Bize vip diye satılan otobüs özelliklerini anlatmaya
kalktığımda sık bip sesleriyle anlatımımın bölüneceği türden bir araç. Sabah
namazı için araç durdurulmasa durup mola vereceği de yok. Mola kavramı burada
pek gelişmemiş.
Şiraz… Bahçelerin şehri, şiirin başkenti, güllerin şehri, güllerin ve bülbüllerin şehri vesaire vesaire. Amma da çok lakabı vardır bu şehrin. Benim geldiğim yerin adı ise sadece “şehir” idi bir zamanlar. Şehir adını almaya layık tek kentten geliyordum ben. Kentlerin kraliçesinden… İstanbul'dan sonra her yer zaten oyuna mağlup başlıyor. Bir de İsfahan'dan sonra iyice yerle yeksan mekanlar, şehirler…
Şiraz ‘a girişimiz bir hayal kırıklığı. Neyseki benden önce
bu yolu yapan bazı dostlarım uyarmıştı. Gerçi pek çok konuda uyarmışlardı ama
onları dinlemek yerine yazılı olan hayalleri gerçek olarak varsaymayı tercih
etmiştim aptal gibi. Bir çöl şehrine ulaşmış gibiydik. Ve terminalin olduğu
nokta “gibi” den arındırılmıştı.
Terminalde geleneksel atıştırmamızı yaptık Çağlar'la. Konuk olduğumuz
evde yanımıza katık verilen meyvelerle otobüste verilen nesneleri harmanlayıp
işkembeye indiriyoruz. Portakal İran'da iyi değil. Burada en iyi olay,
terminalden şehrin istediğiniz herhangi bir yerine gitmek için taksi
tutabileceğiniz bir merkezin olması. Böylece kazık yemiyorsunuz yada yediğiniz
kazık standart turist tarifesinde sabit bir şey oluyor. Elbetteki burada da
atak bir kadın çalışıyor. İngilizcesi İsfahan'daki hem cinsleri kadar iyi değil.
Ama bizim firmaya gelen cv ‘lerdeki “iyi derecede” yazılı düzeyin de pek gerisinde değil.
Vekil Pazarı'nın köşesinde iniyoruz. Tam karşıda halk kütüphanesi var. Sabahın körü olmasına rağmen açık ve insanlar girip çıkıyor. Arkadaşlarım burada internete girerken(ve tuvalet sorununu çözerken)ben çantalarla beraber en iyi yöntem yerlilerle konuşmak diyerek olayıma başlıyorum.
Etnografya Müzesi haline getirilmiş Vekil Hamamı'nın önünde
güzel sanatlar fakültesi öğrencilerinden oluşan bir kalabalık toplanmış.
Yabancı olmak, renkli gözlü olmak gibi farklılıklar sayesinde ilgiyi üzerimde
topluyorum burada da. Bir iki kız ön plana çıkmak istiyor. Birinin İngilizcesi
iyi ama bir şey bilmiyor; beriki daha ilgili ama “kusura bakma sadece İran için
güzelsin ama ben buraya gezmek için geldim” diye mırıldanıyorum. Neyse ki o da beni
anlamıyor, gülümsüyor saf saf. İsfahan'dan sonra her şey yavan geliyor, ondan
sonra ise herkes sıkıcı.
Bu boşluktan istifade bize Şiraz'ı hatta Persepolis ‘i
gezdireceğini söyleyen arkadaşı arıyorum. Uykulu bir sesle başlayan
konuşma “şurada buluşalım” gibi bir şey
denmeksizin bitiyor. Demek ki İran'da işler böyle yürüyor.
Neyse kütüphaneye giriyoruz. Görevli kıza rica edip
çantalarımızı emanet ediyoruz. Tipik İranlı bir kız. Karar alabilen,
sorumluluğu sırtlayabilen bir varlık bu ırkın dişisi. Daha otel bulmuşluğumuz
yok. Pek istekli görünmese de çantaları alıyor ama 6 ‘ya dek gelmemiz
gerektiğini hatırlatıyor.
