Yakın çevrede bir yerlere gitmek ama elbette ki
hesaplı bir şekilde gitmek benim hayat düsturlarımın başında gelmekte. Bunun
için genelde kendi başıma gezilerimi organize etmeyi seviyorum ama bazan turlar
arasından da özellikle son zamanlarda artan kampanya siteleri sayesinde
avantajlı durumlar çıkabiliyor.
Yakın yerler arasında yer
alıpta kendi başınıza ulaşımın çok güç olduğu bir yerde Taraklı. Gerçi insanlar
bu yerleşimi Şener Şen ‘in reklamlarının etkisiyle Mümkünlü olarak tanımaktalar
daha çok. İstanbul'dan Geyve oradan da minibüslerle buraya
ulaşabiliyorsunuz. Tabii, nette hangi
otobüs kaçta kalkar gibi bir çizelge bulamadığım için ucuz turlardan birine
atıldık. İznikte şanslıydık.
Sabah 7 gibi Bostancı'dan
araca atladık. Çok sayıda tur firmasının minibüsleri buradan yolcu toplamakta.
Bu işte iyi para var. Muhtemelen oluk oluk akmasa da sık damladığı besbelli.
Pek kalabalık değiliz.
Ancak on beş kişi kadarız. Ayrıca yerel kanallardan biri de kendi turizm
programı için çekim yapmaya gelmiş.
Hava epeyce soğuk. Korkum
oğlanın hastalanıp başımıza iş çıkarması. Aslında aynı risk benim içinde
mevcut.
Berceste'de kısa bir mola
verip tekrar yola koyuluyoruz. Taraklı ‘ya giden yollarda, ıssız bir yerde
nedensiz bir mola veriyoruz. Her özünü koruyabilmiş yerde de olduğu gibi burada
da yollar oldukça bakımsız ve bir o kadar da virajlı. Arada güneş kendini
gösteriyorsa da yağış olmamasına şükretmek en iyisi.
Nihayetinde kasabaya ulaşıyoruz. Uzaktan canlı bir
muhiti andırmıyor. Fakat araçtan inipte merkeze doğru ilerlediğimizde buraya
turizmin elinin olumlu bir şekilde değdiğini hissetmeye başlıyorum. Konaklar
yenileniyor. Bunu en fazla hissedebildiğiniz yerde zaten bu ana meydan. Burada
Yunus Paşa tarafından Mimar Sinan ‘a yaptırıldığı rivayet edilen “Kurşunlu
Camii” kasabanın hatta Taraklı ‘nın bağlı bulunduğu Sakarya şehrinin en eski Osmanlı yapılarından biri
hatta kayıtlara göre en eskisi. 1517 yılında Mısır seferine gidilirken
yaptırılan camide taşlar arasına harç yerine kurşun döküldüğü için bu adı almış.
(Kimi kaynaklar ismini kubbesinde kullanılan kurşunlara borçlu olduğunu
söylemekte) Mimar Sinan kısmından şüpheliyim. Bu tarihte Mimar Sinan ‘ın bir
yapı yaptığı konusunda tezkirelere bakmakta fayda var. Tek minareli, tek
kubbeli, küçük bir cami. Yanındaki hamamın sıcak suları ile bir sistem
oluşturularak yapının alttan ısıtılması sağlanmış.
Camiyi solunuza aldığınızda
önünüzde ve sağınızda güzel konaklar görebiliyor ve gezebiliyorsunuz. Bu tip
onlarca yapıyı gezdiğimiz için pek ilgimizi çekmiyor. Bizi mutlu eden tek nokta
artık bu konularda bir bilincin ortaya çıktığı ve ulusal ahşap mimarimizin
korunmaya başlanmış olduğunu görebilmek oluyor. Arkamızda kalan “fenerli ev”
yöre için oldukça sıra dışı kaçıyor. Benzerini Divriği'de görmüştüm. Ayrıca
Çakırlar Konakları olarak bilinen iki konakta devlet konukevi olarak
kullanılmak üzere restore ediliyormuş. Haşim Ağa, Abdi İbrahim, Kadirler
konakları diğer güzel konaklardan bazıları.
