Sabahın körü, oldukça erken bir saatte İsfahan ‘ın Kave
terminaline varıyoruz. İner inmez ilk iş olarak küçük çimenlik alanda otobüste
dağıtılan o muhteşem (!) yiyecekleri ve Tahran'dan beri yanımızda taşıdığımız
domateslerle beraber işkembeye indirdik.
Biraz, Şiraz için otobüs bileti araştırdık. Planıma göre bu
gece Şiraz ‘a geçeceğiz. Ama gişelerde konuşacak pek bir kimseyi bulamadığımız
için “nasıl olsa hallederiz” diyerek terminalin hemen dışında otobüs bekleyen
kalabalığın arasına karıştık.
Ey dost, taksi bu coğrafyada ucuz ama toplu taşıma insanları
tanımak için her yerde biçilmiş kaftan. Öğrendik ki 91 numaralı otobüs Nakş-ı
Cihan Meydanı'na yakın geçermiş. Kısa bir bekleyişin ardından ilk gelen 91’e
atladık. Şoför çantaları yanındaki boşluğa aldı. Bizse inci taneleri gibi
dizildik aracın koridorlarında.
İlk izlenim olarak İsfahanlıların oldukça dışa dönük olduklarını rahatlıkla söyleyebilirim. Gençler bizimle konuşma konusunda çok istekliydiler. Ben de konuştum çoğuyla. İstanbul ve Antalya, İranlılar için Türkiye'de gözde noktalar. Çoğu gelmiş. Antalya eşittir Rusya diyorlar. Konuşup gülüşüyoruz. Tabii vakit gelip inene kadar…
Her elinde erk ve imkan olan manyak gibi 1.Abbas da şehri
neredeyse sıfırdan kurmuş. Rahatlıkla şehrin günümüze dek gelen silüetinin ta
Şah Abbas döneminden kaldığını söyleyebilirsiniz. İndiğimiz yer Çahr Bağ yani
Türkçeye çevirdiğimiz haliyle “Dört Bahçe” de o günlerden yadigar kalmış
bugünlere. Vakti zamanında, dört gül bahçesinden geçen üç şerit yol yaptırmış;
biri araçlara, diğeri atlılara ve üçüncüsü ise yaya gezenlerin yolu imiş. Zaman
bu yolların hepsinin asfalt ile kaplanmasına tanıklık etmiş ve tüm yollar
arabalara kalmış.
Dediğim gibi bu ormanın tavanı bile güne artı puan ile
başlamamızı sağladı diyebilirim. İşaretleri izleyerek büyük meydana doğru
ilerledik. Bu noktada gezilecek önemli noktaların hepsi birbirine oldukça yakın
diyebilirim.
Sonuçta bu şehir Safevi döneminde İstanbul ‘a rakip
gösterilen Nısf-ı Cihan olarakta anılan bir şehir. Daha Londra ve Moskova pek
mühim kentler değilken; Roma, İstanbul, Viyana gibi kentler dünyanın
merkeziyken bir başka merkezde burası imiş. Öyleki Nısf-ı Cihan deyimi (yani
dünyanın yarısı) İstanbul ‘un sanat ve zevk erbabını çileden çıkartmış. Sanat
erbabının kılıcı kalemidir. Yazmışlar da yazmışlar karşılıklı olarak
birbirlerine.
Yol üzerindeki Haşbeşt Sarayı'nın duvarlarına Kur ‘andan kimi
ayetler İngilizce olarak yazılmış. Hoşuma gitti doğrusu. Nedense içten geldi.
Evimden uzakta, yazılara göz attıkça içimi bir huzur kapladı.
Nakş-ı Cihan anlam olarak “dünyanın resmi” demek. Şah Abbas
sarayının terasından baktığında kendine ait olan dünyayı görmek istemiş.
Meydanın ortasında fıskiyelerin sürekli birbirine su
fışkırttığı büyük bir havuz var. Sabahın erken bir saati olduğundan henüz
dükkanlar açılmamış. Civardaki yapıları dışarıdan gözlemliyoruz. Güneş ışıkları
Ali Qapu ‘nun duvarlarına sarı ve kızıl arası tatlı bir renk veriyor. Hafiften
geçen zamanla beraber meydan canlanmaya başlıyor. Faytonlar yerlerini alıyor.
Gerekliliğini tartışırım ama faytonlar bu modern zamanlarda abes kaçıyor.