İçeriye Zaloğlu Rüstem ‘in şeytanı bir varlığı alt ettiğini
gösteren bir dövüşün resmedildiği bir panonun altındaki küçük bir kapıdan
giriliyor. Kerim Han, 1.Abbas İsfahan için neyse Şiraz için o. Kim ne derse
desin ben ona İran ‘ın Crommwell ‘i adını takıyorum. Nadir Şah ‘ın
generallerinden birisi olarak yaşamını sürdürürken Nadir Şah ‘ın ölümü üzerine
çıkan kaosta diğer iki generalle anlaşarak ülkeyi idare etmiş. Diğer ikiliden
biri diğerini ortadan kaldırınca Kerim Han kolaylıkla kalan tek düşmanının
işini bitirmiş. Han ünvanını kullanmamış onun yerine Reaye-i Vekil ünvanını
kullanmış. Bu da halkın sözcüsü gibi bir anlama geliyor yanılmıyorsam. (Türk kökenli olmadığı için han ünvanını kullanamadığını
sanıyorum) Zaten başa kukla da olsa 3. İsmail ‘i çıkartmış. Fiilen olmasa da
kendinden gelen iki kuşak ülkeyi Zendiler (Zend hanedanlığı) olarak
yönetmişler.
Gene öğrencilerle dolu bir kalabalık daha daldı içeri. Bir
de yaşlı kadınlardan oluşan bir güruh. Özellikle bu son grup çimlerde dolanıp
güllere dalınca bahçevanlarda zıvanadan çıktı. Kale burçlarından da gezmemizin
mümkün olmadığını öğrenince çıkıp turizm ofisindeki görevli ile konuşuyoruz.
Bir başka ucube daha. Adam bize tur kakalamanın derdinde.
Bizse bu adamla konuşmaya devam etmenin bize bir şey kazandırmayacağını anlayıp
birer harita ile ayrılıyoruz oradan.
Gene yiyecek peşindeyiz. Samsung bayisinin sahibi bir bey
bize çayhanenin yerini tarif ediyor. Gidiyoruz. Manavın dizdiği çileklerin o
mis gibi kokusu, iki üç yandaki dükkanın satmaya çalıştığı karideslerden gelen
kokuyu bastırmakta neyse ki. O sırada yukarıda bahsettiğim bey bizi yakalıyor
ve adresi yanlış tarif ettiğini söylüyor. Böyle adamlarda varmış demek ki bu
memlekette. Şaşırıyoruz, epeyce de yürümüştük oysaki.
Bu çayhanelerden herkes o denli çok bahsediyor ki gözünde
iyi bir şey canlanmasın ey dost. Bizim kenar mahallelerde içine girdiğin ve
ikinci dakikasında sigara kokusunun üzerine sindiği, gürültülü, batakhanemsi
mekanlar, kahveler, kıraathaneler İran çayhaneleri ile kıyaslandığında birer
sanat galerisi sayılabilir, içindeki tipler ise saraylı beyzadeler.
Yaşasın oksijen. Persepolis seferi için taksileri
durduruyoruz ama nafile. Kimse gitmeye yanaşmıyor. Birden ekipten biri
Samsungtaki adamı akıl ediyor. Derdimizi anlatıyoruz. Dedim ya adam beyefendi,
bir yerleri arıyor, olmadı yola çıkıp bir taksi çeviriyor. Uğraşıyor sanki
bizden biri gibi. Sonunda bize 80 T ‘ye bir taksi ayarlıyor.
Şimdi bir beyefendiyi anlattıktan sonra başka bir yiğit,
temiz insanı, taksici Ali ‘yi anlatacağım. İsmini rahatlıkla veriyorum.
Malınızı, canınızı rahatlıkla teslim edebileceğiniz bir karakterdir Ali. Eğer
delikanlılığının kitabı Farsça yazılacak olsa idi önsözünü yazacak adam bu
taksici Ali olurdu. (Ha genç nesiller gene okumazdı ya o ayrı, kitabın sayfa
sayısı da az olurdu. Zaten böyle bir kitap da yok.)
