Uyku bana haram. Bir şey göremediğim ama koltuğumda bir o
yana bir bu yana sallanmamdan epeyce virajlı bir yoldan geçtiğimizi anlıyorum.
Bulgaristan çıkışında pasaportlar toplanıyor. Bu kez bende bir problem yok ama
otobüsten birilerini epeyce tutuyorlar. Bir buçuk saat kadar neden olduğunu
bilmeksizin bekliyoruz. Bu sırada iki
Türk otobüsü daha geliyor. Bizim işimiz bitipte Makedon sınırına ilerlerken
aracımız Türk otobüslerindeki yolcuların indirilmiş, bagajlarının kontrol
edilmek üzere sıralanmış olduğunu görüyorum.
Makedon sınırından hızlıca geçiyoruz. Sabah 6 gibi (ki Üsküp
ile aramızda bir saat fark var) Üsküp'te oluyoruz.
Ardaki tüm dükkanlar, ofisler kapalı. Sadece tuvalet açık.
Makedon Dinarı'mız olmadığından tuvaleti bekleyen Çingene kadına adam başı 1
leva veriyoruz. Daha pis bir tuvalet görmüşlüğüm yoktur sanırım.
Nihayet zaman geçtikçe ofisler açılmaya, görevliler gelmeye
başlıyorlar. İnformasyondan Tiran ve Prizren'den Üsküp ‘e giden otobüslerin
saatlerini öğreniyorum. İnformasyondaki kadın bir yandaki gişeye geçip döviz
bozmaya başlıyor. Halbuki yarım saat önce para bozdurmak istediğimi
söylediğimde kadın yüzüme bön bön bakmıştı. 100 euro bozduruyorum. Kur sabit.
61,2 olarak bozuyorlar euroyu.
Dükkanları teker teker dolanıyorum. Her gün Üsküpten
İstanbula üç firmanın 16:00 ‘da Hisar
Turizm ‘in ise bunlara ek olarak 18 ve 19 ‘da birer otobüsleri olduğunu
öğreniyorum. Hatta yolcu sayısına göre ek seferlerde koyuyorlarmış. En büyük
korkum vaktinde gara gelmeme rağmen otobüste yer bulamamak. Adam bana yolcu
listelerini gösteriyor. Ramazan başında ve bayrama doğru kalabalık olduğunu
öteki günlerde pek yolcu olmadığını anlatıyor. Üstüne üstlük üşenmeyip bana
yolcu listelerini gösteriyor tekrar gün gün. Yüreğime su serpiliyor.
Keşif amaçlı
olarak tüm garı dolaşırken kapısında bilet fiyatlarını ve sefer saatlerini
gördüğüm Ohrid Ekspres firmasına girip 14:30 için bilet alıyoruz. Adam başı 420
MD. Eğer bileti gidiş dönüş almış olsaydık ödeyeceğimiz para 670 MD olacaktı.
Sırt çantamı da dükkanda bırakıyorum. Kadın bize hangi yönden merkeze
gideceğimizi de işaret ediyor. Mesafenin yakın olduğunu, yürüyebileceğimizi,
taksi tutmaya gerek olmadığını söylüyor ısrarla.
Bizde kadının dediği gibi yapıp yürüyoruz ve kısa sürede
Vardar Nehri'ne varıyoruz. Modern köprüden geçerek nehri aşıyor ve solda
gördüğümüz kiliseye giriyoruz. Temiz, düzenli, pek bir özelliği olmayan bir
kilise. Pazar ayini için gelenlerin tiplerine, kılıklarına kıyafetlerine bakarız
demiştik ama epeyce erken gelmişiz. Tütsü kokusu üzerimize sinmeden çıkıyoruz
tapınaktan.
Dışarıya çıkar çıkmaz gördüğüm ilk şey karşıdaki tepelerden
birinin (Vodno Dağı imiş burası) üzerindeki haç oluyor. Bu coğrafyadaki tüm
şehirlerde de olduğu gibi bu şehrinde üzerinde altmış altı metrelik dev bir haç
inşa etmişler. Bahane olarak Hristiyanlığın iki bininci yılının kutlanması ve
kutsanması olarak göstermişler.