Sırtımızdaki çantaları bırakıp daha rahat gezmek istiyoruz.
Turizm polisi var meydanın köşesinde. Gidip oradaki kadın görevliyle
konuşuyoruz. Çantalarımızı en fazla iki saat tutabileceğini söylüyor. Bense
turizme giriş yapan bir şehirde emanet sisteminin de olması gerektiğini
söylüyorum dostane bir tavırlar. Kadınsa ilk defa böyle bir taleple
karşılaştığını söyleyerek yanıtlıyor. “Kaldığınız otele bırakın” diyor.
İsfahan'da kalmayacağımızı söyleyince de şaşıran, garipseyen bakışlarla süzüyor
bizi. Ekip, Tebriz'de kazanılan günü burada harcamayı hızlıca onaylıyor, yapacak
bir şey yok, demokrasi demek kalabalık karşısında insanın işine gelmeyen
neticeleri de kabullenmesi demek bir bakıma. Kadın memure bize kalkıp bir taksi
ayarlıyor ve İsfahan ‘a gelen tatilcilerin uğrak noktası Amir Kabir Hostel'e
gönderiyor.
Modern imkanlara ulaştığımız için üstümüzü değiştiriyor ve
yıkanıyoruz. Ben traşta oluyorum ama saçları jölelemeden çıktığımın ancak çok
geç farkına varıyorum. Kuş yuvası gibi olacak bir saat içerisinde. Neyseki üç
ay kadar önce Roma lejyoneri gibi epeyce kısa kestirmiştim.
Yolda bir iki tane eski, tarihi ev daha var. Hatta bir
tanesinin o kadar güzel, sarmal şekilde yükselen ahşap sütunlarıyla bir girişi
var ki, İsfahan'daki evimi bulmuş olabilirim.
Hekim Camii, tipik büyük avlulu camilerden. İran'da camilerin
iç avlu kısımları çok geniş oluyorken kapalı kısımlar oldukça ufak. Yakın bir zamanda elden geçmiş ve halen
üzerinde çalışılmakta. Mavi süslemeleri çiniler kimi yerlerde saman sarısı
tuğlalara da fazla gelen bir güzellikte kendini gösteriyor. Kubbelerin iç
yüzeylerinde fazla bir süsleme yok. Kayıtlara göre İsfahan ‘ın en eski camisi
imiş.
Her şey nasılda ilginçleşmeye acayipleşmeye başladı.
Bunun nedeni bizim erkek güzeli olmamız değil.
(mükemmeliyetimi anlatmak için sayfaların yetmeyeceğinin farkındayım tabii
ki) Yabancı olduğumuz için dikkat çekiyoruz. Yabancı biriyle olabilmek,
görülebilmek elbetteki kızların kendi aralarındaki rekabette oldukça büyük bir
artı olmalı. Belki bizler gibi yabancıları kendi baskıcı toplumlarından bir
kurtuluş bileti olarak görüyorlar belki de gönül eğlendirmek. Sonuçta gezgin
yada turist olarak gelenin kalacağı gün sayısı sınırlıdır; yapışmaz, nasıl olsa
gidecektir. Ama yapışan bir yerli başa bela olabilir. Benim yorumum bu.
Uzaktan yapılacak bir çekimin beş para etmeyeceğini bildiğimden bizde pazarın içine girdik. İsfahan pazarı da büyükçe, dağınık, kısmen çok iyi bakımdan geçmiş neşeli bir yer. Enis ile aylak aylak yürürken diğerlerinin çağırmasıyla bir başka koridora daldık. Az biraz ilerlemiştik ki (sağdan soldan çok sayıda satıcının bize seslenmelerini de eklemeliyim) bizim ekibin geri kalanı bize seslendi.
Bir mekana giriyoruz. Dışarıdan beş para etmez bir görünüme
sahip mekanın içerisine girdiğimizde ise gayet otantik bir manzara buluyoruz
karşımızda. Göz yoracak şekilde ayna vb gibi nesnelerle kaplı. Görevli adam
Zafer Bozkaya ve Özcan Yurdalan arkadaşım diye başlıyor söze ve mekanın Lonely
Planette de yer aldığını söylüyor. Ben ise eğer kızlar bizi buraya getirmeseydi
değil bulabilmek, bu mekanın yakınına bile gelmeyeceğimi düşünüyorum.
Abguşt için önce içinde kemik suyu olan bir tas geliyor.
