Uyandık. Aradaki boşlukta, aynada kendime bakıp traş oluyorum. Bugün iyi
göründüğümü düşünüyorum. Çantaları otelde emanete bırakıp tekrar yola
koyuluyoruz. Ne yazık ki kalabalığın en büyük handikabı dört kişinin bakımını
tamamlayarak yola düşmesinin neredeyse öğleyi buluyor olması.
Önce bir türbeye giriyoruz. Öyle türbe dediğimde bizdeki
gibi bir oda ve bir sanduka gelemesin aklınıza. Burada türbeler koca külliyeler
şeklinde karşımıza çıkıyor. Aramgah – ı Şah-ı Çerag ‘ta bunlardan biri. Eğer LP
çevirisine takılmazsak Işıkların Şahının Türbesi diye çeviririz. Seyyid mir
Ahmet on iki imamdan Seyyid Rıza ‘nın çok sayıdaki kardeşinden biri. Halifenin
adamları tarafından suikasde uğrayarak ölmüş.
Girişte çantalar fotoğraf makinaları alınıp emanete teslim
ediliyor bir makbuz karşılığında. Kadınlarda ise işte burada başörtüsü tek başına
yeterli olmuyor ve çador ihtiyacı söz konusu oluyor. Tiplere bakıldığında ise
alıştığımız bakımlı kızların yerinde artık daha sıradan kadınlar görülüyor bu
tip yerlerde. Erkekler ise hep aynı. Umutsuz vakalar. İçeride fotoğraf makinası
yasak ama herkes cep telefonu ile fotoğraf ihtiyacını gideriyor.
İçerisi devasa bir avlu. İran'da eğer bizim camilerle
kıyaslarsak çok önemli bir fark daha ilk girişte karşımıza çıkıyor. İran
camilerinde ibadet edilen kapalı alanlar oldukça küçük ve bu bağlamda kubbe çapları
da daha dar. Öte yandan camilerin ve türbelerin iç yüzeylerinde çini kaplamalar
daha çok yer kaplıyor. Burada bir başka ilginçlik daha kendini gösteriyor.
İrandaki camilerin çinilerinin hepsi nedense sırlı değil. Bunda anlayabilmiş
değiliz bir türlü. Ama eğer türbe çok önemli bir Şii kişilikse işin rengi
değişiyor. İçleri, hemen hemen her noktası aynalar, parlak nesneler ile kaplı
oluyor. Buna benzer bir manzarayı Şam'daki Seyyide Rükiye Türbesi'nde görmüştüm.
Ama olayın kalbi işte İran'da elbette ki. Çok da ilgimi çekmiyor.
Bununla beraber avluda, türbede ana baba günü. Ben, bizim
bir geçiş ülkesi olduğumuz için farklı ırklara ev sahipliği yaptığımızı ve bu
nedenle çeşitliliğinde çok olduğunu düşünürdüm. Ayrıca sağdan, soldan da epey
insan nakletmişliğimiz var. Ama İran'da belki bizim kadar olmasa da çok farklı
ırklara ev sahipliği yapmakta. Standart Fars ve Azeri tiplerinin yanı sıra
Türkmen hatta Türkistan suratlı insanlar azımsanmayacak oranda. Yağlı gibi
parlak saçlarıyla Hintliler de hiç az değil.
Çıkıyoruz. Avluda bir şekilde
Enis ‘i kaybettiğimiz için biraz bekliyoruz dışarıda. Yakıcı bir güneş var.
Coğrafi olarak epeyce güneydeyiz. Mayıs ayında böyleyse Temmuz ve Ağustos ‘u
hayal etmek dahi istemiyorum doğrusu.
Enis ‘i de bulunca yürümeye başlıyoruz. Bir yerlerden dönelim
demeye başlamışken ilerilerde Zinat Ol Molk ve Naranjestan Bahçeleri'ni
görüyoruz.
Önce, Zinat Ol Molk ‘a giriyoruz. Eski bir ev İran tarihini etkileyen
kişilerin canlandırıldığı bir balmumu müzesine çevrilmiş. Girişte Pers dönemine
ait tasvirler var. Onbinlere ait bir rölyef görüyorum. Bilen bilir ama ben gene
de anlatayım. Onbinler İran ordusunda imparatorun özel koruma birlikleridir.
Sayıları her zaman onbinde sabit tutulduğu için ölümsüzler de denir bunlara.
İranın saraya yakın asil çocukları bu özel birliklerin askerleri olurlar. Ölen
olursa ölen sayısı kadar aristokrat çocuğu birliğe eklenir. Sayı hep sabit
tutulduğundan bu birliğin askerleri dışarıdan ölümsüzmüş gibi algılanır.
(Burada Herodot ‘un kelimeyi yanlış algılaması nedeniyle yoldaş yerine ölümsüz
olarak batıya naklettirdiği söylenmekte.)