Sokaklarda turlamaya başlıyoruz. Kasaba iki vadi
arasına kurulmuş. Bir tanesi alışılageldiği üzere Hıdırlık Tepesi diğeri ise
hisar tepe. Bu hisar tepede burç kalıntıları ve kaleye ait bir iki sarnıç
varmış. Böyle bir tur ile tepeye gitmek mümkün değil. Zaten böyle bir havada ve
kaymaya müsait bir zeminde tekken dahi çıkmak akıl karı bir iş değil.
Arnavut kaldırımı yollarda bakımlı bakımsız
evlerin, konakların arasında dolanırken hızlıca kasabanın tarihine değineyim.
Bundan birkaç yıl önce bir iki meraklı dışında pek bileninin olmadığı bu sakin
Anadolu kasabası özellikle yukarıda da belirttiğim gibi Şener Şen ‘in
reklamları ile tanındı. Yıllar önce arkadaşlarım bir fotoğraf turu için buraya
benim önerim ile uğrayıp öve öve bitirememişlerdi. İnsanların yardımseverliği,
yemeklerin ucuzluğu ve halen gelenlere yolunacak tavuk (pardon turist) gözüyle
değil de misafir olarak bakıldığından bahsetmişlerdi. Şehir bu süreç içinde
“cittaslow” olmuş. Aslında zaten kurulduğundan beri bu statüdeymiş bile
diyebilirsiniz rahatlıkla. Çünkü “Yavaş Şehir” olarakta çevirebileceğimiz cittaslow olabilmenin kriterlerini
irdelerseniz; gürültü kirliliği yok, hızlı trafik yok zaten olanlarda genelde
traktör. Yaya bölgelerinin çokluğu meselesi zaten her yer yürüme mesafesinde
olduğundan kendiliğinden çözülmüş. Yerel üretim derseniz tam yerindesiniz.
Geçmişten gelen geleneklerin yaşatılması, yerel ürünlerin pazarlanması ise
burasının belki de en iyi yaptığı şey. Safranbolu'da satılan hediyelik eşya
kutularını açıp bakınırken Çin malı olduklarını görüp yıkılmıştım. Düşünsenize
evinize aldığınız Safranbolu evi şeklindeki magnetler, küçük ev maketleri
genelde Çin malı. Aldığınız her magnet Doğu Türkistan'da soydaşınıza, din
kardeşinize sıkılan kurşunlara sermaye oluyor.
Tarihe dönelim. Çok eski dönemlerde dahi burada
yaşam varmış. Zaten tepede kale olması buranın bir ticaret yolu olduğunun
göstergesi özetle. Osmanlı daha beylik dahi olmamışken Samsa Çavuş tarafından
ele geçirmiş bu kasabayı. O dönemler adı “Dablar” imiş. Zaten haritadan
bakarsanız Göynük, Çavuşderesi gibi Samsa Çavuş ile ilişkili yerlere yakın
olduğunu görebiliyorsunuz.
Evliya Çelebi, ''Taraklı,
Bursa Tekfuru tarafından yaptırılmıştır.Osman Gazi'nin fethidir.Yüzelli akçeli
kazadır.Halen kalesi virandır.Ama kasabası bağlı,bahçeli, beşyüz'e yakın mamur
evi,üzeri tahta ve kiremitlerle örtülü şirin bir kasabadır.11 Camii ve 7
kasabası vardır.Çarşı içindeki camii güzeldir(Yunuspaşa Camii).Bir hamamı,beş
hanı,altı mahalle mektebi ve iki yüz dükkanı vardır.Hemen herkes, kaşık ve
tarak yapıldığından,bu şehre Taraklı der.Dağlar safi şimşir ağacı kaplı
olduğundan halkı bunları işleyip Arap ve Acem'e gönderirler. Suyu ve havası çok
güzeldir.Bütün dağlar ormanlarla kaplı av yeridir.Deresi içinde aktıktan
sonra,diğer bir nehir vasıtasıyla Sakarya Nehri'ne kavuşur.'' diye bahsetmiş buradan. Tabi
zaman, değişen teknoloji, toplu üretim tahta kaşıklara olan rağbeti azaltmış.
Evliya Çelebi zamanında eskiden Yenice
Tarakçı olan adın çoktan Taraklı ‘ya dönüşüp günümüze de bu şekilde ulaşmış
olduğunu anlayabiliyoruz.
