Uçak yarı yarıyadan biraz daha kalabalık belki… Bizim Hintli tayfayı baş başa bırakıp boş bir koltuğa geçip uzanıyorum. Bizim şirkete iş yapan iki Hintli mühendis ile beraber nihayet Anadolu yollarında daha doğrusu semalarındayız.
Uçağın penceresinden bakınıyorum aşağıya. Sanırım Acıgöl bu.
Rengarenk bir su. Tuz üretiliyor sanırım ki düzenli havuzlara dönüştürülmüş.
Havalimanında iniyoruz. Pegasus ‘un servisleri bizi Denizli'ye taşıyacak. Bekliyoruz. Her ne kadar havalimanının adı Denizli olsa da Denizli merkezden en az 70 km uzaktayız. Servis bizi otogar yakınlarında bırakıyor. Otel de hemen hemen aynı yerde. İçeri zıplayıp az biraz toparlanıp yollara düşüyoruz.
İlk hedef Karahayıt. Şamil buraları
sağlam araştırmış durumda. İlk defa bir yere gitmeden önce pek araştırma
yapmadım. Yemek yenecek yerler, yerel tatlar ve benim için en ilginci olan
yerel içecekleri doya doya araştırabildim bu şekilde. Otogarın arkasındaki
bölümde ilçelere giden minibüsler kalkmakta. Karahayıt Minibüsü'ne atlayarak
yola çıkıyoruz. Şamil her bir anı kaydedercesine dışarıyı seyrederken Şiv kendi
dünyasında. Bense bu yolları artık tekdüze buluyorum.
Pamukkale'yi geçiyor ve Karahayıt'a ulaşıyoruz. Ben böyle bir yer beklemiyordum doğrusu. Çoktan pansiyonculuk almış başını yürümüş. Termal suların bol olduğu bir bölgede her cüzdana hitap edebilen bir mekan burası. İnip minibüsçülerin işaret ettiği yönde ilerleyip bir parka varıyoruz.
Buranın kırmızı travertenleri meşhur. Öyle Pamukkale
devasalığı beklenmemeli. Parkın girişindeki tümsekten kalsiyum ve demir
karışımı bir su çıkmakta. Kalsiyum beyaz rengi ve temel iskeleti sağlarken
kırmızı ise sudaki demirden gelmekte. Ama yosunlaşmadan oluşan yeşil ve
milletin her yerine ayak basmasından oluşan kahverengilerde azımsanamayacak
ölçüde. Ama aşağılarda ise travertenlerden oluşan havuzcuklar gökyüzünden ödünç
adlıları maviliği yüzeylerinde sergiliyorlar.
Burada takılıp ardından Pamukkale'ye doğru uzanmak üzere
minibüslere gidiyoruz.
Pamukkale'nin bu girişi tur araçlarının girdiği kısmı değildir pek. Aslında klasik Pamukkale görüntüsü ile de ilgisiz gerçekte Hierapolis kısmının girişine aittir. Antik çağdan günümüze uzanan en büyük mezarlıklardan birisidir burası. Aradan geçen binlerce yıla, yağmaya ve yıkıma karşı durabilen taşlar, lahitler ve mezarlar burada ayakta durmaktadır. Buraya giriş benim için sorun olmadı. Müzekart burada geçiyor. Oturma izni olan yabancılar da müzekart sahibi olabiliyorlar. Burada öğrendik ve bizim arkadaşlara da birer tane burada çıkarttık. Kapıdaki görevli arkadaşlar gibi çalışanlar turizmin gerçek ve gizli kahramanları. Kara cahili bile beş dakikalık sohbette nelere önem vererek gezmesi gerektiğini kavratacak kadar temel bilgiyi ayak üstü verebilecek tarzda anlatım yeteneğine sahipler. Şükürler olsun ki ülke ve zenginliklerimiz sahipsiz değil.
Hierapolis “kutsal kent” demek… Ölüm buraya bir kutsiyet kazandırmış. Türlü mezar yapısı burada kendini göstermekte. Oda tipi mezarlar, klasik Likya tipi lahitler… Aklınıza ne gelirse… İlginç olan hepsine girdik. Ama gerek kullanılan taşlar gerekse iklimin burada sert olması nedeniyle süslemelerin önemli bir kısmı silinmiş yada kaybolmaya yüz tutmuş. Zaten, özellikle de lahitlerde gördüğünüz likenler nasıl bir iklimin olduğunu anlatır gibi.
Sağa sola dağılmış lahitler üç gözlü, kemerli bir zafer takına kadar uzanıyor. Takı geçerek yaşayanların dünyasına ulaşılıyor artık. Bundan sonrasında yıkıntı halini almış, kah bir duvarı zoraki ayakta kah bir iki sütunu sahipsizce dikili kalmış kalıntılardan ibaret. Ta ki antik tiyatroya dek. Tiyatro gayet güzel bir şekilde elden geçirilmiş. Genelde Ruslardan oluşan gruplar poz veriyorlar. Hem de ne hoş pozlar…
Buradan aradaki antik havuzu en sona bırakarak yeni açılan
küçük müze kısmına uğruyoruz. Burada bulunan takı vb nin yanı sıra
kurtarılabilen, açıkta bırakılmaya kıyılamayan heykel ve lahitlerde burada
sergilenmekte.
Çıkıp antik havuzun yanına yerleşiyoruz. Havuz adeta küçük bir Slav denizi. Bizim girmeye niyetimiz yok. Ama güneş altında saatlerdir dolaşıyor olmak bizleri öyle yıpratmış ki gölgede kendimizi koy veriyoruz. Çok yorulmuşuz. Bitkin durumdayız. Güneşi hesaba katmadık ama neyseki yanımıza yeterli miktarda su almıştık gelirken.
Az biraz da olsa gölgede uzanmış olmak, arada gelen hafif
bir esinti bizi toparlamaya yetti. Traverten alanına girdik. En son geldiğimde
bu kadar kalabalık değildi. Şimdi ise ana baba günü. Yürüdük. Çıplak ayaklarla
sulak alanda yüründüğünde güneş tepemde ne kadar parıldarsa parıldasın etkisini
hissetmiyorsunuz. Bir de bembeyaz tabakanın üzerinde tamamen zıt renklerde iki
Hintli inanılmaz bir kontrast oluşturuyor.
Bu harika yeryüzü oluşumunu istemeye istemeye bitirdik. Yürüyerek aşağıdaki yerleşime gittik ve yemek işini hallettik. Her ne kadar turist tarifesi çakacaklar diye düşünsek de gayet normal bir fiyat geldi.
Denizli'de otele geldik ve gene bir müddet dinlenelim deyip
kafaları yastığa koyduk. Hintlilerin horultusuyla uyandım. Madem ben
uyuyamıyorum onlar hiç uyumamalı zihniyeti ile uyandırdığımda benim horultumdan
geç uyuduklarını söylediler. Eyvallah dedim.
Akşam yemeği çıktık. Otel ile merkez arasında sağlam bir mesafe varmış. Yürüdük. Meydanın etrafında çok güzel yerler. Bizim Hintlilere tavuklu pilav söyledik bana da etli ne varsa. Bizim çocuklar Denizli fiyatlarına öldüler. İstanbulla kıyaslanmayacak kadar ucuz fiyatlar var. Beni üzen ise yemek yediğimiz yerde yerel gazozları bulamamamız oldu.
0 Yorumlar
Yorumlarınız