Onun içine cips boyutunda ekmek atacaksınız. Ekmek bizdeki gibi değil elbette,
bazlamaya benziyor. Ekmek biraz şişince üzerine yeni kesilmiş koyunun
işkembesinin içindekilere benzer renkte bir bulamacı sürüyorsunuz. İsterseniz
de tadı ekşi olan ve turşu dedikleri nesneyi sürüyorsunuz. Turşunun bizde böyle
olmadığını söyledim. Burada turşu çok ince kesilip neredeyse püre şeklinde
masaya getiriliyor.
İçecekse dogh dedikleri o reyhanlı, naneli ayran. Bu sefer
epey büyükçe bir bardakla geldi. Zoraki içtim. Yemek pek bir şeye benzemese de
para vereceğim ve bir daha yemeyeceğim için bitirdim. Baktım başka yiyen de yok
atılmasın diye de tası da sıyırdım.
Öte yandan konu konuyu açtı ve şiire geldi. Kız, Türklerin
şiirden hoşlandıklarını söyledi. Özellikle Molana dedikleri ve sahiplendikleri
Mevlana'dan. Şunu gördüm ki İranlı da Yunanlı 'dan farklı değil ve işe yarayan her
şeyi sahipleniyor, neyse ki Allahtan dünyada pek dedikleri kale alınmadığı için
bizim olan bazı şeyler halen bizde görünüyor. Mevlana'nın son zamanlarda yeni
nesil için moda olduğunu söylüyorum ama o bu kez “Hayyam” diyor. “Hayyam”
diyorum, “şarap içiyor, öpüşüyor, sevişiyor. İnsana ait ne varsa hepsini
yapıyor”. Kız çözülüyor gülmeye başlıyor.
Bunun üzerine bana İrandaki Türklerin Türkçesi ile bizim
konuştuğumuz Türkçe arasındaki farkları sordu. Ana farkın telaffuzdan
kaynaklandığını söyledim. Ama anlamsal açıdan da bazı farkların olduğunu söyledim. Kıç kelimesinin bizde arka
tarafımızı nitelendirirken Azerilerde ayak anlamına geldiğini ekledim. Anlaması
için de “eğer kalçamda bir ağrı olurda İranda bir doktora gidersen ayaklarıma
bakar” diye örnek verdim. İnandırıcı gelmedi. Arkadaşına sordu. Arkadaşı beni
onaylarcasına başını salladı. Bizim kıç dediğimiz kalçaya ne dediklerini
sorduğumuzda ise doğal bir şekilde cevap verdi. “Göt”
Biraz daha oyalanıp havadan sudan konuşuyoruz. Çay geliyor. Kesilmiş şekerin yanı sıra İsfahan ‘ın meşhur pulakisi geliyor. Sarı, bozuk para boyutunda yöresel tatlı bir lezzet.
Sarayın en can alıcı noktası Şah Abbas ‘ın da devasa meydanı seyrettiği teras. Tavandaki ahşam kaplamalar epeyce hasar almış. Restorasyon yapılıyor ama uçuşan küçük tozlar aksırıp tıksırmama neden oluyor sürekli.
Sonrasında bir iki hediyelik eşya satan yere daha giriyoruz.
Teneke yada ne olduğunu bilmediğim bir metalin üzerini boyuyorlar.
Buradan kuzeye doğru kaybola kaybola yolumuza devam ettik. Çarşıların
olduğu bir bölgeye ulaştık. Yöredeki tek yabancı biziz ve bu da Beatles gibi
bir ilgi görmemize neden oluyor. (Paul Mc Cartney olmayı tercih ederdim ama
grubun tek renkli gözlü elemanı olarak Ringo Starr olabilirim ancak) Göreceli
olarak daha fakir semtler. Gerek yapıların gerekse insanların görünümleri bu
izlenimi oluşturuyor.
Buradaki en vurucu yapı Cami Mescidi. Devasa bir alan
kaplıyor. Eskiden burada Zerdüşt Tapınağı varmış. 11 yy da Selçuklular camiyi
inşa ediyorlar. Yapının hala kafamda üç boyutlu halini oluşturamadığımı söylemeliyim.
Kimsenin bulunmadığı, her küçük kubbenin iç yüzeyinin ayrı desenlere sahip
olduğu kısım necidir bilinmez. Bilet alınıp girilen yerde şehrin geçmişini
dönem dönem anlatan bir sergi bulunuyor. Buradan pek çok kadının olduğu dini
yerleri aşarak etrafı eyvanlarla sarılı avluya ulaştık.
