Sabahın 5:30 ‘u aşağı yukarı. Hayatım boyunca yaptığım en
kötü yolculuklarımdan birisini yaparak Yazd ‘a vardım. Blogumdaki pek çok yazımda,
yaptığım kötü yolculuklardan bahsetmişimdir hayıflanarak, ama böylesi hiç
olmamıştı. Kafamın karışması, iki kez uyuşturucu kontrolü için otobüse giren
polislerin laf ola beri gele yaptıkları aramalar uykumun içine etmişti. Hele
çaprazımızda gayet sergüzeşt bir şekilde yatan ve araca bindiğimiz andan
itibaren şüphelerimizi üzerine çeken ve üzerine onlarca olasılık inşa ettiğimiz
sakallı adam; polisin ona seslenmesi üzerine çok ilginç bir tepki verdi.
Polis, "nereye gidiyorsun?" tarzı bir soru sordu sanırım. Beriki
uyandırılmanın etkisiyle mi yoksa zaten tipinden de kolayca anlaşılan
arızalığından mı olsa gerek bas bariton bir sesle yanıtladı.
-"Yazd"
"Nerelisin?" yada "nereden geliyorsun?" tarzı bir soruyu da gene
bağırarak (böğürerek de diyebiliriz yanıtladı.
-"Şirazi."
Polis istifini hiç bozmaksızın hatta rahatlıkla “cool” diyebileceğimiz bir tavırla sağ elinin dışını adamın kalbinin üstüne bastırdı ve umursamaksızın neci olduğunu sordu.
Aldığı cevap “Bazargan” (Tacir) şeklinde bir bağırtı oldu.
Polis umursamadı. Biz ise adamın canlı bomba diye bağırmasını bekliyorduk.
Sinirim bozuldu. Biraz kahkahalarla güldüm. Işıkları çift
görmeye başlayınca gözlerimi kapattım ama nafile. Uyarmamıza rağmen şoför efendi aracın
klimasını kapatmadığı için buz kestik.
Isındık sonunda… Genetik özelliğimizden olsa gerek biraz
kontrolü ele aldık mı artık yayılmaya başlarız. Önce terminali turlayıp
Kashan’a araç arıyoruz ama İngilizce bilgileri artık benim oğlanla kafa kafaya
buradakilerin. “Araç yok”, diyorlar. İçinde bulunduğumuz saatte olmadığını
biliyorum, farkındayız ama kağıda da yazsak saat 4’ten sonrası için araç
sorduğumuzu anlatamıyoruz, anlayamıyorlar. Artık Türkçemizin de hükmü kalmadı
bu çölün ortasında.
Dışarı çıkıyoruz. Haritada yakınlarda görülen tren
istasyonununda taşındığını öğreniyoruz. Taksiciler köpekbalıkları gibi
etrafımızı sarıyorlar ama çabukça sepetleyip otobüs durağındaki kızlara ulaşıp
derdimizi anlatmaya çalışıyoruz. Kızlar uzun süre konuşup elime üzerinde Arapça
rakamların olduğu bir kağıdı tutuşturuyorlar. Tren istasyonunun numarasını
yazmışlar.
Adam her seferinde her söylediğimiz yer için bir fark talep
ediyor. Büyük farklar değil ama bizimkiler ifrit oldular. Ben ödeyelim bitsin
diyorum. Az bir farkla anlaşıyoruz. Zaten bir seçeneğimiz de yok.
Önce tren istasyonuna gidiyoruz ama işe yarar bir saatte
tren yok. Eliyoruz. Ardından Zerdüştlerin sessizlik kulelerine doğru
yollanıyoruz.
Ey henüz sıkılmadan ama birazcık sıkılmaya başlayarak beni
dinleyen dost, sık dişini. Başlıyorum artık.
Kulelere pek de yakın olmayan bir noktada indik taksiden.
Soldaki daha heybetli ama çıkışı zor tepeye değil de biraz kaypakça olsa da
sağda kalan tepeye doğru sağımıza bir film platosunu andıran kalıntıları alarak
ilerledik. Dik sayılabilecek bir rampaya vurduk kendimizi. Nefes nefese gayet bitkin
bir şekilde tepeye vardık.
Kuleden aşağıya,
şehre doğru bakınıyorum. 1980 ‘lerden beri kuleler ıssız. (LP 1960 ‘lar diye
tarihlendiriyor bu durumu) İslam Devrimi ülkenin İslam öncesi geçmişini
silmenin derdinde. Ama gözlemlediğim
kadarıyla da halk zaten milliyetçi ve ırki, tarihi kökenlerinin de farkında ve
korumakla meşgul.