Caddeden
ilerlerken ileride, solda kaleyi görüyoruz. Ama orası daha sonra uğranılacak
bir durak. Önceliğimiz caddenin sağ tarafında kalan saat kulesi ve Sultan Murat
Camii.
Fakir görünümlü bir semtin içine doğru ilerliyoruz. İçimizde
en ufak bir huzursuzluk yada güvensizlik yok. Bize aitmiş gibi görünen
sokaklar. Gümülcine'nin mahalleleri gibi diyor eşim.
İlk önce saat kulesini görüyoruz. Saat kulesi ilk olarak
1566 ‘da yapılmış. Üst kısmı ahşap olan kulenin saati Macaristan'dan,
Zigetvar'dan ganimet olarak getirilmiş. Orijinal
yapı 1689 yılında Üsküp ‘ü kuşatan Avusturyalılar geri çekilirken şehre
yaptıkları top ateşi sırasında yanar. Yeni kule 1904 ‘te inşa edilir. Ama bu
kez 1963 depreminde hasar görür. Saat tamir edilsin diye Sofya ‘ya gönderilir
ama gidiş o gidiş bir daha saatin ne olduğu öğrenilemez. Makedonya'daki en
yüksek saat kulesi imiş. Beton bir kaidenin üzerinde yükselen kırmızı kırmızı
kulenin üzerine bir kat konularak devam eden yapının tepesinde ise zoraki, soğanımsı bir kubbe, onun da dört bir yanına saatler yerleştirilmiş. Bir
türlü ısınamadığım, sevemediğim bir yapı. Bir zamanlar öyle bir çalarmış ki
sesi çok uzaklardaki köylerden duyulurmuş.
Yakınlarındaki Sultan Murat Camii ise kapalıydı. Bunun yanı
sıra kapısından gördüğüm kadarıyla oldukça zarif ve düzenli bir bahçesi var. Balkanlardaki
en büyük Osmanlı camisi. Bir zamanlar burada bir manastır varmış. Kapısında
durup da içeri bakıp kapıyı açmaya çalışan yaşlı adama selam veriyorum. Balkan
dillerinden biriyle cevaplayınca “İstanbulluyum” diyorum. Türkmüş, daha doğrusu
Novi Pazarlı Müslümanlardanmış köken olarak. Çok eskiden Türkiye'ye göçüp, işini
kurup büyütmüş. Parası çok, işi sağlam olunca Sırplar vatandaşlığa davet
etmişler. Reddetmiş. Bununla beraber “buralarda bitecek, Türkiye'den besleniyor
bunlar hep” diyor. Epeyce konuşuyoruz. Bize epeyce yardımcı oluyor. Bitpazarına
dek bize eşlik ediyor. Onun yolu Atina ‘ya dek uzanacakmış; bizimkisi ise
Adriyatik ‘e dek gidecek…
Bitpazarındayız. Yada Makedonya'daki söylenişiyle bitpazarska
‘da. Her ne kadar sabahın körü dahi olsa tezgahların üzerleri dolmaya başlamış,
dükkanların kapıları açılmış.
Tezgahların arasında dolaşıyoruz. Börülceye benzer ama mum
görünümlü, sarı sebzenin “borani” olduğunu öğreniyoruz. Üstü çizik çizik
biberlere bakıyoruz hayretle. Fiyatları bizle kıyasladığımızda ne denli ucuz
olduğunu görünce daha da hayret ediyoruz.
Sonrasında kahve içmek için daha önceden gözümüze
kestirdiğimiz salaş bir mekana gidip dışarıdaki iki masadan birine kuruluyoruz.
“Türk kahvesi” istiyoruz. Kahveci anlamıyor bizi ve Türkçe bilen birilerini
arıyor.
Bundan sonrası bir
Türk klasiği. Türk konukseverliğinin, Türk misafirperverliğinin ne olduğunu
sadece görmüyor, yaşıyoruz. Nereden geldiğimiz soruluyor. Önce “buralı mısınız”
diye soruyorlar. Olmadığımızı söylüyoruz. “Gezmeye mi” diyorlar “evet” diyoruz.