Ama yapı da insanı hayranlıktan yerle yeksan edecek bir yer
daha var. Sultan Olcaytu ‘nun odası. Sultanın şahsi ibadet odası bu. Buradaki
minber ahşap ama bizdeki örneklerle kıyaslanırsa geometrik açıdan biraz zayıf.
Elbette kündekari kullanılmış. Ama minber şimdiye dek gördüğüm en iyiler
arasında ve başlarda. Tek başına burası bile başlı başına İsfahan ‘ı kurtaran
bir yer.
Yol, iz sorduğumuz insanlar Türk olduğumuzu duyduklarında
konuyu bir şekilde İbrahim Tatlıses ‘e bağlıyorlar. Kaybolmak sorun değil,
belki arada görülmesi gereken şeyler kaçırılıyor ama asla göremeyeceğimiz
olaylara, detaylara denk geliyoruz. Baktık uzaklardayız, şehri ancak bizim
kadar bilen bir taksici ile hostele dönüyoruz.
Biz sağlam bir şekilde gezimize devam ettik. Yoruldukta
haliyle. Dolayısıyla akşam buluşma konusunda hiç birimizin pekte istekli
olduğunu söylemem mümkün değil. Ama söz verdik bir kere.
Amir Kabir ‘e vardığımızda biraz uzanıyoruz. Uyuyan uyuyor
ben ise düşünüyorum bu ülkenin garipliklerini.
Bu şehirde de akşam trafiği berbat. Zaten İran şehirlerinde trafik ne zaman iyi ki. Tıpkı Selanik ve Roma gibi kadim kentlerin en önemli sorunlarından biri olan park sorunu burada da baş sıralarda. Neyse Haju Köprüsüne ne uzak ne yakın bir noktada aracı park ediyoruz ve arka dörtlü olarak aşağıya iniyoruz.
Haju Köprüsü nehrin üzerindeki diğer bir köprü olan Otuz üç
Gözlü Köprü kadar dış dünyaca biliniyor olmasa da en güzel köprü olarak
anılıyor. 1650 ‘de 2. Abbas tarafından yaptırılmış. Ama kızın annesi gibi
İsfahanlılar burada Timur zamanından kalma bir köprü olduğunu söylemekteler.
İnsanlara bakıyorum ve şunu gözlemliyorum. Dünyada evrimin
en alt kademelerinde İranlı erkekler var. Köprünün portikosunda anneye yol
veriyorum. Duralıyor, alışmamış. Sonra,
özür dileyerek ilerlerken karşıdan gelen üç balta yüzünden duralıyor. Ne araçta
ne de kendi deyimleriyle piyade olarak yol verme gibi bir kavram yok bunlarda.
Aradan dalıp ortadakine bir omuz attım. Berikiler kızla konuşup fotoğraf
çektirmekle meşguller. Beni umursayan yok. Omuz attığım gençle bakışıyoruz bir
müddet. Diğer ikisiyse henüz ne olduğunun, neden bakıştığımızın farkında
değiller. Ya gerçekten tırsık ve kolpacı insanlar yada bir harici ile kapışıp
başlarına bela almak istemiyorlar. Kim bilir yabancı turistler ülkelerinde
olumsuz propaganda yapmasın diye bazı baskılar olabilir. Çocuk dönüp yoluna
devam edene dek bakınıyorum. Bir kaç adım sonra dönüp bana bakıyor ve nedense
duraksamadan yapıyor bunu. Anne ise nasıl bir belayı başına sardığını
düşünürcesine dehşet içinde bakıyor bana.
Bu arada kuzey kıyısında ay yükseliyor. Ay önünde toplu
fotoğraflar çektiriyoruz. Işık yetersiz, hayal kırıklığı çekimlerin sonucu. Bu
arada CS’çi bir kızın gezdirdiği, Rus olduğunu sandığım birine denk geliyoruz.
Herifte potansiyel manyak tipi var. Bakışlarıyla hepimizi tek tek süzüyor.
Aslan heykelinin orada kahkahalarla gülüyorum, nedenini
şimdi hatırlamasam da…
Hostele girmeden muzlu süt kürünü uyguladık gene. İyi geldi.
0 Yorumlar
Yorumlarınız