Sabah 9:20 gibi uyanıyoruz. Saatin camına vuruyorum bir
problem mi var diye. Neden sonra ancak odada pencere olmadığını hatırlıyorum.
Midem kötü, karnımda bir basınç var. Açlıktandır diyor, dolapta beklettiğimiz dünden kalan sosisli sandviçleri yiyoruz.
Planımız gereği, artık Ürdün'e gidilmeyeceği için Bosra'ya da
uğramayacağız. Gidiş dönüş en az dört saat sürecek ve daha fazla para bozdurmak
istemiyoruz.
İlkin Hatay'dan İstanbul'a dönüşü ayarlamamız gerekmekte. Bunun içinde firmayı aramalıyız. Aramızda gerilimler artıyor iyiden iyiye. Uğur kontörlü telefon bulalım derken ben üç kuruş için yorulmaya ve vakit kaybetmeye gerek yok diyorum. Postane arıyoruz. Alışıldığı üzere bilen yok. Eninde sonunda otele çok yakın bir noktada postane binasını buluyoruz. Hicaz Demiryolları binasının sol çaprazındaki sırada. Ayrıca üst katında bir de pul müzesi var. Ama kontörlü telefon yok. Ne yazık ki bu sonuca ulaşabilmek için sıcakta kaybettiğimiz zaman ve enerjinin hesabı yok. Allah'tan sırt çantalarımız otelin emanetinde durmakta. Haybeye yorgunluk.
Güneşten sakınmak için Süleymaniye Külliyesinin içinden
geçerek Ulusal Müze'ye gidiyoruz.
Müze girişi 150 SP. Bahçeden geçip önce sol tarafa giriyorsunuz. Bu müzenin de girişi Alheer lgharbi Kalesi'nin girişi esinlenerek yapılmış. Neresidir burası bilmiyorum. İşin ilginci ve kötüsü içeride fotoğraf çekmek burada da yasak.
Bu katta benim için en ilginç olan şey üzerinde Yunan
tanrılarının yer aldığı mozaik pano oldu. Panonun sağ üst köşesinde kuzey
rüzgarının tanrısı Boreas yer almakta. Ama ilginç olan BOPEAC şeklinde
yazılıyor olması. Çok istediğim halde fotoğrafını çekemedim. Aynı odanın
devamında güzel birde lahit bulunmakta.
Sol bloktaki en güzel bölüm alt kattaki Palmyra hipojesi. Palmyra'dan çıkarılıp burada tekrar monte edilmiş. Yapı mükemmel.
Girişin solunda tahminen dua etmek için kullanılan üç nef
var. Tam karşımızda ise (yanılmıyorsam) kırk iki bölmeden oluşan mezar kısmı
bulunmakta.Her bir bölmede, mezar sahiplerinin büstleri zarif bir şekilde
işlenmiş. Çok yaşlı ve çok genç yüzler bir arada. Ölümün tırpanı her yaştan
insana dokunmuş. Aradaki boşlukta ise büyükçe, zarif ama görkemli bir ştel yer
almakta.
Arkamda kalan duvarda ise bu hipojenin bulunuşu sırasında
çekilen fotoğraflar sergilenmekte. Fotoğraflara bakınca çöl kumlarının antik
şehri nasılda kapladığını görebiliyorsunuz.
Sağ bölümü gezelim. Burada Ugarit kazılarından elde
edilenler sergilenmekte. Ugarit tahminlerimin ötesinde bir zenginliğe sahipmiş.
İspanyol turist grubuna rehberlik yapan adamın anlatımında Ugarit ‘in “sağlıklı
kadın” anlamına geldiğini öğreniyoruz.
Burada Rakka ‘da bulunan parçalarda sergilenmekte. Özellikle bir ejderha (yada dev bir yılan) ile dövüşen çekik gözlü, atlı adam heykelciği kayda değer. Rehber Moğol dese de saçları at kuyruğu yaparak ören atlılar ilk dönem Selçuklular. Sessiz ve derinden bölgedeki Türk varlığını silmeye yönelik bir propaganda sürmekte.
İslam eserleri reyonundayız. Çeşitli dönemlere ait envayi
türlü eser sergilenmekte. Meğerse Homs'taki Halid bin Velid türbesinde Baybars
‘ın da sandukası bulunuyormuş. Masif ceviz bir sanduka. Ahşap işçiliği çok
güzel. Ama koskoca Kıpçak general için “Arap savaşçı” diye yazmışlar. Pes
doğrusu, delirmemek elde değil.
Karnım kötü. Gördüğüm en kötü tuvalete girmek zorunda
kalıyorum. Üç tuvalet var. Alaturkalardan birinin kilidi bozulmuş, diğerinin
kilidi sağlam ama aydınlatması çalışmıyor. Alafranganın ise kapısının sapı yok
çünkü kuburun içinde...
Derdimin dermanı yanıma ne olur ne olmaz diye aldığım
etkili haplar. Birisini ağzıma atıyorum ama epeyce sarsılmış durumdayım.