Hayretle bakıyorlar bizlere. Ortam daha da samimileşiyor. Kahveler geliyor
masaya. Üsküplü esnaftan biri bir kutu bisküi ikram ediyor. Öyle bereketli ki
bu kutu tüm yol boyunca bizim kurtarıcımız oluyor. Konuşuyoruz. Makedonya'daki
yaşamı, ekonomik durumu, özellikle Türk olmayı. Artık ülkemde bile zor olan
Türk olmanın burada daha bir zor olduğunu görüyoruz. Konuştuğumuz kişiler
İstanbul'dan mezun. Vedalaşıyoruz. Kahvenin parasını ödemeye gidiyoruz. Adam
“hesap tamam” anlamında bir el hareketi yapıyor bize. Esnaf arkadaşlarla
helalleşiyoruz tekrar. Defalarca benzerini yaşayacağımız gibi Türkiyeye selam
gönderiyorlar. Kişisi belli olmaksızın, tüm bu topraklara gönderilen selamlar…
Çarşıyı dolaşıyoruz. Önce kaleye yöneliyoruz. Her Türkçe
levha, her Türkçe ses dikkatimizi çekiyor. Önce Mustafa Paşa Camii'ne uğruyoruz.
Cami onarımda. Çalışanlar Türk ve onarımı TİKA yapıyor. Benden alınan
vergilerin doğru yerlere gittiğini hissettiğim ender anlardan biri.
1492 ‘de inşa edilen cami tek şerefeli, tek minareli, tek
kubbeli bir yapı. Güzel bir giriş kapısı var.
İşçilere selam verip minareye çıkmak için destur istiyorum
gırgırına. Minare olmaz ama istersen içeri gez diyorlar. Adamlar zaten harıl
harıl çalışıyorlar, kalabalık etmeye gerek yok diyor kaleye doğru yolumuza
devam ediyoruz.
Kale belki de
şehrin en eski yapılarından. Roma şehri Skupi ‘nin de kalesi bu noktadaymış.
Bizanslılar, Bulgarlar sonrasında bizimkiler… Her biri birer taş koymuş bu
duvarlara. Biz 1392 ‘den 1913 ‘e dek kalmışız bu kalede. Günümüzde görünen
kalıntılar, temeller genelde 18. yy yapımı. Avusturyalıların kuşatmasının
ardından kale tekrar berkitilirken inşa edilmişler. Sonrasında 1953 ‘e dek
Yugoslav ordusu kullanmış kaleyi ama sonrasında onlarda terk etmiş.
Kalenin içerisinde
pek bir şey yok. Yukarıda saydığım gibi ne olduğu anlaşılamayan kalıntılar,
temeller. Yetmiş burçtan kala kala üç tane kalmış ayakta. Ama bunlar oldukça
iyi restore edilmiş tıpkı Vardar Nehri'ne bakan surlar gibi. Burçlara girmek
mümkün değil, kapıları kilitli. Bizse burçlar arasında yürüyor, yoruldukça
durup manzarayı seyrediyoruz.
Balkanlardaki tipik toplumsal ayrım burada da kendini
gösteriyor. Karşı tarafta tepelerinin birinde dedim de zikrettiğim gibi devasa
bir haç, düzenli, yüksek, bakımlı binalar. Bizim tarafta ise iki katlı
binaların arasında labirentimsi, dolambaçlı sokakların içinde tek tük
minarelerin altında müslüman mahalleleri. Arada Pazar ayinine çağıran çan
sesleri geliyor kaleye. İki ayrı dünyanın, iki ayrı düşünce yapısının karşı
karşıya geldiği bir yer gene.
Eşim zorlanıyor ama ben koşturup en yüksek burca çıkıyorum.