Koridorun ilerisinde ise ilk tanıdık sima, Hallac-ı Mansur çıkıyor
karşımıza. Derisi yüzülen bir düşünür bu. Yapının geri kalan koridorları da
benzeri balmumu heykellerle dolu. Arada bir Türk hatun var. Ülkeyi bir ara
yönetmiş. Bir de modern döneme ait bir savaş pilotu var. Yaptığı İran –Irak
savaşı sırasında bir pazar yerine kamikaze dalışı yapmak. Yeni ideolojinin en
büyük başarısı bu sanırım.
Buradan bir yana Naranjestan Bahçesi'ne geçiyoruz. Giriş İran
standartlarına göre epeyce fazla (3 T). Sonuçta yüksek bir para değil ama diğer
girilen yerlerle kıyaslarsanız pahalı gibi algılamaya yetiyor.
Burası da büyük, bahçeli, havuzlu bir Kacar
dönemi rezidans. Dönemin zengin ailelerinden birine ait olan yapıda gene
aynalarla dolu odaların yanı sıra Avrupa etkisindeki işlemeler, süslemeler
görülüyor. Fakat bu kadar ayna, bu kadar detaylı bezemeler bir noktadan sonra
artık gözü yormaya başlıyor.
Hediyelik eşya kısmındaki görevli ile takılıyoruz. Bu sırada
biri İranlı, biri Kürt ve diğeri Gilani üç kız birden geldi yanımıza.
Gilaniler de sanırım İran kökenli halklardan. Ama bu kız menekşe rengi gözleri
ve dik duruşu ile İran'daki en güzel kızdı bence. Diğerleri gibi bizlerle
konuşurken hoplayıp zıplamadı ve gayet düzeyli davrandı.
Bahçede de biraz oyalandıktan sonra başka başka kızlarla da
konuşup takılıp dışarı çıktık. Özetle pekte bir numarası olmayan bir yer.
Sırada akşam için Yazd ‘e bilet ayarlama faslı var.
Terminale gittiğimizde gece 23:30 ‘da bir araç olduğunu öğreniyoruz ve buna 7,5
T ödüyoruz. Burada Azeri bir çocuğa denk geliyoruz ve o bize yardımcı oluyor.
Bir kez olsun kafamızı çalıştırıp İrem Bağları'na gitmek için
terminalin taksi durağını kullanıyoruz. 3 T ‘e bahçelere gidiyoruz. Gerçi
gişedeki kadının sanki burası yakın mesafeymiş, yürünebilirmiş gibi bir şeyler
dedi (yada biz öyle anladık) ama ben hiç o fikirde değilim.
Bahçelere girişte epeyce bir sıra var. Bunda günlerden Perşembe yani
tatil arifesi olmasının büyük bir payı olduğunu sanıyorum. Bahçelere giriş 4 T.
Bahçe içerisindeki mineral müzesine giriş için ise ayrıca 1 T daha vermek
gerekiyor. Ama gişedeki adam nedense bana sadece bahçe için bilet satıyor.
Bahçeye giriyoruz. Şiirlere konu alan, dillere destan İrem Bağları
aslında bir nevi botanik bahçesi. Kacar dönemi bir bina (ki mineral müzesi
burada) ve onun önündeki havuzun etrafında yer alan bir bahçeler silsilesi.
Daha öncesinde de Selçuklu döneminden kalma bir saray daha varmış. İsfahan'daki arkadaşım, dünyadaki cenneti
gördün diye benim yerime sevinse de ben hala bahçelerin pek bir şeye benzemeyen
düzensiz ve bakımsız bir mekandan ibaret olduğunu düşünüyorum. Kaneo ’da Ohrid
Gölü'nü seyrettim eşimle tıpkı kaleden Kotor Körfezi'ni seyrettiğim gibi. Buna
Irmağı'nın orada görmüştüm cenneti bir köyde. Ve çok zamanlar önce sarışın bir
kızın masmavi gözlerinde de, arkada koyu lacivert fırtına bulutları tüm ufku
kaplamışken denk gelmiştim. Öldükten sonra cennete gider miyim bilmiyorum ama
ölmeden cennetin pek çok yansımasını gördüm bu dünyada ama kesinlikle İrem
Bağları onların arasında değil. Ama üzmek istemedim. Onun günler önceki cevabı
ile yanıtladım onu. Melekler eksikti, İsfahan'daydı benim meleğim dedim.
İrem Sarayı denilen binaya gelmeden hemen önce, bahçenin
kafeteryasında dondurma yada başka bir şeyler yiyebilir, bir şeyler
içebilirsiniz.
İran'da bu bahçeler sadece görsel güzellikler sunmuyorlar.
Aslında bizde de pek farklı değil ama burada bu tip parkların kuytu köşelerinde
birbirleriyle yakınlaşma, daha genç liselilerse tanışma gibi eylemleri
rahatlıkla yapıyorlar. Belki biraz muzurca, belki de ahlaksızca ama bu
çiftlerden birini izledik ve epeyce de gürültücü davrandık. Sanırım İran otoriteleri
yan yana oturup birbirine çeşitli derecelerde dokunan çiftlere pek bulaşmıyor.
