Sabah uyanıyoruz. Nazar mı değdi nedir, öyle bir miskinlik
var ki üzerimizde…,
Hostelde akşam için Şiraz ‘a otobüs ayarlıyoruz. Kahvaltımız
ise bir İran klişesi olan “havuç reçeli” var ey dost. Yemiş olmak için yiyorum
ara ekibin geri kalanı hallerinden memnun. Hosteldeki diğer Türk çift ile
konuşuyoruz. Vandan yola koyulmuşlar. Şiraz üzerinden Buşeyr şeklinde bir rota
oluşturmuşlar kendilerine. Gece otuz üç gözlü köprünün orada polisin kızlara
problem çıkarttığını anlatıyor. Epey can sıkmışlar anladığım kadarıyla. Bizim
orada böyle bir şey olmadı.
Önce para bozdurduk. Burada sarraflar Paleontoloji Müzesi
‘nin çaprazında, bir aradalar.
Önce Cehel Sütun Sarayı ‘na girdik. Ana baba günü. Gene liseliler yada ortaokul öğrencileri gezdiriliyor. Balıklama içeri dalıyoruz.
Çocuklar fotoğraf çektirmek için akın ediyor adeta. Ama
davranış açısından sevimli değiller ey dost. Tahrandaki derli toplu çocuklardan
sonra bunlar için diyecek bir şey yok.
Sarayın en meşhur kısmı taç odası denilen etrafı Safevilerin
savaşlarını içeren tablolarla çevrili salon. Girer girmez bizden bir şey
göreceksiniz. Çaldıran Savaşı da bu tabloların arasında yer almakta. Sağ taraf
bizim, sol taraf Şah İsmail ‘in kuvvetlerini gösteriyor. Altındaki levhadaki
bilgilendirme metnine göre savaşı İranlılar kazanacakken bizimkiler topları
kullanmışlar ve böylelikle zafer bizim olmuş. Türk oğlu Türk Şah İsmail İranlı
diye lanse ediliyor. Demiştim, İranlı da işine yarar şeyleri nalıncı keseri
gibi kendine yontmakta usta. LP ise Yavuz yerine savaşı Kanuni kazandı şeklinde
yazarak Balkanlardan itibaren başladığı hatalar zincirine bir yenisini ekliyor.
Bina içindeki diğer odalardaki çizimler epey hasar almış.
Zaman ve özellikle Afgan işgali sırasında. Ayrıca bina içerisinde Safevi
dönemine ait parçaların sergilendiği küçük bir galeri de var.
CS ‘çi çocukla beraber dışarı çıkıyoruz. İsfahanda üç saate
kadar bisiklete binmenin ücretsiz olduğunu, eğer tam gün kiralamak istersek 1 $
vermemizin yeterli olacağını öğreniyoruz. Ama İran trafiğinde bisikletle
dolanacak kadar cesur değilim. Diğerleri de değil.
Köprülere doğru ilerliyoruz. CS ‘ci, Batı Trakyalıların
deyimiyle tam bir sopa delisi. Bir insan bu denli yavşak, zirzop olamaz. İlk
işi kadın muhabbeti açmak oluyor. Enis ‘e biz Türklerin kadınlara bir tür
açlığı olduğundan bahsetmiş. Olabilir. Daha fazla zenginlik, daha güzel bir
yaşam, daha güzel kadınlara sahip olma, lüks arzusu biz Türkleri yollara
dökmüş, güçlü ve savaşçı kalabalıkların karşısına dikmiş. Tabii bu benim
düşüncem. En azından bir arzın karşılığını para olarak, hırs olarak, ihtiras
olarak koyabiliyoruz. Bana gelip arkadaşlarından bahsettiğinde “ben aramam,
bana gelirler” diyorum. İnanmaz gözlerle, benden ekmek çıkaramayacağını anlamış
olacak ki grubun bekarlarına yöneliyor. Durmaksızın telefonla birileriyle
görüşüyor.
Zayende ‘ye ulaşıyoruz. Dün akşam yemek yediğimiz yere
bakınıyoruz ama Hüsnü ilgisiz bir yerde olduğumuzu söylüyor bana.
Zayende Nehri şansımıza üç yıl sonra gene akıyor. Korktuğum
gibi nehir kuru değil. Geçen sene İsfahan ‘a gelen Çinli arkadaşlarım burayı
kupkuru bulmuş ve nefret etmişlerdi. Nehrin ilerileri küçük kayıklarla
dolu. Zumluyorum makinamı. Genelde çiftler
gözlerden ve bakışlardan uzak, romantik bir ortamda yakınlaşabilmenin imkanı
olarak görmekteler bunu. Ama çok sayıda çift bu yöntemi kullanınca bu baş başa
kalma yöntemi de Zayende Nehri ‘nin sularında kayboluyor.