Huzursuzlukta cabası.
Burada neler var anlatalım artık İlk başta şam fıstığı.
Ecnebilerin cinnamon dediği kırmızımsı pembemsi renkte etli bir kabuğu olan
yemişin kilosu 200 SP. Bildiğimiz sert kabuk bu yumuşak kısmın altında. Meyvesi
ise yağlı. Isırıldığında bıçağın sabunu kesmesi gibi kesiliyor. Tuzda
pişirilmediği için tadı epeyce farklı. Yarım kilo alıyorum.( Havadar bir yerde,
sıkıştırmadan saklamanız gerekmekte. Yoksa kabuklar büzüşüp kuruyor ve
hediyelik vasfını epeyce kaybediyor )
Şansımıza Halep'ten almaya üşendiğimiz sabunlar burada
karşımıza çıktı. İkişer kalıp zeytinyağlı sabun aldık. Sabun kutusunun üzerinde
Türkçe de var ama sanırım google translateden direkt çevirmişler. Sabunların
tanesi 50 SP. Ayrıca başparmak boyunda oldukça yağlı ama etkili kokusu olan sabunlarda
satılmakta. Ucuza diye neredeyse yığınak yaptıysak da fiyatı yanlış anladığımdan
sadece ikişer tane alıyoruz. Tanesi 50 SP. Lavanta, yasemin ve gül kokusu
(özellikle gül) tarif edilmesi güç bir güzelliğe sahip.
Bunun dışında takı ve süs eşyalarına da bakıyoruz. Bunlarda da güzel modeller var ve fiyatlar bizdekilerle kıyaslandığında oldukça ucuz. Özellikle sabunları aldığımız yerdeki mercan kolye ve bileklikler (tanesi 150 SP ‘den başlıyordu) görülmeye değerdi. Alışveriş yaparken mutlaka ada ne derse desin “tenzilat” deyin. Muhtemelen her halükarda kazık yiyoruz ama hasarı azaltmanıza yardımcı olur.
Buralarda dolaşırken buzdolabı magnetlerine denk geliyoruz.
İlk defa bu denli güzel olanlarına denk geliyoruz. Ben Emevi Camii'ni betimleyen
magnetlerden birine 100 SP veriyorum. Uğur ise tanesi 25 SP den güzel
nazarlıklardan bir kaç tane alıyor arabaya asmak için.
Emevi Camii'nin arkasına geçip biraz dinlenmeyi düşünüyoruz.
Bu bölgede genelde ikinci el eşyalar tabiri ne kadar yerinde olur bilemem
antikalar satılmakta. Genelde sedef kakmalı ahşap sandıklar dikkat çekiyor.
Küçük bir file gözümüz çarpıyor. Fiyatını soruyoruz. Gümüşmüş. Yaklaşık 150
USD. Geçip gidiyoruz.
Caminin arkasında oturup dinleniyoruz. Epeyce yorulmuşuz
ama herkese de birşeyler almayı başardık.
Dönme vakti. Kalkıyoruz. Dönmemiz gereken sokaktan değilde bir sonrakinden dönmeye kalkınca hiç görmediğimiz yerlere giriyoruz. Duvarda asılı levhaya göre halı tamircilerinin bölgesi burası. Ama dolaşmaya devam etmeye ne cesaretimiz nede vaktimiz var. Geldiğimiz gibi geri dönüp doğru sokağa sapıyoruz.
Son kez hava şehitlerine ve Selahattin Eyyübi ‘nin ruhlarına
fatiha okuyoruz. İnsanlar bize hayretle bakıyor.
Nihayet servislerdeki bir adam “Harassa garaj” diye
seslenince sevinçle zıplıyor ve araca atlıyoruz.
Fakat sevinç kısa sürüyor. Çünkü iki dakika sonra iniyoruz.
Adam başka servisleri gösterip “Harassa” diyor. Aktarma yapacağız. Duraktan
kasap kılıklı bir adam çıkıyor. “Harassa
pulman garaj” diyorum. “La” ile başlayan olumsuz bir cevap geliyor. Gene
umutsuzluk. Adam üzerime doğru ilerliyor. Üzerimde “Turkey” yazan ay yıldızlı
tişört var. Kendini gösterip “Kamışlı, en el Türki “ diyor. Elimi göğsüme
vurup “Türki, selamın aleyküm” diye
yanıtlıyorum. Gelin dercesine bir el hareketi yapıp bizi çağırıyor, akan
trafiğin ortasına dalıp bir servisi durdurup bizi bindirip vedalaşarak
karanlıkta gözden kayboluyor. Unuttuğumuz Türkler bizi unutmamış.
Harassa'dayız. Gene ortalık ana baba günü. Yine Xrayden geçiyoruz.
Bu kez çakı gene tespit edilemiyor. Bilet alıp dönüş saati olan 22:00 ‘
beklemekten başka yapacak bir işimiz yok.
0 Yorumlar
Yorumlarınız