Burada bir Japon turist ile konuşuyorum. Bizim gideceğimiz yerlerden yeni
gelmiş. Güvenlikle ilgili bir problemin olmayacağını ama dolaşmaktan
yorgunlukla ilgili bir problemimiz olacağını söylüyor gülümseyerek. Zaten bu
Uzakdoğulular her zaman gülümsüyorlar konuşurken. Vedalaşıyoruz. Tek başına
dolaşmaktan sıkılmış, bizle dolaşmak ister gibi bir hali vardı. Eşim
“söyleseydin keşke bizle dolaşabilirdi” diyor.
Kaleden çıkıyoruz.
Kaleden gördüğüm, girişe göre güneyde kalan ve kervansaray sandığım yapıya
doğru ilerliyoruz. Meğer burası Sveti Spas Kilisesi. Avlulu, Safranbolu
evlerini andıran bir yapı. Avlusundaki kuyunun 38 m. derinliğinde olduğunu
söylüyor görevli. Buradaki insanlar Bulgar olsun, Arnavut olsun, Makedon olsun
sanki siz tüm bu milletlerin dillerini biliyormuşsunuz gibi sorularınıza kendi
dillerinde uzun uzadıya cevap veriyorlar. Bahçede, ahşap çan kulesinin yanında
Makedonların milli kahramanı Goce Delchev ‘in mezarı bulunmakta. Osmanlı
hükümetine, yönetimine karşı dağlara çıkan, askerimize, halkımıza kurşun sıkan
bu musibeti 1903 ‘te bizimkiler yetmiş küsur eşkıyası ile beraber kuzey
Yunanistan'da yakalayarak tepelemiş. Ama Makedon görevliye göre “büyük bir
devrimci”. Sanki Che Guevera adam.
Bahçesinde başka mezar taşları da var. Zeminde, duvarda, pek
çok yerde. İkonoklastisi de meşhur ve Gelchev Müzesi olarak da kullanılmakta.
Girişi 100 MD. Eşkıyanın hıyanetini seyretmek için kuruş çıkmaz cebimden.
Girmiyorum.
Çıkıp tekrar çarşıyı
ama bu kez sokak sokak gezerek taş köprüye gidiyoruz. 1550 yapımı Kurşunlu Han ve yine yakın tarihli
Sulu Han müze olmuş, yaşıtları Kapan Han ise güzel görünümlü bir restoran. Çifte
Hamam ise Bursa'daymışız gibi düşünmemize neden oluyor. Kuyumcular, türlü elbise
satıcıları, tuhafiyeciler, şunlar, bunlar tipik bir Anadolu kasabasının
çarşısını adımlıyoruz sanki. Bu sırada Ziraat Bankası'nın şubesine denk
geliyoruz. Bankanın çaprazında karşı tepelerdeki haça yönelmiş Skenderbeg yani
namı diğer İskender Bey ‘in yani Alexander Castirioti ‘nin at üzerinde bir
heykeli mevcut.
Bu ismi çok duyacağız. Arnavutluk'ta ve Arnavutların çok
olduğu her yerde karşımıza çıkacak. Kim olduğunu söyleyeyim hemen. Arnavutların
güçlü ve savaşçı klanlarından biri olan Castrioti ’lerin üç oğlu da Edirne Sarayı'na
rehin olarak getirilir ve Enderunda aldıkları eğitimle beraber yeniçeri olarak
orduya alınırlar. Zamanla Aleksandır memleketine yönetici olarak gönderilir. 1443
‘te Macarlar ile uğraştığımız sırada Kruja kalesini üs olarak tutarak Osmanlıya
isyan eder.
Coğrafya çok dağlıktır, Arnavutlar da iyi savaşçılara sahip
inatçı insanlardır. Papalık ve Venedik ise her türlü destek vermektedirler. Pek
çok Osmanlı saldırısına karşı başarıyla ülkesini savunur. Epey başa bela olur.
Arnavutlara göre 120,000 Türk askeri bu saldırılarda şehit olur. Bence Fatih Osmanlı savaş makinesini gereksiz
yere kullanmamak için 1461 ‘te İskender ile barış yapar. 68 ‘de ölünce
kız kardeşi isyanın başına geçer. Fakat Osmanlı artık Venedik ‘e baskı
uygulamaktadır direkt olarak ve diğer baş belaları saf dışı edilmiştir. Osmanlı
savaş makinası Arnavutluk ‘a yüzyıllarca çıkmamak üzere girer.
