Sabah oldu. Dışarıdan gelen sesler şiddetli bir fırtnanın varlığını işaret etmekte. Tırsmıyor değilim. Ufaklıklar fırtınada ne yaparlar düşünemiyorum. Bir kaç güne açık denizdeyiz. Zaten Hüseyin anlatılanlardan ötürü uçaktan da çekinmekteydi. Elimden geldiğince süreci basite indirgeyerek anlatmaya çalıştım, uçuşta iyiydi. Korkmadan uçar artık.
Dışarı çıkıp fırından bir şeyler kapıp
hızlıca kahvaltı yapıyor ve Erdemle araba kiralamanın derdine düşüyoruz.
Santorini'de toplu taşıma diğer adalara nazaran çok daha iyi olmasına ragmen
bizim mantığımıza göre berbat. Nerede olursanız olun A noktasından B noktasına
gitmek isterseniz merkezdeki Thira kasabasına uğramanız lazım. Bir, iki istisna
olsa da genelde bu mantık işlemekte. Dolayısıyla araç bulmak daha avantajlı
olacak.
Buluyoruz da. 7 kişilik araç için iki güne 70 euro veriyoruz. Eski bir araç ama idare eder. Zorlu bir şekilde de olsa Can Abileri alıp yola çıkıyoruz. İlk durak Akrotiri.
Akrotiri adanın kırmızı plajı olarak
anılmakta. Geneli siyah kum olan adada bir, iki istisnai yer bulunuyor. Gerçi
kum irisi, çakıl ufağı bir oluşum bahsettiğim. Her neyse…
Gündüz gözüyle adayı görüyoruz artık.
Yeşillik mi dersiniz, yok. Muhtemelen kavrulmakta olan kumların arasında, tıpkı
Kapadokya'da da olduğu gibi şaraplık üzüm yetiştirilmekte. Oklara bakılırsa bir
de “domates endüstrisi müzesi” varmış.
Yer, gök küçük kiliseciklerle kaplı. Sapa
yerlerde muhtemelen keşişler inzivaya çekilsin diye yapılmış kiliseler yada
küçük manastırcıklar mevcut.
Adanın nispeten yüksek tepelerinden birinden dönüş yaparak güneybatının en uç noktasının yakınlarındaki Akrotiri'ye uzanıyoruz.
Akrotiri de tarih öncesi bir yerleşime ait
izler var. Ada, insanlar için su ve besin kaynağına sahip olmadığı gibi deniz
araçlarında kullanılacak ahşabın temin edilebileceği ormanlara da sahip değil.
Aslında ciddi ciddi ağaç bile yok denilebilir. Adanın tarihinde de pek bir
hareket yok.
Bizanslılar adayı ele geçirirler. Ele
geçirme lafın gelişi, adaya bir asker çıkartmak bile yeterlidir bunun için.
Zaten hiç bir zaman önemli bir askeri üssü olmamış adanın. 1204 yılında
İstanbul Haçlıların işgaline uğrayınca Ege Adaları da Naksos Dükalığı adı
altında, Franklardan Marco Saruda adında birinin eline geçer.
Bu süreçte ada korsan yatağı haline gelmiş. Bunu engellemek için Latinler kuleler yapmışsa da pek olumlu sonuç vermemiş. Bizimkiler ise adayı 1579 ‘da ele geçirince korsanlık bitmiş. Osmanlı kaynaklarında ada Santoron yada Dermecik adını vermişler. (Dermecik küçük değirmen demekmiş ) 1912 ‘ye dek ada kağıt üzerinde de olsa bizde kalmış. Adaya otonom bir yönetim vermişiz. Yani verginizi ödeyin ne halt ederseniz edin demişiz. Adamlar da kendi donanmalarını kurmuşlar.
Her
neyse Akrotiri Antik Kentini geçtik. Virajlı yollardan geçiyoruz. Arabayı park
ederek kalan yolu yürüyoruz. Burada da park yeri bulmak Yunanistan'ın
anakarasındaki gibi uğraştırıcı birşey.
Akrotiri Plajı ise benim için hayal kırıklığı. Kırmızı kayalarla kaplı, siyah kumlu orta boy bir koy burası. Siyah kumların arasında yamaçlardan savrulup gelmiş kırmızı kumlar da var ama az. Yamaçlardaki taşlarda ilk ciddi sarsıntıda aşağı inip katliam yapacağım dercesine duruyor. İnanılmaz bir kalabalık, bir insan seli sahili kaplamış. Et pazarı… Beklediğimizi bulamadığımızdan kös kös geri dönüp bir ötedeki beyaz plaja doğru gaza basıyoruz.
Beyaz
Plaj yazan bir levha yok. GPS ise bizi başka bir plaja taşıyor. Burası Kırmızı
Plaj, Akrotiri ‘yi tam karşıdan gören Kambia Plajı. Pek bir numarası olmayan,
kıyısı da, suyu da çakıllı bu plaja ulaşmak için daracık, tozlu yollardan
geçmek gerekiyor. Burada epeyce bir vakit geçirip dönüşe geçiyoruz.
Dönüş yolunda durup Santorini'nin denize karşı duran yarlarına bakınıyoruz. Adanın fethedilmez, aşılmaz gibi görünen kıyıları adanın gelişmesinin önüne geçen engellerden bir diğeri. Başka bir dünyaya ait gibi.
İlerliyoruz.