Sosyal patlamaların olmaması için bazı durumlarda bakar kör davranmayı tercih
ediyorlar. Yoksa içinde kırmızı Japon balıklarının ve su kaplumbağalarının
yüzüştüğü lakın kıyıları birbirini kesen ama bir türlü birbirine yaklaşamayan
yeni yetmeleri sadece ben görüyor olamam.
Ama haklarını da yemeyeyim yetkililerin. Sanırım daha ileri
gidilmemesi için çimleri, toprakları şuursuzca sulamalarının temelinde bu neden
yatıyor olmalı.
Yorgunuz ve geçmesi gereken epeyce zaman var. Berduşlar gibi İrem
Bağları'nın çimlerine uzanıyoruz. Şimdiye dek çekilen resimlere bakınıyorum,
kimilerine ise daha fazla. Dün bizi daha önceden gezdirmek için söz veren
İranlı iki kez arıyor ama görüşemiyoruz. Attığı mesajı ise kaale almıyorum.
Kaale alacağım mesajlar daha farklı. Ama emin olduğum şey fatura çok kötü
girecek bana.
Açıklıkta uyuyamam. İçgüdüsel bir şey herhalde. Savunma
güdüsüyle ilintili olmalı. Diğerleri uyuyorlar. Kıskanarak bakıyorum onlara. Bu
sırada iki görevli çimlere yatılmaz diyerek bizi kaldırıyor. Sanırım çimlere
yatma sadece haricilere, turistlere
yasak.
Gene de eyvallah diyerek bir insan selinin aksi yönünde çıkışa ilerliyoruz.
Bahçenin girişi bir stadın girişinden farksız bir görünümde. Adrenalinin,
feromonların, envai türlü hormonun, parfüm ve ter kokusunun birbirine
karışacağı bir akşam olacak Cennet Bahçesinde. Bense dilime takılan bir
şarkının eşliğinde kokladığım yaseminin kokusunu hatrımda tutmaya çalışıyorum.
Vakit çok ya; yağı bol bulan Mağribi gibi davranıyoruz zaman konusunda. Yürüyerek
dönelim diyoruz. Bahçenin etrafını turlarken güzel, pahalı evler dikkatimizi
çekiyor.
Yolumuzun üzerinde, hastanenin olduğu pahalı bir semtten
geçiyoruz. Burada kızlar inanılmaz derecede bakımlı ve güzel. Ve de en ilginci
gözlerinin ucu ile bile bize bakan yok. Sanırım al benimiz buraya kadarmış.
Çok uzun bir yürüyüşün sonunda merkeze varıyoruz. Yürüyüş
yıpratıcı oldu. Aç değilim ama acıkanlar var. Yiyecek bir şeyler arıyoruz ama
yok. Öğleyin gittiğimiz yere de gidelim diyenler oluyor ama arada. Benim
dediğim gibi bir şey yiyesim yok. Zaten kafamda kurtlar, tilkiler dolanıyor .
Bir yer buluyoruz ama sadece yemiş olmak için yiyeceğim. Dağılmanın
eşiğindeyiz. Grup ansızın moralman çöküverdi. Ben İsfahan’a döneceğimi
söylüyorum. İtirazlar var. Dönsem ne halt edeceğimi bende bilmiyorum. Sadece
Bam ve Kerman ‘a ödlekliğimiz nedeni ile gidememiş olmak canımı sıkıyor,
gururumu kırıyor. Özetle gidemiyoruz. İçimden bir ses iki bitli Beluci'den korktuğum
için bana saydırırken
kardeşiminkini
andıran bir başka ses bakmakla yükümlü insanlar olduğundan bahsediyor. Bu
sırada Çağlar ise aşırı cimrilik ettiğimizi ve bu nedenle daha kıymetli bir şey
yitirdiğimi, zamanı kaybettiğimizi ve iyi gezemediğimizi söylüyor sürekli. Harfiyen
katılıyorum da neden bundan sorumlu gördükleri kişilerle yüzleşmiyorlar da bana
patlıyorlar anlamıyorum. Grubu bir arada tutmam lazım. Enis nötr. Ben bunları
düşünürken Hüsnü de THY ‘nin uçuşuyla dönmenin planlarına başlıyor.
Tur uzun ve yıpratıcı. Görmeği beklediğimiz pek çok şeyi
göremedik, anlatılan çoğu şeye denk gelmedik. Bunun yanı sıra fiziken de
düşmeye başladık. Şaşmıyorum ama
bunların hepsi konuşulmuştu yola çıkmadan. Yemen, Sibirya yada Kenya
rotalarında olsak neler yapardık birbirimize onu halen düşünür dururum.
Otele dönüp burada vakit geçiriyoruz. Sağ olsun otelin sahibi
rahatça vakit geçirebilmemiz için mescidi bize açtı. Şiraz'dan THY’nin 500 Tl
‘ye uçtuğunu öğrendik. Bu akşam Hüsnü bizimle devam edecek. En azından fiziken
bizle olacak. Bense arada sırada Bam ‘a tek başına git diyen bir iç sesle
kapışıp durmaktayım.
0 Yorumlar
Yorumlarınız