Taş köprüyü
görüyoruz nihayet. Fatih tarafından eski bir Bizans Köprüsü'nün olduğu yerde
inşa ettirilmiş. Köprüye girmeden solda yine tamirat gören bir hamam var.
Burası Davut Paşa Hamamı. Günümüzde Ulusal galeri olarak kullanılmakta ve
kapısı kapalı diye içeriye girmemezlik etmeyin. (Biz girmedik) Meğer arkadaşlar
kapıyı kapalı tutarmış. Buranın yerel hikayesine göre hamamı yaptıran paşa
adını bilmediği bir kıza aşık olmuş. Hamamın kubbeleri kızın göğsünü
simgeliyormuş. Geceleri, hamamın içinde yakılan kandillerin ışığı kubbenin
tepesindeki cam bölmelerden göğe yükselir, paşa bunu görüp kızında kendini
düşündüğünü düşünürmüş. Burayı da geçip taş köprüye çıkıyor ve meşhur Vardar Nehri'ni seyrediyoruz. Sığ, çokta hızlı akmayan bir nehir. İlerideki bir başka
köprünün altında suya girip balık avlayan insanlar var. Köprünün ortasındaki
köşk kısmına oturup dinleniyoruz. Tam karşımızda bir plaket var. Karposh diye
bir isyancıyı adamları ile birlikte 1689 ‘da burada idam etmişiz. Burada da
“Makedon devrimci” yazmakta. Demek ki buralarda bize karşı isyan eden her bitli
“devrimci” diye anılıyor. Bense Osmanlı Makedonya'sının kalbinde şehri kurtarmak
için ta Kırım'dan gelen atlıları düşlüyorum köprü üzerinde. Kim bilir belki de
benimde atalarım o ordunun içinde bu köprüdeydi. Olayın hikayesini anlatayım
size. 1683 ‘teki dönüm noktasından kısa bir dönem sonra Avusturyalılar güçlü
bir ordu toplarlar ve başlarına Viyana'daki Sienalı asillerden Piccomolini ‘yi
koyarak Balkanlara salarlar.
Ordu Belgrat ‘ı,
Saraybosna ‘yı nasıl aşmış şimdilik bir bilgi bulamadım. Fakat aynı yıl Üsküp
‘e gelip şehri kuşatmış. Viyana kuşatması sonucunda ülke tam bir keşmekeş
içinde olduğundan her hangi bir kurtarma ordusu da gelmemiş. Avusturya işgali
diye pek çok kaynak yazdığına göre kale hariç tüm mahalleler ele geçirilmiş
olmalı. İşgal güçlerinin komutanı Piccomolini anılarında Üsküp kadar güzel bir
kenti Avrupa'da görmediğini yazmış. Bu kuşatma sonucunda 50,000 kişilik Üsküp'te
nüfus çıkan salgınların da etkisiyle 10,000 kişiye dek düşmüş. Durumdan
istifade eden pek çok gayri Türk unsur isyanlar çıkartmış. İşte bunların en
ünlü ve etkilisi günümüz Bulgaristan'ında kalan bir yerleşimin yerel yöneticisi
olan Karposh.
İlginçtir muhtemelen kendi içlerindeki Slav unsurlar içinde
tetikleyici olur diye Avusturyalılar Karposh ‘u direkt ve alelen
desteklememişler. Osmanlı ise sorunun çözümü için Kırım Hanı'nı
görevlendirmişler.
Han ‘ın ordusunun yürüyüş haberi dahi Avusturyalıları
tedirgin etmiş. Yol üzerindeki isyanların ortadan kaldırılışı ile ilgili
haberler ise işin tuzu biberi olunca panik havasını körüklemiş. Piccomolini
geri çekilirken ağır silahları ile şehri çok kötü bombalamış. Saat kulesi bu
bombardımanda hasar almış. Aslında bir kaç bina dışında tüm şehir yıkılmış. Koyu
Hristiyan siteler şehrin vebadan kırılmasını engellemek için yangın çıkartmak
amacıyla bombardıman yapıldı diye yazmakta. Irak ‘a da demokrasi ve özgürlük
getirmek için geldiklerini hatırlayınca olası görünüyor.