Kaldera da denilen, Santorini'nin tüm volkanik oluşumuna neden olan Kameni
Adası'na göz atıyoruz. Volkanik izler adanın üzerinde kendini belli ediyor.
Athinios Limanı'nın yanından geçiyoruz.
Burası adanın yeni limanı. Buraya daha sonraki günlerde uğrayacağız. Gerçi
tahmin ettimden çok daha fazla sayıda uğramamız gerekti.
Yolumuza adanın merkezi olan Fira (Thira)
gitmek üzere devam ediyoruz. Park işkencesi burada da had safhada. Gerçi
ücretli park alanlarının yanı sıra çok sayıda ücretsiz park alanı olsa da
yetmiyor.
Fira ‘dan bahsedelim.
Thira da yazmakta. Adayla adaş. Ben de yanlış biliyormuşum bazı yunanca kelimeleri. Bir diftong olan th sesi İngilizcede f olarak yansıyor. Yunanca ise direct bu sesi vermekte. Dolayısıyla telaffuzu Fira. (Thalassa yazılan deniz falassa okunuyormuş. Ama Thessaloniki neden f sesi ile başlamıyorum bir muamma. İngilizlerin dediği gibi “it is greek to me”)
Her neyse… Burası adanın kalbi. Müzeler
burada. Örneğin kombine biletle buradaki tarih müzesine, Akrotiri antik kentine
ve eski firaya giriş 12 euroya mal edilebiliyor. Gitmeyerek benim gibi bedavaya
getirmekte mümkün. Çünkü gerçekten bir beklentim yok.
Burası
şehrin ana ama eski limanına da ev sahipliği yapmakta. Adanın çilekeş taşıt
araçları, eşek ve katırlar sahilden Firaya yıllarca yük ve insan taşımışlar.
Artan turizm ve Avrupalıların hayvanların çektiklerini dillendirmesi sonucunda
bir funikular yapılmış. Günümüzde bu iki sistemde turistlerin kullandığı
nostaljik araçlar olmuş.
Araya bir itiraf da sokayım bari. Yıllar önce, gözdem olan Anna Falchi ‘nin bir filmi burada geçmekteydi. Gerçi filmde kötü kadın, esmerlerin sultanı Monica Belluchi de varmış ama aklımda Anna ile Fira kalmış.
Aracımızı okulun bahçesine bırakıyoruz.
Okullar kapalıyken okulun bahçesi ücretsiz bir park haline gelmiş. Zaten ana
otobüs durağı da hemen yanında.
Hediyelikçilere ve restoranlardaki
menülerdeki fiyatlara bakarak yokuşu adımlıyoruz. Yolun kenarında “fish spa
kangal” adında bizim Sivas ‘ın şifalı balıklarının onbeş dakikası 10 euroya
millet tedavi uyguladıkladıkları bir dükkan var. Adamlar eskiden çaldıklarını
cacıki, kadayıfi diye modifiye ederek sahiplenirlerdi; şimdi yüzsüzlükleri ya
da ülkemin kültürel değerlerinin sahipsizliği nedeniyle gemi iyiden iyiye azıya
almışlar. Pes diyorum. Bu dükkanın karşısında Tarih öncesi Fira Müzesi var.
Kar gibi bembeyaz ve büyük bir kilisenin yanında uzanan “Altın Yol” üzerindeyiz artık. Solumuz deniz. Tabi bu denize ulaşmak için uçurumdan düşmemiz gerekli. Ağ taraf ise dükkanlar ile dolu. Bunlar genelde özel üretim yapan ve hayli pahalı dükkanlar. Can Abi yorgun, eşi ise Ukrayna ve Polonya gezilerinden hasarlı. Onları bir gölgede bırakıp geziniyoruz. Yer gök kilise dolu. Restoranlar milletin belirttiği kadar pahalı olmasa da euro bizim paranın belini kırdığından her şey ateş pahası.
Yürüyerek Katolik mahallesine ulaşıyoruz.
Santorini tarihindeki Türk yönetiminin Yunanlıların belirttiği gibi kesintisiz
olmadığını biliyordum ama düzenli bir mahalle kurabilecek kadar da uzun ömürlü
olduğunu da sanmıyordum. Katedrali, kiliseleri ve evleri ile bir İtalyan
kasabası burası. İçeriye girmeden denize bakıp kalderayı, Egeyi, ilerilerdeki
küçük Thirissa adasını seyrediyoruz. Ana baba günü. Aradan girip iç kesimlere
giriyoruz. 2,5 euroya tavuklu döner pardon giros yiyerek öğünü aradan
çıkarıyoruz.
Can Abilerin yanına dönüp soluklanıyoruz.
Aşırı yanmışız. Yol üzerindeki markete uğruyoruz. Tanesini 1,5 eurodan
aldığımız içme sularının altı tanesi 1,20 euro. Yağmalıyoruz. Su herşey. Ne
bulursak alıyoruz. Dışarıda yemekten dolayısıyla masraftan kurtulacağız bu
şekilde. Ama içim buruk. Artık marketten beslenmek bile pahalılanmış.
Perissa ‘nın sahiline yöneliyoruz.
Karanlığa kaldığımız için pek ilerlemiyoruz. Karanlığı umursamayan Küçük
motosikletler hızla etrafımızdan gürültüyle geçip gidiyor.
0 Yorumlar
Yorumlarınız