Devrim cesetlerin kulelere bırakılmasını yasaklamış. O
nedenle Zerdüştler günümüzde cesetleri ileride, sol tarafta kalan beton
mezarlığa gömüyorlar. (Son cenaze törenine katılanlardan birinin anıları Özcan
Yüksek ‘in Ahşap Fanus kitabında anlatılmakta)
Halen bakınıyorum. Yok olmakta olan kadim bir kültürün son
temsilcileri zamanla yavaş yavaş şu ilerideki mezarlıktaki yerlerini alacak
eğer bir yolunu bulup da Hindistan'a kapağı atmazlarsa. Hayatım boyunca hep şunu
düşünmüşümdür, bir toplumun son bireyi tek kaldığında ne düşünmüştür, bir
şehirden kovulan göçmen başını dönmemek üzere geride bıraktığı şehrine son kez
çevirdiğinde kafasından ne geçmiştir. Ölüm kötüdür, bir şeyi yitirmek hele ama
yok oluşun içerisinde bu yok oluşu izlemek hem de bunu yapayalnız yapmak, yaşamak…
Düşünmek bile istemiyorum.
Taksi ile Zerdüştlerin merkezi tapınağı daha doğrusu ana
“Ateşkadeh”ine geçtik. Madem merkezlerine dek geldik Zerdüştlerden ve Mecusilikte
dediğimiz Zerdüşizmden bahsetmenin zamanı geldi demektir.
Zerdüştlük, Arap istilası öncesinde, İran ‘ın resmi dinidir.
Görünmeyen, tek tanrılı dinlerin ilkidir diye de anılmaktadır. Ahura Mazda bu
dinin en büyük yaratıcısıdır ve etkileri Roma'ya dek uzanmış ve orada da
Mazdaizm olarak taraftar toplamıştır. Bu dinin haç gibi, Davut yıldızı gibi bir
simgesi yoktur. Yaratıcının, ışığın içinden geldiğine inanan ilk Zerdüştler o
dönemde kontrol edilebilen tek ışık kaynağı olan ateşi simgeleştirmiş ve onu
söndürmemeye çalışmışlardır.
Binaya giriyoruz. Hiç sönmeyen, gökten indiğine inanılan,
sadece badem ve kayısı odunu ile beslenen ateşi izledik bir camekanın ardından.
Ayaklıklı bir sehpanın üzerinde pirinçten olduğunu sandığım bir kadehin
içerisinde gayet gür alevlerle yanıp durmakta.
Ateş 474 yılından beri yanmakta inanılışa göre. Ardakandaki
tapınağa 1174 ‘te taşınan ateş oradan Yazd'deki bu tapınağa tam üç yüz yıl sonra
nakledilmiş.
Bir yandaki binada ise Zerdüştler ile ilgili fotoğraflar ve
günlük hayatlarına ait giysiler vb sergilenen mankenler mevcut.
Taksi ile şehrin merkezinde iniyoruz. Tüm bu gezinti için
dört kişi 17 T ödedik.
Yazd kentinin kalbi Amir Çakmak Meydanı. Meydana adını veren ve Amir
Çakmak kompleksi de denilen yapı aslında minareleri olan üç katlı bir duvar
şeklinde de nitelendirilebilir. Kapalı. Zaten sabahın körü. Ama altındaki
boşluktaki şişçiler, kebapçılar yeni yeni açıyorlar kapılarını.
Lonely Planet ‘in gezi haritası doğrultusunda, önce Su
Müzesi'nden başlıyoruz gezimize. Müze girişindeki görevliye çantaları
bırakıyoruz. İkiye kadar gelin diyor.
Badgirler yada rüzgar kuleleri şekil itibari ile yüksek
kuleler. Tepe kısmında radyatöre benzer aralıklar var. Esen rüzgarlar bu
aralıklardan içeri girerek kanat denilen ve yer altında kalan su tünellerine
ulaşıyor ve suyun serinlemesini sağlıyor. Hemen hemen her şehirde bu sistem
günümüzde dahi görülüyor ama Yazd bunu açık seçik ve net olarak göreceğiniz en
iyi örnek. Su Müzesi bu sistemin anlatıldığı, bu sistemin inşası sırasında
kullanılan her türlü aracın teşhir edildiği eski bir ev. Gelmişken girilmesinde
sakınca yok.
Yazd gözlemlediğimiz kadarıyla sarı, kerpiçten bir kent.
Labirente benzeyen belki de labirent kavramının vücut bulduğu bir şehir.
Buranın yakınlarında Kacar dönemi yapılarından Lari Evi var.
Zengin bir tüccara aitmiş.
Çağlar'ın dediği gibi Avrupalılar için çok bir şey olabilir
ama bizler için Urfa, Diyarbakır gibi kentleri gezenler için hatta ukalalık
edeyim benim gibi Halep ‘in fakir mahallerini adımlayanlar için bir başka
kenttir sadece. Ama geldik mi geldik, gezdik mi gezdik.
Dönüşe geçiyoruz. Türbenin önündeki boşlukta oynayan çocuğun
topunu kapıyorum. Hırsla takip ediyor. Beş, altı yaşlarında ama tam topa boğa
gibi atılıp vuracakken topu çekiyorum. Kendi bir yana terlikleri başka bir yana
uçuyor. Gülerken bakıyorum, ufak çocuklardan biri fotoğraf makinamı kurcalamaya
başlamış bile. Aman ne güzel. Önce üzmeden makinemi kurtarıyorum sonra berikiye
penaltı attırıyorum. Güzel atlıyorum köşeye ama küçük velet abartısız bir el
yukarıdan doksana takıyor. Yere düşmemin etkisi ile bileğim sızlıyor, içimde ne
varsa sallandı sanki. Çocuk ise dünya çapında bir kaleciye gol atmış gibi
bağırıp çağırıp zıplıyor karşımda. Ama iyi uzanmıştım topa doğru.