Neyse Nemçeliler başarılı bir şekilde çekilmiş. Hoş kalan
artçılar uzun süre acıyla anılacak derecede imha edilmiş. Türk otoritesi Üsküp
ve çevresinde tekrar sağlanınca Karposh ve adamları da Tatar atlılarınca yakalanmış.
İsyan hikayesi köprüde sonuçlanmış. Bizde ise tarihin pek bilmediği Avrupa'daki
son Kıpçak istilası…
Geri dönüyoruz. Açız. Çarşıya açılan kısımdaki Türk
dükkanlarına rehber kitapların önerdiği mekanı soruyoruz. “Oraya gitmeyin,
etlerde domuz eti var onlarda” diyor.
Öyleyse düzgün bir yer tarif et diyoruz. Bir yer tarif ediyor. Adamın
anlattıkları kafamdan anında çıkıyor ama neyse eşim böyle durumlarda benim
açıklarımı kapatıyor. “Sonra uğrayın, bir kahve içeriz” diye sesleniyor bize
arkamızdan.
Sora sora adamın bize tarif ettiği mekanı buluyoruz. Garson
çocuk Türkçe bilmiyor. Ustasını çağırıyor. Ustası Arnavut ama neyse ki biraz
Türkçe biliyor. Saat daha yeni 11 ‘i geçmiş. Ne varsa ver diyoruz. Çarşının
ortasında güzel görünümlü bir yer burası. Hafiften gelecek hesap nedeniyle
tırsmıyor da değilim.
İki zarif tabakta
köfte geliyor. Tekirdağ köftesinden pek bir farkı yok. Ayran ise neredeyse
yoğurt kıvamında bir koyulukta. Ortaya getirttiğimiz şopska salatası ise harika
bir şey. Zeytinli çoban salatasının üzerinde çok ince rendelenmiş beyaz peynir
ile servis ediliyor. Üzerine sostu, sirkeydi beğeninize göre kendiniz
ekliyorsunuz. Ama olayı şekillendiren peynir.
İki köfte, bir şopska, iki ayran ve bir kola için 400 MD
hesap geliyor. İkram olarak ise eşime kapuçino, banaysa çay. Onların deyimiyle
demleme çay Türk çayı.
Yemeği gerçekten beğendik. Bunu lokantadakilere söyleyince
epey sevindiler. Vedalaşıp bize burayı tarif eden dükkancıya, teşekkür etmek
için uğruyoruz. Oturtuyor bizi ve limonata ikram ediyor. Limonatanın harika bir
tadı var. Buradaki esnafın şöyle güzel bir huyu var ki anlatmadan
geçemeyeceğim. Mallarına baktığınızda hiç biri bir şey almanız için ısrarcı
olup canınızı ne sıkıyor ne de yaltaklanıyor.
Burada da benzeri
konuları konuşuyoruz. Toplumdaki yozlaşma, Türklüğün ve Türkçenin nasıl
korunduğu, yöredeki Goraniler, Torbeşler gibi toplulukların kimler olduğu gibi
konular. Arkadaşımız adeta rehber kitap. Arnavutluk ‘a Struga'dan geçiş
yöntemlerinden tutunda, Ohri yolunda duraklayacağımız yerlere dek her konuda
içtenlikle bilgi veriyor.