33 Gözlü Köprü Zayende Nehri üzerindeki en meşhur köprü.
Allahverdi Köprüsü olarakta anılmakta. Şah Abbas ‘ın gözde generallerinden biri
olan Allahverdi Han tarafından inşa ettirilmiş. 298 m. ve otuz üç göze sahip.
Diğer tüm Zayende köprüleri gibi hem kıyılar arası nakliyat hem de bend olarak
kullanılmış.
Türkler Allahverdi Köprüsü adının kullanılmamasını şehirdeki
Türk izlerinin yok edilmesi planının bir parçası olarak algılıyorlar. Öte
yandan Si o seh Farsçada öpücükle bağlantılı bir şey. Allah ‘ın doksan dokuz
isminin üçte biri, aşka giden yok, aşkın gizemi gibi kapalı anlamları var. Ama
bilinmez. Bildiğim daha doğrusu gördüğüm tek şey çok güzel bir yapı olduğu.
Tekrar kalkıp fotoğraf çekiyorum. Manzara gerçekten güzel. Doyamıyorum
bakmaya. Zafer kazanmış bir komutan gibi, istekleri teker teker yerine
getirilen şımarık velet gibiyim. Köprünün gözlerinden bir çift el sallıyor. Karşılık
veriyorum hemen. İki genç, köprünün müthiş dizaynının sonucu olan yaşlıkta, sığ
sulara basarak, yürüyerek aşıyor nehri.
Ben yerime dönerken arkadaşlarımın apar topar kalktıklarını
görüyorum. Demin bahsettiğim haydut kılıklı herifler bizim tayfaya afyon
satmaya çalışmış.
Fotoğraf çekmek için gözlerden birine girdim. Kadının biri
göğsünü açmış çocuğunu emzirmekte. Kuytu bir yer falan da değil ey dost. Alenen
ortada. Yanındaki kocası olacak adam da bana nefretle bakıyor. Ört memenin
üzerini be kadın. Bunu anlattığım İranlı bir arkadaşım ise benim tepkime
şaşırdı. Küçük bir çocuğun elbetteki aç bırakılmayacağını ve bunun doğal bir
durum olduğunu ve şaşırılmaması gerektiğini söyledi. Bu doğalmış.
Absürtlüklere devam. Diyelim ki bir kızın evine gidiyorsun
ey dost. Bir şeyler oldu (belki de olmadı) basıldınız yada kız bağırdı.
Evlenmen gerekecek. Ama kız sana geldiğinde bu durumlar olursa yapacak bir şey
yok. Sistem “yapmayacaktın kızım” şeklinde işliyor. Ama paranız varsa işler çok
daha kolay. Bizden biri çok güzel bir laf söylemiş. “Parayı veren düdüğü çalar”. Bizden biri diyorum ya dost, Nasrettin hoca bu. İranlılara sorarsan o da
İranlı J
İdamlar ise azalmış. Zaten olanlar da sadece Tahran'da
yapılıyormuş. 2010 ‘da idam sayısı 180 ‘di. Bu azalmış hali ise vay ağalar.
Tecavüz, sübyancılık, adam kaçırma, uyuşturucu ticareti, cinayet gibi suçlar idamlık işler listesinde. Keşke
bizde de olsa. En azından maaşımdan kesilen vergi ile bir sapığın gırtlağına
lokma gitmezdi o durumda.
Jolfa. (Sanırım Culfa okunuyor) İsfahan ‘ın Ermeni Mahallesi
yada İsfahan ‘ın en zengin mahallesi ve yahut işret partilerinin İsfahandaki
yurdu. Ne derseniz deyin yanılmış
olmayacaksınız.
İki oda bir salon bir dairenin iki milyon dolar olduğu
söyleniyor. Eli ayağı düzgün binalar, restoranlar hep burada. Buradaki erkekler
görünüm olarak daha bakımlı ve kendinden emin. Balkanlardaki kadar olmasa da
burada da nehir yaşam tarzlarını ve dünyaya bakış açılarını da ayırmakta
insanların. Rahatlığın yansıması kızlarda da kendini göstermekte. Burada,
başlardaki örtüler daha bir gevşek,daha bir geride.