Başta Nuh dedi ama peygamber demedi. 80 T ‘den bir riyal
aşağıya inmedi. Yani adambaşı aşağı yukarı 20 Tl bizim paramızla. Bu fiyatı da
biliyorduk zaten. Önce yakıt aldı. 30 T depoyu doldurmaya yetti. Başlangıçta
konuşmadı. Hüsnünün inanılmaz zengin türkü repertuarı bile harekete geçirmedi;
sadece İran tarzı, bol klavye destekli İslami pop müzik dinledik yol boyu.
Persepolis ‘e doğru açılmaya başladı. Başta müşteri ile
zevzeklik etmeyen bir adamdı. Biz ayarttık. O gene de çizgisinden pek de
sapmadı.
Persepolis ‘e geldiğimizde bizimle indi. Havanın sıcak
olacağını söyleyerek bize şapka aldırdı. (4 T) İlginç değil mi? Ya kimimiz bu
çöllere şapka bile getirmemişti, kimimiz benim gibi binlerce km yanında taşıyıp
çantasından çıkarmayı akıl edememişti.
İçeri girerken laftan anlamaz görevlilerle uzunca bir süre
tutulduk. Meğer bize Türkçe rehber ayarlamaya çalışıyorlarmış. Ücreti ile
tabii. Bu bekleyiş sırasında sünnet çocuğu kılıklı biri bize gelip nereden geldiğimiz
sordu. Dört kişi içinde nedense ben atılıyorum konuşmalara ki halen
anlayabilmiş değilim. Türk olduğumuzu söylüyorum. Amerika'da yaşayan bir Ermeni
imiş. Bir müddet birbirimize bakıyoruz. Zamanın donduğu anlardan biri. Bir
müddet sonra elini uzatıyor bana, bende elini havada bırakmıyorum. Üçüncü
türden bir yaklaşım deneyimi gibi oldu.
Daha beklemek istemediğimizden rehbere ihtiyacımız
olmadığını söyleyerek çıkıyoruz merdivenlerden.
Bir zamanlar ki bu zamanlar Büyük İskender nam Avrupalı
sapkının buralara ordusuyla yolunun düşmesine dek olan zaman sürecini
içermekte, küçük bir aşiretten dev bir imparatorluk olan Perslerin daha güvenli
olarak kurdukları bu yeni başkent hızla büyüyor. Anadolu'yu ele geçirip
savaşlarını Yunanistan yarımadasına taşıyan, Atina'yı yakan Persler ile günümüz
İranlı gençleri arasında ortak bir payda bulabilmek mümkün değil.
Genel olarak bazı detaylar vereyim. Bizim Dara dediğimiz
Darius, Daryoş olarak; Keyhüsrev dediğimiz Cyrus ise Kuroş olarak telaffuz
ediliyor. Bu önemli bir şey çünkü bu konuda fanatikleşebiliyorlar.
Ama hangisi olursa olsun sonuçta şehir epeyce hasar görmüş.
Tabii, öğrendiğimiz üzere Hamaney de buradan nefret
etmekteymiş. Biz sınırın bizim tarafımızda Ahmedinecat ‘ı yobaz olarak görürken
buradaki diğer molla tayfası Ahmedinecat için kafir ile aşırı hoş görülü
sıfatlarını kullanmakta. Kadınların açık saçık dolaşmalarının nedeni bizim
Mahmut Abi imiş. Ekonominin kötü olmasının nedeni de.
Aslında İran'ın eskiden yönetildiği bu noktada hızlıca İran'ın
günümüzdeki yönetimi üzerinde konuşmalıyız.
İran'da demokrasi var. Ama çeşitli mollasal fraksiyonların yer aldığı bir
demokrasi. Sol yada milliyetçi bir sağın söz sahibi olabilmesi mümkün değil
elbette. İranda “ayetullah” diye bir kavram var. Günümüzde Hamaney ‘in
bulunduğu bu konum “Allah ‘ın sözü” anlamına geliyor ve ülkenin en üst
kademesi, yargının başı gibi yetkilere sahip. Papa ile eşdeğer bir konumda
diyebiliriz. Ahmedinecat ise Hamaney ‘in bir sözüyle yerinden olabilecek bir
adam aslında. Kimi terörist diyor onun için kimi ise meczup. Ama bir zamanlar
Tahran ‘ın belediye başkanı olan Mahmut Abi bir zamanlar dünya çapında bir
inşaat mühendisi imiş rivayetlere göre. Rafsancani içinse bir kesim çok
faydalı, "aliyyül ala bir zat" derken tutucu kesim “rüşvetçi” diye yaftalıyor.