Saat 12 ‘yi yeni geçiyor. Biz de Türk mahallesinden karşı
kıyıya geçiyoruz. Burası apayrı bir dünya. Köprünün buradaki başının her iki
tarafında da birer heykel mevcut. Nehrin aktığı yöndeki selyaranın üzerinde
nehre atlayan bir kadını tasvir eden başka bir heykel daha var. Zaten bu yaka
çeşitli heykeller ile donanmış. Birbirine bakan iki seksi bayanın heykeli,
ayakkabı boyayan adam, üç yüzlü iblis ve niceleri. Çok sayıdaki kafeterya
Makedonya Meydanı denilen bu alanın etrafında gayet zarif şekilde
yerleştirilmiş. Meydana da tıpkı o heykeldeki gibi bakımlı ve güzel bayanlardan
çok sayıda serpiştirilmiş J
Buradan gara giderken gene kayboluyoruz. Yine şuradan
gidelim, burada ne var derken şehrin değişik yerlerinde dolaşıp duruyoruz. Bu
iyi bir şey, bir şehri insanlarıyla, kenar mahalleleriyle, her yönüyle
tanıyabiliyoruz. Buradaki insanlar oldukça yardımsever ve çoğunluk aksansız ve
çok düzgün bir İngilizce ile konuşabiliyor.
Otobüsteyiz. Biz dahil on iki kişi var. Rehber kitaplar Cuma
akşamı bu otobüslerde yer bulma imkanımızın pek olmadığını yazmakta.
Araç önce Türk mahallesi olduğunu zannettiğim yerlerden
geçip Fransız mezarlığını, ardından Amerikan Konsolosluğu'nu geride bırakıp
tekrar nehir yönüne sapıyor. Bu taraflarda sivri külahlı minareler Türk
mahallelerindeki camileri dolayısıyla Türk mahallelerin; süslü, bombeli uçlu
minareler ise Arnavut mahallelerini gösteriyor.
Nehir kıyısında önce Çingene mahallesini ardından yeni
yapılmış gösterişli malikaneleri geçiyoruz. Karşı kıyı gene ayrı telden çalmaya
devam ediyor. Bisiklet yolları, parklar…
Yolda Gostivar veTetova ‘yı geçiyoruz. Buralar sanki ayrı
bir devlet. Her yerde Arnavut bayrakları. Bir düğün alayı geçiyor. En öndeki
arabanın camından kenarları sırmalı bir Arnavur bayrağı çıkartılmış. Upuzun bir
konvoy onu takip ediyor.
Ne zaman sonra Arnavut bayraklarının olduğu bir köyde, büyük
bir balkonda Makedon ve Türk bayraklarını bir arada görüyorum. Her kimin eviyse
o “her kim”in ne kadar cesur biri olduğunu düşünüyorum. Birde buralardan tekrar
ne kadar kolay karışabileceğini. ABD zaten yeterince Arnavutlara gaz vermiş
durumda. Bu coğrafyada Sırpların dişleri kırıldığından beri her şey
Arnavutların lehindeymiş gibi görünüyor.
Bundan sonrasında kesif ormanların olduğu bir yere ulaşıyor,
dolambaçlı yollarda, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen ağaçlık alanları geçiyoruz.
Sonrasında bir milli parkın yakınlarında mola veriyoruz.
Burada20-30 MD ‘ye büyük boyda kızarmış hamur ilerinden alıyoruz. Araç
ağırlıklı olarak bayanlardan oluşuyor. İlginçtir, insanların Türk olup
olmadığını anlayamıyorum. İnsanlar X dilde konuşurken ansızın Türkçeye geçiş
yapabiliyor yada tam tersi durum söz konusu olabiliyor. Kimin ne olduğunu
anlayamadığımız içinde eşim sürekli boş boğazlık edipte başımı derde sokmamam
için beni uyarıyor.
Bir ilginç anekdotu anlatayım. Önümdeki koltukta göğüsleri
fora etmiş bir genç kız vardı. Yolda önce şoföre sonra şoförle konuşan çocuğa
sarkınca her halde o yolun yolcusu diye düşündüm. (Zaten onlar dışında araçtaki
tek erkekte bendim) Yolda bir aziz resmi ve bir kiliseyi gösteren levhayı
görünce bu üçü de ansızın toparlanıp haç çıkarttılar. Sonra gene eskisi gibi
yayıldılar. Epey ilginç geldi.