Kasaba içindeki yürüyüşümüz
kasabanın pazarına dek sürüyor ve oradan
meydana geri dönüyoruz. Taraklı Meydanı ‘ndaki eski konaklardan biri elden
geçirilerek etnografya müzesi haline getirilmiş. Aslında görünüm olarak bir
konak ama 2. Abdülhamit döneminde okul olarak yaptırılmış. İlk katında, soldaki
odada zamanında kullanılmış tarım aletleri, civardan getirilmiş üzerinde Grekçe
bir şeylerin yazdığı bir iki taş ve köşede sonradan eklenmiş bir odacıkta kaşık
yapan yaşlıca bir adamcağız var.
Sadece bu adamcağız için
gidebilirsiniz. İçten bir adam. Ankara'dan, Sakarya'dan gelen çok sayıdaki gruptan birileri
“kaşıkçılığı sürdürebilecek kimse var mı?” diye soruyor merakla. Adam içtenliği
ile “Kurban olduğumun” diye başlayan cümlesini bu işten kazanç sağlayan iki, üç
köy olduğunu, işlerinin iyi olduğunu ve hatta gelen turistlerle beraber iyice
açıldığını söyleyerek tamamlıyor. İçten
ifadeler, yerel ağız, dik duruş sempatimizi kazandırıyor.
Üst katta da odaların birinde yörenin meşhur
konaklarının maketleri yer almakta. Havadar hoş bir yer ama Safranbolu
evlerindeki gibi ahşap işçiliği detaylı değil. Bu kattan meydanın manzarası çok
güzel ama konağın arkasındaki camlardan da arka mahallelerine bakmanızı
öneririm. Bembeyaz evler ve onarım, restorasyon bekleyen evlerin oluşturduğu
kontrast görülmeye değer.
Çarşıya yöneliyoruz. Hava
soğuk. Sobalarda yakılan odunun kokusu bacalardan çıkan gri dumanla beraber
etrafımızı sarıyor. Tahtanın kendine has bir kokusu var. Reklamlarda karşımıza
çıkan kısım aslında oldukça küçük bir alanmış. Çekim teknikleri ve hileleri
sanki büyük bir yermiş gibi düşünmemize sebep olmuş. Dikkatimi çeken bir başka
nokta ise çarşıda çok sayıda binanın toparlanmış olduğunu ama bir o kadarınında
elden geçirilmeyi beklediğini gösteriyor.
Kapılarının önünde genelde hediyelik eşya ve yerel
üretim besin maddelerini satmaya çalışan kadınları görüyoruz. Beypazarı'ndaki
gibi burada da turizm ve genelde eli ayağı düzgün, kültürel amaçlı gezen seyyahlar
kadınlarında ekonomiye katılmasını sağlamış. İyi de olmuş. Her zaman derim,
çocuğu yetiştiren kadındır. Kadınlarımız kıyısından yada köşesinden ticarete
girip kazançlarını sağladıklarında bunun nedeninin turizm ve kültürel
varlıklarını, geleneklerini korumaları olduğunu kavrayacaklar ve bu durumu
sürdürebilmek için var olanı korumaya devam edecekler ve bunu çocuklarına da
aktaracaklar. Çünkü erkek ekmek parası için yerinden yurdundan ayrılıp gurbete
gider ve çalışır ama kadın toprağını en son bırakan bireydir. Zaten alışveriş yaparken konuştuğumuz satıcı
kadınlar bunun farkındalar ve kesinlikle güvenilir, tok satıcılar. Allah bin
bereket versin.
Beşyüz senelik tarihi
çınarı görmek için kasabanın başka bir mahallesine doğru yürüyoruz. Evler bakımsız
ama bahçeli. Bahçelerin birinde bir hindi var ki baba hindi dedikleri bu olsa
gerek. Küçük derelere ait kollar yolları kesiyor. Yolun solundaki küçük bir
çamaşırhaneye giriyor hanımlar ve ardından güzelce bir dereyi aşarak çınar
ağacına varıyoruz.
Çınar ağacının hemen dibinde bir de çeşme var.
Çeşmenin haznesinden aşan suların yerde biriken kısımları buz kesmiş. Ağacın
içi zamanın birinde düşen yıldırım ile oyulmuş. Ama daha da kötüsü bu oyuk
kısımda define var diyen zeka küplerinin verdiği zararlar. En son içini yakmaya
çalışmışlar. Yani diyecek pek bir şey yok.