Tahminimizden çok daha kısa bir sürede Su Müzesi'ne dönüp
eşyalarımızı alıyoruz. Hemen bir taksiye atlayarak bizi Kashan ‘a götürecek bir
otobüs bulma umuduyla terminale geçtik. Bilet aldım ama bekliyoruz. Adamlar
hiçbir soruyu cevaplayabilecek düzeyde bir İngilizce bilgisine sahip değil.
Her gelen otobüse soruyorum. Yanıt yok, tek korkum
birilerinin pişkin pişkin karşıma çıkıpta “az önce giden otobüstü” demesi. Kötü
gidişatın tek sorumlusu olarak Hüsnü hariç herkesin (Hüsnü sadece kızgın bana
karşı) ortaya koyduğu tek isim olarak köpek gibi koşturuyorum. Berikiler ise
firmanın bekleme salonunda uyuklamakla meşguller.
Neyse otobüse bindik. Keşke bu rotayı tek başıma bu rotayı
yapsaydım daha iyi olurdu belki diye düşünüyorum. Yanımda oturan Çağlarla
konuşuyoruz. Bu gezide üç kişinin bile
fazla olduğunu, tek kişi bile yapılabileceğini söylüyor.
Dışarı bakınıyorum. Dharmaları görüyorum son kez. Acaba yeni
bir beden bırakıldı mı diye halen dolanan kuşlar var mıdır? Var mı gerçekten
peki. Gözlerim dışarıları tarıyor.
Yol bitmek bilmiyor. Dümdüz ovalarda yapılmış kaleleri
görüyorum. Bence İran'daki her şey gibi bu kaleler de laf ola beri gele
zihniyeti ile hiçbir askeri mantık olmaksızın inşa edilmiş.
Karanlık çöktüğünde, uzaklarda bir ışık denizi gibi yayılıp
boşluğu kaplayan Kashan ‘ı görüyoruz. Sanırım araç şehre girmeyecek. Biz
vızıldayınca yol kenarında bizi indiriyorlar. (Sonradan öğrendik ki
indirildiğimiz yer şehir merkezine terminalden daha yakınmış.)
Zorlukla bir taksici bulduk. Azeri şoförümüz başlangıçta
bizi hiç anlamıyor ama ücret konuşmaya başladığımız andan itibaren Türkçeyi
hatırladı. Artvin yöresini hatırlatan hızlı ritimli ve gayet anlaşılır bir
Azeri şarkısını bangır bangır çalarak kafalarımız sevgi tohumları ile doldurdu
gece vakti.
Ey dost; tüm otellerini gezdik o gece Kashan ‘ın. Yalan
değil, zaten topu topu üç otelden bahsediliyor rehberlerde. Biri kapanmış, ucuz
olanı Azeriler işletiyor, yardımsever insanlar ama mekan epey döküntü ama
kalınabilir icabı halinde. Bir artı, bir lüks aramıyor ve sadece derdiniz
konaklama, kafanızı sokacak bir dam altı ise burası biçilmiş kaftan. Biz ise
bir sonraki otel olan Seyyah Otel ‘i seçtik.
Üç kişiyiz, Enis aşağıda bekliyor. Hüsnü de benim gibi çabuk
parlayan bir tip. Adama nereden bu fikre vardığını sorduğumuzda, bizim
başbakanın Yahudilerle iş birliği yaptığını söyleyerek lafa başlıyor. Biz ise
Tayyip Erdoğan ‘ın ayrı bir birey olduğunu, onun tüm kararlarını
onaylamadığımızı söylüyorum. Bu adamların kendi kararlarını verebilecek bir
kapasitede olmadığını unutmuşum. Hüsnü
ise on iki imamdan girip Kerbela'dan çıkıyor ki adamda bu kadar bilgi olduğundan
şüpheliyim.
Sanırım adam dediklerine pişman oldu. Anlıyorum ki, Şii
düşüncesinin bizlerle bir düşünce paydasına gelebilmesi mümkün değil. Yobazı,
mollası, solcusu, milliyetçisi her kim olursa olsun İranlının biz Türklerle
arası pek yok. Özellikle milliyetçilerinin epeyce takıntılı olduğunu belirtmem
gerek.
Neyse, adam hararetle Abyaneh ‘e gitmemizi önerdi ve bir tur
firmasının kontağını verdi. İçtiğimiz çayların da parasını almadı.
Çayı içerken bu kez Enis'le ben kapıştık. İyice dışlanmakta
olduğumun farkındayım. Yolda yürürken önden gidenler yolu kaybediyorlar.
Panoları gösterip uyarıyorum ama dinlemiyorlar beni. Çağlar bile beni yerli,
yersiz bağırmakla itham ediyor. Yarından sonra yoluma yalnız devam etmeyi
düşünüyorum.
0 Yorumlar
Yorumlarınız