Avrupalıların demokrasi
Önemli bir kesim molla sisteminden rahatsız değil. Nasıl
olsun ki, devletin halka epeyce sübvansiyon sağladığını söylemeliyim. Komşuları
gibi kömür dağıtmıyorlarsa da aylık kişi başı yüz yirmi litrelik ücretsiz
akaryakıt yardımı da yardımcı oluyor. Gerçi son beş sene içinde Ahmedinecat ülke
içersindeki bu tip sübvansiyonların önemli bir kısmını kaldırmış ama hepsini
yapabilecek cesareti de yok ki bence bu da ahmaklık olacaktır. Çünkü karşıt
fraksiyon daha şimdiden eski sübvansiyonları geri verme şeklinde halka
vaatlerde bulunmakta.
Dediğim gibi milliyetçiliğin kökeninde tarihi liderler ve
başarılar yatmakta. Persepolis o günlerden bir hatırat. Eğer bir Persepolis
olmazsa geçmişle olan bağlar da kopacak.
Hamaney'in fikri bu. Tıpkı bizde de bazı kesimlerin Kurtuluş Savaşı aslında
olmadı diye böğürmelerinin Farsça versiyonu. Milli başarılar olmazsa, milli
liderler olmazsa ulus bilinci de hızla yok olup gidecek. Tarihinizden konuşmaya
kalktığınızda “faşist” damgası yediğiniz, ortaçağ şartlarının gereğini yapan
bir ulusu istilacı olarak nitelendiren insanların bulunduğu bir ülkeden gelince
sorun yaşamıyorsunuz. Yirmiye yakın kaleyi alan, iki büyük şehri ele geçiren ve
iki büyük ölçekli meydan savaşı kazanan bir ailenin evladı olarak sanırım bu
zihniyete sahip kansızların gözünde epey kötü bir referansa sahibim.
Neyse, İran yönetimi burada dev bir baraj planlıyor. Pasargad
ile Persepolis arasındaki pek çok yeri su altında bırakacak bu bölgelere
ulaşımı engelleyecek bir baraj sistemi. Demek ki barajlar okulda bizlere
öğretilenden çok daha ötede anlam ve amaçlarda kullanılabiliyor. Persepolis
yüksekte kalsa da zaman her şeyi yok eder nasıl olsa…
Ali de bizimle beraber dolanıyor. İlginç bir adam, yerde bir
çöp görse üşenmeden toplayıp çöp kutularına atıyor. Biyonik bir tip olduğunu
düşünüyorum. Ne terledi ne de yoruldu.
Kral mezarlarına çıkıyoruz. Kimlere ait olduklarını Ali
söylemişti ama unuttum. 2. ve 3. Artaxerxes olmalı ama Farsça isimlerini
söyledi bize. Önce sağdakine. Issızlıkta
ilerlerken sansar yada gelincik ama hangisi anlayamadığım grimsi bir kütle top
mermisi gibi bir anlığına görünüp gözden kayboluyor.
İkinci mezara geçtik. Burada da pek bir şey yok. Diğerinden
farkı portalın girişinin üzerinde
faravahar denilen Zerdüşt kartalının olması. Bu terastan aşağılara, uzanan ve
yıkılmış Persepolis ‘e bakınıyoruz.
Artık Persepolis 'ten ayrılma vakti. Ali ‘ye ne zaman şehre
dönebileceğimizi soruyoruz. 8 gibi diyor. Adam gezmeye bizden meraklı imiş.