Buradaki en önemli mekan Vank Katedrali. Katedral kısmı ufak
tefek olmasına rağmen zemine döşeli haçkarlara basarak girdiğiniz iç mekanda
pastel renklerin kapladığı duvarlarda İncilden ve Ermenilerin hristiyanlık
sonrası tarihinden betimlemeleri görebiliyorsunuz. Kubbeli bir yapı. İranlılar
bizim gibi kendi ülkelerindeki gayri müslim nüfusun kendi ibadethanelerinde
kubbe yapmasını engellememiş.
Neyse, ey dost, katedral içerisinde Türkçe konuşmalarımız
görevli adamın dikkatini çekmiş olmalı ki epey rahatsız oldu. Diken üstünde
oturdu desek az olur. Biz ise katedrali gezen Azeri turistlerle görüştük.
Standart görüş Azerbaycanların birleşeceği yönünde. “Bizle de birleşirsiniz
sonra” dediğimizde ise “o kadar da değil” diyorlar.
Görevli Ermeni kız, sanırım tüm olayların sorumlusuymuşuz
gibi bizi göz hapsine almış durumda. Öyle nefret dolu bakışları var ki sanki
gözleri mavi olsaydı bizi rahatlıkla bu bakışlarla öldürebilirdi. Yapıcı
çözümlerin asla beden bulamayacağı bir coğrafyadayız.
Müzeye dönelim mi ey dost? Ermenilere ait sanatsal
çalışmalar, çeşitli hanedanların Ermenilere verdiği ferman ve beratlar da
sergileniyor. Sadece bildiğimden farklı olarak Ermenilerin porselen ve çinide
de oldukça yetenekli olduklarını fark ettim.
Gerçekten de gerek kendilerini gerekse seyredenleri eleştirip
küçümsesek de yakın coğrafyalarda kültür bayrağını sırtlayan, Türkçeyi ve bir
yaşam tarzını taşıyan bu Türk dizileri. Sırbistan'da da İran'da da, Yunanistan'da
da Suriye'de de hep aynı. Türkçenin okullarda Türk çocuklarına öğretilmediği
topraklarda çocuklar bu eksikliği bu dizilerden gideriyor. Belgrad'da Deniz
Çakır ‘ın resmine bakıp iç çeken Sırp gencin yerini Suriye'de Tuğba Büyüküstün
‘ün adını mırıldanan Arap çocuk alıyor. İran'da ise Türk kızı, orada Behzad diye
anılan Kıvanç Tatlıtuğ ‘u düşleyip kendini Hazal Kaya ‘nın yerine koyarken Fars
kızı Ezeldeki Kenan İmirzalıoğlu ile Yiğit Özşener arasında kalıyor.
İsfahan'daki kızların ise çoğunluğu adını bilmese de, yeşil gözlü, neşeli birine
kapılmış durumda J
Biz Ermeni kızla takılır, konuşurken görevli kız damladı
yanımıza. Hazır tercüman bulmuşken bu kızın bizle konuşmamasının sebebi
dilsizlik olabilir mi diye sordurdum muzurca. Kız gayet cesurca cevapladı. “i
don’t talk to Turkish”
Çan kulesinin orada ise beyni yıkanan küçük çocukların
çizmiş olduğu resimler var. Üzülerek, acıyarak bakıyorum. Çocukların ham beyinlerine
direkt nefret tohumları ekilmiş. Bunu pek çok kez yazdım ve pek çok kez de
eleştirildim. Hayat etki ve tepkiden oluşmakta. Ben burada elimi uzattığımda
dostluk için o eli kavrayacak birisini göremedim. Sonraki kuşaklarda ellerini
uzattıklarında havada kalacak elleri yada keskin bir kılıç fırsat bulup
koparacak. Ermenisi, Yunanı, Arabı, İranlısı, hepsi yetiştirdikleri çocuklarına
beni düşman olarak yetiştirirken ben neden çocuğumu sevgi kelebeği olarak
yetiştireyim ki?
Jolfa sokaklarında yürüyoruz. Türk olmanın pek de tekin
olmadığını düşünüyorum burada. (Yanılmadığımı da öğreneceğim günler sonra
zaten)
Bir taksiye atlayarak meydana dönüyor ve şehrin meşhur
yemeği biryani ‘yi tadıyoruz.
Çocuk ile epeyce zaman harcıyoruz. Harcadık diyemem
gerçekten faydalı oldu. Genelde kilimleri anlattı. 250 $ ‘ye çok güzel göçebe
kilimleri var ama bunları İstanbul'da anlayıp da alacak adam var mıdır?
