz. Ayakkabıları çıkarıp içeri dalıyoruz. Hep aynı. Hayret kimse
imanometreleri ile gelip zındık olup olmadığımızı tespit etmeye çalışmadı. Ama
gene de kıl kıl bakan insanlar yok değil.
Epeyce ama gerçekten epeyce yürüyerek önce şehir surlarını
aştık vebir kaleyi andıran Chellah ‘ı otobanın öte tarafında gördük.
Chellah benim Sale ile karıştırdığım Roma kenti, Colonia
Sala ‘nın ta kendisi. Aslında şehir
Fenikelilerce kurulmuş. Romalılar 40 ‘lı yıllarda ele geçirmişler burayı. 1200
‘lerde sahildeki Sale yükselişe geçince unutulmaya yüz tutmuş. Sultanlardan
biri mekanın etrafına duvarlar ördürüp dışarıya bir mezarlık yaptırmış.
Dönüş yolundayız. Aklıma çılgınca bir fikir geliyor her
zaman ki gibi. Dün akşam herifçioğluyla atışırken kaçırdığımız gün batımı atraksiyonunu
yapalım diyorum. Çağlar hazır kıta. Yol oldukça uzun ama yürüyeceğiz.
Koç burcunun en iyi yanlarından biri inatçı ve
sıklıkla proje üretebilmesi olması. Ama muhtemelen en kötü yanlarından biriyse
en mükemmel planı yapsa bile ilk fırsatta planını değiştiriyor olmasıdır. Yol
üzerindeyken duvarlarının dibinden yürüdüğümüz sarayın içine en azından
gezilebildiği söylenen bahçesine girelim dedim. Çağlar buna da “eyvallah” dedi.
Kralın sarayı tam nerede kalıyor anlamış değilim. Ama
müştemilat olduğunu sandığım yerlerde rengarenk donlardan, atletlerden oluşan
çamaşır görüntüleri hala aklımda canlı olarak yer tutmakta. Alelade birkaç ağaç
ve ıvır zıvırdan bir kaç çiçeğe bakıp fotoğraf çekmeye dahi tenezzül etmeyerek
çıktık mekandan. Bukaleon Sarayı'nın şu günkü görünümü bile daha ilgi çekici.
Güneş tepeden aşağıya düşmeye başladı. İnat ediyoruz.
Yılmaksızın. Attığım her bir adım işkence adeta. Ama inat ettim. Çağlar
yetişemeyeceğimizi söylüyor ama sonuna kadar gidecek. Kıçıkırık bir gökcisminin
bizi yenmesini kabul edemeyecek kadar şuursuz bir durumdayız. Önce tren
istasyonuna varıyoruz. Kalabalığı yarıp yola devam. Medinanın kapısındayız,
durmak yok. Mezarlığın yanından dönüp sahile ulaşıyoruz. Güneş neredeyse suya
değdi değecek, gücünün önemli bir kısmını da yitirmiş durumda.
Randevuya zorlukla yetişebileceksiniz. Koşmanız, uçmanız
gerekiyor. Çünkü bu tip durumlarda her zaman sorunlar çıkar. Hiç bir zaman işler
İsviçre saati gibi tıkır tıkır gitmez. Buluşacağınız yere koşarak gidersiniz.
Özenle taradığınız saçlarınız rüzgardan dağılmış, büyük umutlarla üzerinize
sıktığınız parfümünüz çoktan yerini ter kokusuna bırakmıştır. Umursamazsınız,
çünkü bir hedefe yönelmişsinizdir. Bir köşeyi döndüğünüzde o orada olacaktır.
Şayet geldiyse, şayet gelmeyeceğinizi düşünüp zamanını beklemeksizin çekip
gitmediyse…
Biz de köşeyi döndük. Dünkü sakin havadan eser yok. Önce
sert bir rüzgar bizi sarstı ama durmadık. Dünün sakin denizinin yerini alan dev
dalgaların kayalara çarpmasından kaynaklanan su zerreciklerinin epeyce
yukarılarda olmamıza rağmen bizi ıslatması da kaale alınmadı bizlerce. Ama
uzaklarda, güneş sadece sislerin arasından hafif bir kızıllıkla denizin ardında
kayboldu ya… İşte o an bizim bittiğimiz andır.
Terminale dalıp Kazablanka biletini aldık. Çağlar bir portakal
suyu aldı. Hatırladığı kadarıyla epey pahalıya mal oldu. Üst kata çıkıp
kafeteryalardan birinde vakit öldürmeye çalıştık. Sipariş almaya gelen çocuğu
başlangıçta klasik, “diğer arkadaşları bekliyoruz. Gelsinler, topluca sipariş
vereceğiz “diye püskürttüysek de zamanla bu pembe yalanımız tesirini yitirdi ve
kelimenin tam anlamıyla finali mekandan kovularak yaşadık.
Aşağıya indik. Rabat'tan çok sayıda tren çeşitli yönlere
gidiyor. İnsan kalabalığı çok çeşitli. İki katlı, çok bakımlı trenler de var,
içi insanla tıkış tıkış, Hindistan'daki trenlere rahmet okutacaklar da. Kalite
trenler ve nispeten derli toplu tipler Kazablanka yönüne gidiyor.
Trene atlıyoruz. Bir yer bulduk ve kurulduk koltuklara.
Konuşacak halimiz bile yok. Bir iki kişi ile biraz çene çaldığımızı
hatırlıyorum ama ne konuştum zerrece aklımda değil. Saçmalamış dahi olabilirim.
Muhammediya'dan geçtik. Kolpacı arkadaşımızın yaşadığı, zenginlere ait, sahil
kasabası burası.
Son durak Casa Port. Hangi akla uyduk ve yürür gideriz dedik
bilemiyorum. Ama kendimizi yolda yürürken bulduk. Şuursuzca yürüdük. Civarda
büyük otel zincirlerinin isimlerini taşıyan mekanlar var ama cebimdeki parayı
onlara dökesim yok hiç. Yürüyoruz ama nereye. Yürüyoruz ama nerede? Hiç bir
fikrimiz yok. Haritaya göre Medina taraflarına gideceğiz ama bir iz yok. Soru
soracak kimse yok.
Neyse iki adama denk gelip soruyoruz. Onlar bize bir yol
gösteriyor. Dedikleri yönde ilerliyoruz. Art neuveau binalar çıkıyor karşımıza.
Çağlar'a diyorum, “bu tip binalar merkezlere yakın yerlerde olur”. Buna bende
inanmak istiyorum. Bir köşe dönüyoruz ve tramvay yolu. Takip ediyoruz ve
nihayet 5. Muhammet Caddesindeyiz.
Balık Pazarının yanındaki batakhanemsi mekanlardan birinde
loş bir oda buluyoruz.(22 euro) Adama “tenzilat ya tacir” diye sesleniyorum en
neşeli sesimle. İnsanı ürperten bakışlarla beni süzünce uzatmıyorum. At hırsızı
kılıklı herifler.
Odaya çıkıyoruz. Tuvalette ışık bile yok. Penceresi olmaması
ise şansımız. Dışarıdan gelen ışık ile nerede ne yapacağımızı keşfedebiliyoruz.
Kazablanka haritasına bakıyorum usulca. Nasıl bir ahmaklık ederek gardan çıkıp
sola gitmişiz? Eğer ilk sağdan bir sol yaparak dümdüz gidebilseymişiz çoktan
buraya varmış olacakmışız. Boşuna dememişler, “akılsız başın cezasını ayaklar
çeker”.
0 Yorumlar
Yorumlarınız