Dehşet derecede kötü hissediyorum kendimi. Psikolojik midir,
kısmen; ama adam gibi beslenememek de baş faktörlerden olmalı. Çantamı
toparlıyorum. Çantayı en efektif hale getirdim.
Çağlar'a uğruyorum işim bitince. O da keyifsiz. “Haydi, çıkıp
dolanalım” diyorum. “O zaman pastaneye uğrayalım, ben ısmarlarım” diyor. Hüsnü
ve Enis epeyce önce para bozdurmak için şehre indiler.
Çıktık dışarı. Kashan ‘ın en güzel yanı pastanelerinin olması. İran'da gördüğümüz derli toplu, bizimkileri andıran pastaneler sadece burada karşımıza çıktı.
En yakındaki pastaneye girdik. Güzel görünen yada ilginç
gelen ne varsa ikişer, üçer tane aldık. Otele dönüp lobide atıştırmaya
başladık. Tatlı bir şeyin insanın midesine gitmesi ruhani bir doyum da sağlıyor
dedikleri gibi. Geceye göre, sabaha göre daha iyiyim. Biz atıştırırken Enis ile
Hüsnü de dönüyor. Para bozdurduklarını ve bu zaman zarfında kenti turladıklarını
da söylüyorlar. Anlatılan devasa evlerde pek bir numara olmadığını ekliyorlar.
Toplamda yaklaşık bir saat kadar sonra Kashan ‘dan Abyaneh ‘e ulaşmış olduk.
LP ‘nin mutlaka görülmeli dediği diğer yerler gibi burada da
bir şey yok. Farsçanın çok eski bir lehçesinin konuşulduğu, yaklaşık yüz küsur
kişinin yaşadığı bir köy burası. Halk, genelde yaşlılardan oluşmakta.
Buradakilerin çocukları dünyanın pek çok köşesine dağılmış ama gittikleri
yerlerde had safhada başarılı olmuşlar. Köydeki yaşlılar zamanla ölüyor, emekli
olan ve yurtdışında çalışan çocukları da köye dönüyor.
Yapacak daha fazla bir şey yok. Araca atlayıp dönüş yoluna
geçiyoruz. Beni terminalde bırakıyorlar. Onlarda Kashan'da bir şeyler atıştırıp
öyle Tahran ‘a geçecekler.
Kave terminalinde indiriyorlar beni. Tek başınayım. Bu elbette güvenlik açısından bir problemse de hareket açısından avantaj. Standardım olduğu üzere, istediğim yerde indirilmediğim için okkalı bir küfürle yapıyorum açılışı. İstanbul'dan gelen bir otobüs var terminalde. "Allah'ım bu yol çekilir mi? Hiç biter mi o yol?" İçinden inen tiplere bakıyorum… İran'da olduğu söylenen ama pek göremediğim tipler bunlar. Ama İstanbul bu. Adını yazılı görmek bile beni kamçılıyor. Dikiliyorum olduğum yerde.
Oh, ne zaman istersem sefer var. En azından öyle görünüyor.
Konaklamayı da gerekirse Amir Kabir'de hallederim diye düşünüyorum. Harika.
Hızlıca terminalden çıkıyorum. Yapışmaya çalışan taksicileri hak ettikleri
şekilde tersleyerek ilk gelen 91 ‘e atıyorum kapağı.
Pek kalabalık yok. Ama sırt çantalı bir harici olarak epey
dikkat çekiyorum. Kimi bakıp gülüyor ve Farsça bir şeyler söylüyor. Türkçedeki
pek çok küfür Farsça kökenli olduğu için (sıfat şeklinde olanlar ama, fiiller
bizden) anlayabileceğimi sanıyorum. Sanırım problem yok. Zaten insanlar nereye
gideceğimi soruyorlar. Yardım etmeye istekli olanlarda var oturduğu yerden
nefretle bakanlarda… Türk olduğumu söyleyince “Cengiz Cengiz” diyorlar bana
bakıp bir ağızdan…
Tatil günü olsa da akşam trafiği oldukça kötü. Bunda
İsfahanlıların hiç bitmeyeceğini düşündükleri metro çalışmalarının etkisi de
çok. Zaten “metro” dediğinizde gülerek “inşaat” diyorlar. Bir de hiç
görmediğimiz sayıda polise denk geliyorum bu kez.
Erkekler kısmı zamanla ana baba gününe döndü binen yolcular
nedeniyle. O nedenle kadınlara ait orta kapıdan iniyorum. Arkamdan bir iki ses
geliyor ama benim arkamdan başka erkeklerde aynı kapıyı kullanmaya başlayınca
iş uzamıyor.
İki çocuk bana eşlik ediyor. İkisi de Antalya'ya gelmişler
geçen sene. Her ne kadar zararsız görünseler de tek olmayı tercih ederim. Ne
demişler, “önce tedbir sonra tevekkül”
Meydana varınca çantamı turizm polisine bırakıp öyle
dolaşmayı düşünüyorum. Ama nafile. Polis yardımcı olmak için uğraşmıyor, bana
eşlik eden çocukta dönüp yardımcı olmaya geliyor ama amir olduğunu sandığım
adam “Nuh diyor peygamber demiyor”
0 Yorumlar
Yorumlarınız