İstesek, arasak böylesini bulamazdık. 6 diyoruz. Allahtan tavla bilenler için
altıya kadar rakamlar kolay. Yedi olsaydı en ufak bir fikrim yok. Ali ile
konuşurken Türkçe, Farsça, İngilizce, her ne varsa birbirine giriyor. Arap saçı
gibi bir şey ortaya çıkıyor ve yine de herkes birbirini anlıyor.
Rejim yapmak zorunda olduğunu söylüyor. İki ayda yedi kilo
vermiş ve beş kilo daha vermesi gerekiyormuş. "Dondurma yemek istiyorum ama
yiyemiyorum" diye dövünüyor. Doktorlardan sağlam bir uyarı almış.
Yol üzerindeki Nakş-ı Recep ‘e giriş mümkün değil. Yakın
görünen Nakş-ı Rüstem ‘e doğru yola devam ediyoruz.
Burada, büyükçe bir kaya yamaca dört büyük İran
imparatorunun mezarları kazılmış. Ayrıca onların başarılarını betimleyen
kabartmalarda halen netlikle görülebilir durumda. İniyoruz. Neyse, burada en
azından neyin ne olduğunu gösterir İngilizce açıklamalar var.
Ortalık çok kalabalık. Basık, gri gökyüzü insanın içini
kasvetle kaplasa da fotoğraf için iyi bir fon oluşturuyor.
Kaya mezarları net bir şekilde haç görünümünde. 1.Darius,
1.xerxes, 2. Darius ve 1.Artaxerxes ‘e ait olan bu mezarlar İskender ‘in
askerlerince yağmalanmış.
Burada bir de Zerdüştlerin Kabe ‘si denen kübik bir yapı
çıkacak karşınıza. Eskiden ateş tapınağı olduğu sanılsa da böyle olmadığı
öğrenilmiş ama neden yapıldığı bilinmemekte. Kireçtaşından yapılmışa benziyor
ama gidip de kurcalayamadım. Sonuçta İran'dayız, ne olur ne olmaz.
Pasargad ‘a doğru devam ediyoruz. Epeyce bir mesafe
gitmemiz gerekli. Nehir boyunca uzanan çeltik tarlalarını geride bırakıyoruz.
Ali bize bir köy gösteriyor, İran ‘ın en iyi domatesleri burada yetişiyormuş
burada.Ekip sıklıkla uykuya dalıp uyanıyor. Arada denilene göre bende birkaç
kez rüyalar ülkesine gidip gelmişim.
Nihayetinde, uzunca ve yıpratıcı bir yolculuğun ardından
Pasargadae ‘a varıyoruz. Açıkcası hayal kırıklığı gördüğümüz şeyler. Ortada
Cyrus ‘un zigurat şeklindeki piramidimsi anıt mezarı var. UNESCO listesine
nasıl girmiş yada burası girdiyse bizdeki onlarca yer neden listede yok yorum
sizin.
Hemen yakındaki kervansaray kalıntısına dek yürüyoruz. Pek
bir enteresanlık yok. Ali bizi araca alıp tepedeki taht-ı Süleyman ‘a
götürüyor.
Yolda bir iki taş, mermer kalıntının yanından da geçtik ama
inanın kayda değer hiç bir şey yok daha doğrusu kalmamış. Bunlardan birisi ise
Süleyman ‘ın Hapishanesi denilen binadan kalan duvar.
Aslında Taht-ı Süleyman denilen tepede de bir şey yoktu.
Aşağıdan bakıldığında ufak bir kale gibi örülü bir duvar vardı ama büyük
uğraşlarla nefes nefese çıktığımız tepede bizleri serinleten püfür püfür bir
rüzgar dışında hiçbir şey yoktu. Topluca fotoğraf çektirdik, ilerilere
bakındık. Başkaca da yapacak bir şey olmadığından başkaca da bir şey yapamadık.
Şiraz ‘a dönüş yolunda topumuz nakavt durumdayız. Ben, gene
inanılmaz derecede güneşten kızarmışım, şuursuzca kaşınıyorum. Tahmin
etmeliydim böyle olacağını.