Sonunda Ohri ‘ye varıyoruz. Ama şoktayız. Araç haritamızda
olmayan “yeni” garda duruyor. Haritaya bakıyoruz, en köşede yeni gar diye bir
ok var. Ne eşim ne ben bu haritaya defalarca baktığımızda halde bu yazıyı
görmemişiz. Otobüsteki çocuklu bayana “Türkçe biliyor musunuz?” diye soruyorum.
Otobüste bir kaç kez Türkçe konuştuğunu işitmiştim çünkü. Gülümseyerek “elbette”
diye cevaplıyor. Şehre gidiş için en makul yolun taksi tutmak olduğunu, bundan
korkmamamız gerektiğini, taksinin en fazla bir euro tutacağını söylüyor.
Bekleyen taksilerden birine isteksizce atlıyoruz. Merkeze
taksi ile gitmek 61 MD tutuyor. Taksi buralarda pekte pahalı bir araç değil
bizler için.
İniyoruz. Zaten
motorlu taşıtların hiç biri daha ileri gidemiyor. Önceden işaretlediğim otelin
olduğu sokağı buluyorum hemen ama orada o otel yok. “Sobe”, “room” diye çok
kişi yapışıyor. Birine soruyorum, adam başı on euro diyor ama tuvalet ortak.
Nazikçe sepetliyorum. Sonrasında sevimsiz, kısa boylu bir kadın musallat
oluyor. 6 euro diyor oda için. Götürmesini istiyorum oraya. Sahildeki yüksek
apartmanın dördüncü katındaki dairelerden birindeki bir oda burası. Tuvalet ve
banyo ortak. Soruyorum üç yaşlı kadın yaşıyormuş dairede. Zaten birisini
görüyoruz, eşi ölmüş olmalı ki siyah elbiseler içinde duruyor. Ama oda çok
basık ve kasvetli. Eşim odadaki dolabı açıyor ve eski erkek ceketleri buluyor.
Kadının ölmüş kocasının eşyaları ile aynı odada kalamayacağını söyleyince
çıkıyoruz.
Komisyoncu kadın merkezde yer olmadığını söylüyor. Elbette
inanmıyoruz.
Dolanırken denk geldiğimiz apartın kapısını çalıyoruz. Diyafondan
gelen sese ne istediğimizi söylüyoruz. Ses, boş bir odası olduğunu söyleyip
kapıyı açıyor ve bizi odamıza çıkarıyor. Oda kirası gecelik 30 euro. Banyosu,
tuvaleti, kliması ve Star ‘ çeken birde televizyonu var. Tamam diyoruz. Sahile
bu kadar yakın, hesaplı ve temiz bir yer bulma imkanımız olduğunu sanmıyorum.
Toparlanıp sahile
iniyoruz. Zaten iki adım yer. Çocukluğumun, gençliğimin Heybeliadasının sahili
gibi adeta. Magnet satanlar, mısır közleyenler, pamuk şeker ellerinde dolaşan
çocuklar. Tam bir cümbüş. Akülü arabalar, çocukların kemerlerle bağlandığı ve
deliler gibi zıpladıkları trambolinler yani türlü para kazanma yöntemleri.
Pastaneden talaş böreği benzeri bir şeyler alıyoruz yemek
için (25 MD) Hemen sahilde bir de McDonald ‘s var. Açlığımızı bastırmak için
buraya da uğruyoruz. Su içinse marketteyiz. Burada iki tip ayran var. Yoğurt
diye satılanlar koyu, ayran diye satılanlar ise daha ince bir kıvamda. Tatları
ise fena değil. Meyve suyu çeşitlerinin ise haddi hesabı yok. Soğuk çaylarda ise
nar ve kaktüs inciri dahil pek çok çeşidini gördük. 1,5 litrelik suyun fiyatı
19-25 MD arasında değişmekte.
Buradan çıkıp yarın Sveti Naum ‘a gideriz diye limandaki
teknelere bakınıyorsakta sonuç nafile…
Odamıza dönüyoruz. Tertemiz ve sessiz odamızda küp gibi
uyuyoruz.
0 Yorumlar
Yorumlarınız