Bir başka yoldan çarşıya
doğru yürüyoruz. Sağdan soldan yağmaladığımız elmalar ve alıçlar ile açlığımızı
bastırmaya çalışıyoruz. Serbestçe ağaçlardan bir şey koparmak oğlumun hoşuna
gidiyor. Bu kısımda pansiyon olarak işletilen mekanlar var. Yani internette
dendiği gibi burada konaklama da bir problem değil. 0 544 491
22 15 numaralı telefonu aradığınızda bir belediye görevlisi pansiyonlar için
sizi bilgilendiriyormuş. İlginç ama bir o kadar da faydalı bir uygulama gibi
görünüyor.
Çarşı içerisinde yol kenarında yöresel ürün satan
bir tezgaha yanaşıyoruz. Burada da tarhana idi (bu civarın en renkli tarhanası
kızılcık tarhanası denen kızılcık ve sarımsağın ağırlıklı olduğu ama grip ve
soğuk algınlığına karşı doğal bir ilaç olan tarhanadır) pekmezdi ne isterseniz
bulabiliyorsunuz ama yöreye ait bir iki şey var onları anlatmamak Taraklıdan
bahsetmemek gibi bir şey.
Bunlardan biri “uhut”. İmalatında
şeker kullanılmıyor. Buğday tohumunun bir işleme tabii tutularak hazırlanması
ile üretiliyor. Anlattılar ama detaylarını unuttum. Uzun süren bir üretim
süreci var. Bir tenekenin yarısına dek buğday konulup bir iki günde bir
ıslatılıyor. Tenekenin altına çivi ile delikler açılıyor. Arada çimlenene dek
ıslatma ve karıştırma devam ediyor. Çimlenme başlayınca kurutulup dövülüyor ve
un ile beraber kaynatılıyor. Sonrasında soğutulup satışa hazırlanması için
kavanozlara dolduruluyor. Dediğim gibi süreçte eksik kalan detaylar var. Ama tadı
güzel, denenebilir. Eşim aldı ve ana oğul kısa sürede bitirdiler. Bir başka
lezzet ise Zile Pekmezi' ni andıran görünüm ve tadıyla “Köpük Helvası”. Çöğen otu
bunun anı maddesi. İstediğiniz gibi deneyip tadabiliyorsunuz. Gayet de hesaplı
fiyatlara satın alabiliyorsunuz. Çekinmeyin bizim kültürün ürünleri, bizden
şeyler… Ayrıca unutmadan bir de nohut mantısı diye bir şey daha var.
Nihayet yemeğe
geçiyoruz. Aslına bakarsanız pek bir beklentim yoktu. Meydandaki ağaçlı
bahçede, kendi halinde, mütevazı bir mekandı. Masada garnitür olarak turşu ve
salata vardı. Turşu ev yapımı. Önce çorba geldi. Güzeldi. Zaten soğuk havada
tüm çorbalar iyidir. Ardından etli kuru fasulye geldi. Çok çok iyiydi. Hayatım
boyunca hiç yemediğim ve eşimin zoruyla denediğim keşkek ise güzel bir final
oldu ve gerçekten çok güzeldi. Siz de yolunuz Taraklı' ya düşerse (ki düşürmenizi
öneririm) bu mekana uğrayın. Hem hesaplıdır hem de çok lezizdir. Paranızın
karşılığını misliyle alırsınız.
Yemekten sonra bizde bir şeyler almak için meydanın yanında yer alan
dükkanlara uğruyoruz. Bu arada meydanın yanından geçen suyun Mudurnu Çayı
olduğunu öğreniyorum. Bu çay boyunca bir kültürü, mimariyi, çadırdan
imparatorluğa giden yolu görebilme ve hissedebilme imkanınız var.
Özetle İstanbul'da ve diğer şehirlerimizde acımasızca yok edilmiş
kültürümüzün son izlerini doya doya ve tüm içtenliği ile görüp
hissedebileceğiniz bir yerleşim. Bence kaçırmayın.