Altıya doğru Ali bizi kütüphaneye yetiştiriyor. Evine davet ediyor ama vaktimiz yok. Teşekkür edip vedalaşıyoruz. Kız “Nerede kaldınız?” diyen bakışlarla bizi karşılıyor ve çantaları bıraktığımız odanın kapısını açıyor.
Otel aramak için gene sokaklardayız. Pars Müzesinin önünde
tuvalet molası veriyoruz ikişerli olarak. Çevreme bakınıyorum; Şiraz'ın kızları
denildiği gibi İsfahanlı hem cinslerinden ne çok daha güzel ne daha kaliteli
görünüyor. Ama kılıkları daha rahat kıyaslarsanız. Erkekler de ise iki arada bir
deredeler burada oldukça fazla. Aynı İtalya gibi, eli ayağı düzgün olanlar da
yoldan çıkmış. J
Tiplerine bakınca alenen “o biçim” diyebileceğiniz çok sayıda tip varmış günün
bu saatinde.
Ucuz oteller bölgesine giriyoruz. Önce rehberlerimizde yer alan İstiklal (esteglal) Oteli ile görüşüyoruz. Ama bizi epeyce uzun bir süre beklettikleri için çıkıyoruz.
Yol üzerinde iyi bir yere getiriyor bizi. Bu kez Çello Kebap
yiyoruz. Meğer türlü versiyonu varmış. En bilineni sipariş ediyoruz.
İran'da yemekler ne kadar lezzetsiz olsa da öğünlerde bir o
kadar büyük. Dolayısıyla ülkede steril pek önemli bir problem olmadığı için
işkembeyi doldurmak gayesi ile dahi yemekler gönül rahatlığı ile yenebilir.
Çello Kebaba dönersek, bizim Urfa Kebabı andıran bir yiyecek. Büyükçe bir tabak
içerisinde neredeyse pilava gömülü bir şekilde geliyor. Pilav elbette ki tahmin
edeceğiniz üzere safranlı. Pilava limon sıkarak yiyorlar. Yemeğin hepsini
yiyemedim bile. Adam başı 10 T ödedik sadece.
Yola koyuluyoruz gene. Arada kızlar bir iki kere daha
arıyorlar. Yolculuk sırasında ilerilerde yapılan yedi yıldızlı oteli gösteriyor
bize. Bir Carrefour ‘un yanından geçiyoruz. Ne ambargoymuş ama…
Ali ‘nin evine varıyoruz. Bahçeli, iki katlı bir ev. Evin dizaynını da, planlarını da kendisi yapmış. Havalandırma vb her detayını hesaba katmış. Çay, gofret ardından meyva ikram ediyor. Türk kanallarını izliyoruz. O akşam TRT Okul kanalında televizyona çıkacağım. Bunu söyler söylemez kanalı arayıp buluyor. İran saati ile 1 ‘de başlayacak program. Muhtemelen seyretmiştir diye düşünüyorum. Hatıra olarak bol bol fotoğraf çekiyoruz.
Bizi otele kadar götürüyor. Verdiğimiz parayı geri verince
biz “kabulü yoktur” diyoruz. Dediğinin iki katı bir parayı eline zorla
tutuşturuyoruz. Ama şunu söyleyeyim, eğer yolum bir kez daha Şiraz'a düşerse ki
bunca yıllık yaşamımda özellikle de bu gezide hayatta her şeyin olacağını
öğrenmiş bulunuyorum, başım sıkışırsa çalacağım kapı bellidir, olur da onun
yolu şehrime düşerse evim de evidir.
Ben gece için su alıp geliyorum. Sokaklar gece yarısını
geçeli çok zaman olmasına rağmen epeyce canlı. Curcunamsı kalabalığa bakıyorum.
Dünyada bir yerlerde bambaşka hayatların olduğunu, hayatın bir şekilde
sürdüğünü ve Petronius ‘un neredeyse ikibin sene önce dediği gibi “hayatın
sadece yaşanmış olmak için bile her zahmetine rağmen yaşanıyor olması
gerektiğini ” tam anlamıyla kavrıyorum.
0 Yorumlar
Yorumlarınız