Şüpheliyim. Kilim ve halılardaki desenleri açıklıyor. Desenlere bakıp nereli
olduğunu, inancının içeriğinin anlaşılacağı nüansları anlatıyor üşenmeksizin ve
harika bir İngilizce ile. Arkadaşlarım bile benden daha çok konuşan birine denk
geldiklerini söylüyorlar. İtiraz etmiyorum; zaten kafamın içinden geçenlerin
seslenmiş hali bu dedikleri.
Bu adamların okumuş olanlarının hepsinde değişik bir
milliyetçilik ve batı ile organik bağlarından dem vurma huyu var. Dil
gruplarından da örnekler veriyor. Mader ‘den mother ‘e , peder ‘den father ‘e
dek uzanan değişimin kaynağı olarak kendi topraklarını gösteriyor. Birkaç örnek
daha veriyor ama vızıltıdan örnekler değil, gerçekten hakimler İngiliz diline. Knut
Hamsun ‘da Germen kökenlerinin varlığı olarak burayı işaret eder o harika
anlatımıyla. Ben de sitareh ‘in Yunanca 'da astaria olup Britanya ‘ya star olarak
ulaştığını biliyorum. Öyle ki, kuyrukluyıldızların getirdiği felakette “disaster”
olarak ses olmuş o dilde.
Cs ‘çi gene bizi buluyor. Diğer CS ‘çilerin de
toplanacağını, bir Zurkhane ‘ye gideceğiz. Zurkhaneler İran'da insanların beden
eğitimini dini bir ritüelle eşleştirerek harmanladığı beyin ve vücut
çalışmalarının yapıldığı yerler olarak nitelendirilebilir. Bir tür zikir olmalı
anladığım kadarıyla. Kimse bizimle gelmiyor, gittiğimizde ise kapı duvar. Dönüp
pazarı dolaşıp muz gibi bir şeyler alıyoruz. Ama insanı şaşırtan pazarın
içlerindeki manav bile anlaşılır, duru bir İngilizceyi hiç zorlanmadan
konuşuyor.
Neyse elemanı sepetliyoruz. Vedalaşma anında biz öpüşmeyiz
diyerek kafa tokuşturan Hüsnü adamın dengesini bozuyor. Hüsnü deneyiminden
sonra aynı işi bekleyen benle sadece tokalaşıyor. Can tatlı J
Özgürüz. Kısmen heba edilmiş bir günün son demlerindeyiz. Bir
Alman gruba denk geliyoruz. Çat pat Almancam ile başlıyorum. Sanırım yabancı
birilerinden kendi dillerini duymak şaşırtmış olacak ki hemen ilgileniyorlar
ama Almanca cephanem şiir bilgimden çokta fazla değil. Yaşlı ama dinç bir kadın
anlaşılır bir İngilizce ile İran hakkındaki düşüncelerimizi soruyor. Ben genel
bir cevap verirken dayanamayıp kızları soruyor gülerek. “Harikalar, çok
rahatlar” diyorum. Kadın gülüyor, “Almanyada bu denli rahat değil kızlar”
diyor. Defalarca evlere davet edilmişler ve dolayısıyla da çokça olay görüp,
pek çok duruma ve konuşmaya kulak misafiri olmuşlar. Bu Alman grup, İranlılar
dahi bizim Kerman ‘a gitmememizi söylerken, bize Kerman ‘ın gidilebilir bir yer
olduğunu söyleyen tek kalabalıktı.
Meşhur İsfahan dondurmasını arıyoruz. Nişastadan yapılan bir
şeyin üzerine limon suyu sıkılıyor. Biz nişastayı hindistan cevizi sanmıştık
uzaktan. Tadıyoruz ama sarmıyor bizi. Amir Kabir ‘e dönüp çantaları alıyoruz ve
son muzlu süt ile geçen günün tüm sıkıntı ve zahmetinden vücudumuzu
arındırıyoruz.
Hanutçu yüzünden hayal ettiğim gibi köprülerin gün batımı
fotoğrafını çekemedim. Günün birinde bu şehre mutlaka döneceğimi söylüyorum. Beni
bağlayan, çeken bir güç var bu şehre. Asya'nın Floransası'na, dünyanın yarısına
bir gün dönerim diye düşünüyorum ama bu kadar süre içerisinde döneceğimi o
sırada kulağıma fısıldasalar inanın kahkahalarla gülerdim.
0 Yorumlar
Yorumlarınız