Buradan Çubuk Gölü ‘ne geçiyoruz. Yıllar önce, sıcak bir yaz gününde
uğramıştık buraya. Gözüme o zaman belki de suyun çekilmesinin de etkisiyle
oldukça ufak bir göl olarak görünmüştü. Hatta yazımda dünyadaki tüm kurbağalar
burada yaşıyor diye bir not düşmüştüm.
Buz gibi bir hava var burada. Gelen şiddetli rüzgar gölün kıyısının buz
tutmasına neden olmuş. Oğlumun attığı taşlar yüzeyden sekip gidiyor. Bende avuç
büyüklüğünde bir taşla şansımı deniyorum ilkin ama nafile. Ama zevahiri
kurtarmak için büyükçe bir taşı şandelden fırlatıyorum. Taş yüksekliğin ve
ağırlığın etkisi ile buzu delip geçiyor. Ama üstüne basıp ilerleyecek kadar da
gözü kara değilim.
Etraf köpeklerle dolu. İnsanların yanına gelip sırnaşıyorlar ama dikkatli
olmakta fayda var elbette. Gölün kıyında yer alan değirmenlere gidiyoruz.
Zamanında bir dizi için yapılmış bunlar ama dizi tutmayıpta yarıda kalınca
bırakıp gitmişler. Geçtiğim yıllarda gene fotoğraf çekimi için gelen
arkadaşlarım bunların içinde gecelemiş ve tüm gece gölün sivrisineklerinin
besin zincirindeki yerlerini almışlardı. Şimdiyse kapıları kapalı. Yaşayan yada
kullanan var mıdır varsa mülkiyeti nasıl aldılar üzerlerine çözemediğim türden
konular. Ama iyi bir reklam ve pazarlama ile gayet güzel bir konaklama seçeneği
olabilir. Tabii bugün gibi havalarda değil.
Göle uzanan ve
her adımda sallanan iskeleye gidiyoruz baba oğul. Göl burada da iyice
buzlanmış. Buz öyle bir optik etki sağlıyor ki gölün derinlikleri dahi gayet
net görülebilmekte. Gölün dibinden uzanan yosunlar insanı ürkütecek tarzda.
Derinliği 18 m. ye dek iniyormuş. Tabii ki ülkenin her zenginliği gibi burası
hakkında da detaylı bir bilgi bulabilmek mümkün değil.
Gölde balıkçılık serbest. Alabalık ve sazan çıkıyormuş. Zaten göl kıyısında
bu soğuğu umursamaksızın balık tutmaya çalışan iki kişiyi gördüm. Henüz
donmamışlardı. Ama bir şey de yakalayabilmiş değillerdi. Aslında değirmenlerde
kalıp balık tutarak bir iki gün geçirilebilir.
Gölün etrafında peşimize takılan köpeklerle beraber tam bir tur attık.
Manzarası güzel, sanırım ilkbaharda masalsı bir görünüme de bürünüyordur.
Buradan ayrılıp Göynük ‘e geçiyoruz.
Burayı çok
severim. Yeni yapılmış binalarda bile eski mimari tıpkı Avrupadaki
benzerlerinde de olduğu gibi görülür, halkı yardımsever ve içtendir. Bu sefer
kalbimi çalan bir olay daha oldu. Akşama doğru, havanın kararmakta olduğu
saatlerde kasabaya ulaştık. Bilen bilir kasaba Akşemsettin ‘in türbesini
içerir. Ayrıca az kişinin hatırladığı, Osmanlının en yaman savaşçılarından,
taht adaylarından biri olan Gazi Süleyman Paşa’da yakınlarda, kendi camisinin
bahçesinde burada yatar. İşte bu iki türbede de dua etmeye gelen o kalabalığı
görünce duygulandım. Bu toplumda halen bir şeylerin bitmediğini hissettim. Bu
kalabalık belki başkalarınca değişik şekilde algılanacaktır ama onları da benim
nasıl algıladığım biliniyor sonuçta. Bende duamı ettim.
Meğer akşamları Göynük ‘ün tepesindeki zafer kulesi rengarenk
aydınlatılırmış. Bunu da gördük. Akşamın
son ışıkları şehrin beyaz badanalı evlerine vurduğunda girdiğimiz kafeteryamsı
çadırdan hava karardığında çıktık ve İstanbul ‘a doğru yola koyulduk.
0 Yorumlar
Yorumlarınız