Gün 3
Bu gün tek hedef var. Adanın merkezinde yer alan eski başkent Mdina. Evet, doğru tahmin ediyorsunuz, şehrin adı “medine” kelimesinden türemiş.
Gene Valetta surlarının
dışındaki ana otobüs terminalinden 51,52 ve 53 numaralı otobüsler ile
gidebiliyorsunuz. Eski şehrin biraz dışında bırakılmamıza rağmen yürürken
eridik. Güneş her tarafın beton ve asfalt ile kaplı olduğu bu yerleşimde insana
karşı çokça acımasız.
Yol bizi Roma Villası denilen yere getirdi. Ben kalıntılar beklerken içinde oturulabilir bir bina görünce şaşırmadım değil. Yüksekte kaldığı için de püfür püfür esen bir yer. Buradan içeri girmek yerine Mdina (imdina diye telaffuz ediliyor) Kapısına dek surların önünde kazılı hendek boyunca yürüdük.
Mdina yaşayan bir müze, tarihin zamanda donakaldığı bir yer
gibi adeta. Dar, kıvrımlı sokakları neyseki serin. Binalar meşhur Malta
taşından yapıldığı için hep aynı boyda ve renkte.
1429 yılında Hafsi Arapların Tunus'tan kalkıp burayı
kuşatması ve Maltalılarca şehrin savunulması şehrin tarihi dönüm noktalarından.
O dönemde Malta'da şövalyeler de olmadığından halk kendi başlarına Araplarla
savaşmış. Gerçi efsanelere göre azizler göklerden gelip savaşmışlar. Misal St.
Paul beyaz bir at üzerinde elinde bir hançer ile savaşmış Maltalılarla beraber.
Bizim kuşatmada ise şaşırtıcı derecede bizim ordu buraya yüklenmiyor. İlginç olan bir başka durum ise karşı tarafta buranın savunması için pek bir güç bırakmamış olması. Haçlılar zamanla burayı güvenli bulup yaralılarını getirmeye başlayınca bir askeri güç vücut bulmaya başlıyor anca. Sonra bakıyorlar ki Türkler buraya hiç yüklenmiyor, şövalyeler burayı üs olarak kullanıyorlar. Hatta Ağustos 1565 ‘te savunmasız sahra hastanesini basıp yüzlerce yaralı askeri katlediyorlar ya da esir alıyorlar.
Lala Mustafa Paşa diğer kuşatmacıların ısrarına uzunca bir
süre direniyor. Mdina adanın ortasında olduğundan her yere yakın, şövalyelerin
Türk ordugahına yaptıkları gece baskınlarının da önüne geçilebileceği bir üs
olacak onlara göre. Dayanıklı duvarların ardında gecelemek daha sağlıklı. Öte
yandan Lala Mustafa Paşa ise kendince daha temkinli. Avrupa'dan her an devasa
bir destek kuvveti ile beraber çok güçlü bir donanmanın geleceği söylentisi
yayılmış durumda. Hem su bile Kuzey Afrika'dan getirilirken bu nakliye için
ordunun ikiye bölünmesi ve bir de nakliye konvoylarının güvenliğinin sağlanması
gerekmekte. Çünkü La Valletta Türk Ordusu'nun sefere çıktığını duyar duymaz
adada hasadı erkene aldırıyor ama ürünler kalelere şövalyelere gönderiliyor
Maltalılar açlıktan kırılıyor. En önemlisi de adaya yapılacak bir kuşatma
sonucunda kale içindeki herkesin etrafı sarılacak ve destek gelemeyeceği için
çok kötü sonuçlar ortaya çıkacak.
Buna rağmen Lala, sonbahar için çareyi Mdinayı ele geçirmekte bulur. Ama zaman geçmiş şartlar değişmiştir. Yapılan saldırılar başarılı olmaz ve paşa güçleri bölmek yerine kaleleri ele geçirme planına dönüş yapar.
Napolyon dönemindeki Fransız işgali ise kısa sürse de daha
belalı geçer. Fransızlarla Maltalılar arasında sürekli sürtüşmeler vardır.
Sonunda yerli halk Fransız valinin ikametgahını basıp tüm Fransızların
kafalarını kesip şehrin giriş kapısının önüne yığarlar ve surların ardında
savunmaya çekilirler. Fransızlar durumu sineye çeker.
Neyse günümüzde içeriye Mdina
Kapısı'ndan giriliyor. Okuduğum gezi yazıları buradan araba girmediğini yazsa da
içerisi park etmiş arabalarla dolu.
Girişin hemen sağında zindanlar var. Girmedim. Yemedi. Yüzlerce Türk asker ve denizcisinin esit tutulup işkenceye maruz bırakıldığı mekanlarda gezmek istemedim.Ötesinde Doğa Tarihi Müzesi de var. Pas geçtim ama beleş harita bulur ve çene çalarım diye turizm bürosuna girdim.
Maltalılar konuşkan insanlar. Diyeceksiniz ki, turizm bürolarındakiler konuşkan olmalılar ama bunlar havadan sudan konuşmalara da hemen geçiyorlar. Neyse bedavadan haritamı kaptım ve çıkarken çalışan kız, eğer gece kalkacaksan hayalet turlarını tavsiye ettiğini söyledi. Böylelikle şansımız varsa şövalyelerin gölgelerini hatta atlarının seslerini de duyabilirmişiz. Ben de “iyi bir kız olursa şirinleri görebileceğini” söyledim ama pek bir şey anlamadı.
İlk sol sağ
yaptığımızda tam anlamıyla tarihe balıklama atlamış gibi oluyorsunuz. Sn.
Agatha Kilisesi diye geçen ama aslında bir kadın manastırı olan yapının yanında
Sn. Peter Manastırı yer almakta. Burada da casa (ev) ve palazzolar (saray yada
villa diyelim) dolu. Başta aradaki fark bahçesinin olup olmaması, sonrasında
avlusunun olup olmaması derken nihayetinde aslında bir fark olmadığını anladım.
Katedrale ve yanındaki müzeye giriş paralı. Oldukça turistik bir görüntümüz olduğu için kapıdaki esmer abiyi ikna edemedik. Adam başı on euro dedi. 12 yaşından küçüklere neyse ki giriş ücretsizmiş. Biraz dalga geçer gibi söyledi yada ben öyle anladım. Verdim fotoğraf makinasını Mete'nin eline hem katedrale hem de müzeye soktum.
Mdina'nın daha da daralan, tıpkı bir akciğerin içine yayılan
bronş ve bronşçukları andıran sokaklarına bıraktık kendimizi. Sayısız kilise, şapel bir
o kadar casa ve pallazzo. Gına geldi kapılarından şöyle bir bakar ve geçip
gider olduk. Buna karşın hediyelik eşya satanlar ilginç eşyaları ile bizi
kendine çekmeye devam etti.
0 Yorumlar
Yorumlarınız