"Sabah 6 ‘da kalkın" demişti görevli. Kalktık, nevresimleri topladık ve
camdan dışarı bakındık Hüsnü ile. Vahşi bir coğrafya, geri görünümlü
yerleşimler. Muhtemelen Yavuz ‘un ve Kanuni ‘nin öncüleri ve akıncıları da
bizim gibi düşünmüş olmalı. “Ne var burada, ne için geldik?” diye. Biz uçak ve
trenle geldik, bir de bunun tabanvayla ta İstanbul'dan savaşa savaşa, pusu
baskısıyla olduğunu düşünsenize.
Arada birkaç kez daha uyandım. Hatta sabah namazı için tren
bir yerleşim yerinde durdu. Bir ara bizi de namaza çağırırlar mı diye
düşünmedim değil. Namaz kılmayacak bir ladini değilim ama Şii zihniyeti tamamen
zıt gibi bize. Sonuçta onlarında önemli bir kısmı bizi dinsiz saymakta. Yani
durumum Vatikan'da dolaşan bir İstanbul Patriği'nden farksız.
Tebriz'de indik. Peron oldukça soğuk. Bilet işini önceden halletmek
istiyoruz ama daha gişeler açılmamış. Kapıda bize tavır yapan adamda hatasını
anlamış ve bizim de Türk olduğumuzu fark etmiş özür dileyip yardımcı olmaya
çalışıyor. İnformasyondaki kızlar ile Türkçe konuşup bilgi alıyoruz. İnsanın
ana dili gibisi yok elbette.
Bir taksiye atlayarak şehir merkezine ulaşıyor ve otel
arıyoruz. Sabahın köründe geldik kapılarına, “yer yok” diyorlar. Anlıyorum ama
anlatamıyorum. “Yer varsa öğleden sonra uğrarız” diyorum, nafile. Ey dost, işte
o gün neredeyse tüm ucuz otellerini gezdik şehr-i Tebriz ‘in. Yolda
rastladığım, Çin'den dönen İtalyan ikiliden mi bahsedeyim dersin. İki kişi on
kadar çanta ile dönüyorlar. Şu çantada tablet bu çantada iphone diye dalga
geçerken birinin suratını görmeliydin ey dost. Bildim sanırım. Yoksa girdiğim
bir otelde bize önerilen odadan mı bahsedeyim? Anlatmayacağım, ama bu kadar
kötüsünü görmemiştim. Bu kadarı ile yetin ey dost.
Mezbelelik bir yerde ballı kaymaklı bir kahvaltı yapıyoruz.
Yanımıza yanaşıpta oğlunu rehber olarak bize yamamaya çalışan ihtiyardan nasıl
da zor sıyrıldık. Doyduk mu? Gözüm aç kalktım, bedenimle de küsüm. Tahranda
yarı yolda bıraktı beni. Ama aklım ve genetik miras inadım yerli yerinde. Yola
devam.
Yola devam da nereden başlayacağız diye düşünürsen cevap Tebrizde
basittir. Kaleyi bul oradan başla. Sakın benim gibi hayallerle, anlatılanlara
kanarak yalçın kayalıklarda, bir dağ yamacında bir kartal yuvası olarak hayal
etme Tebriz ‘in kalesini. Şehrin ortasında, şu an restore edilmekte olan tek
bir yüze sahip yüksek bir duvardan ibaret şimdilerde kale sadece. Eski bir
caminin yerine Şah İsmail burayı berkitmiş. Bu kaleyi görünce ordusunun
Çaldıranda nasıl dağıldığının nedeni olan mantığı da anlamış olacaksınız. Topları,
ateşli silahları hesaba katmayan, kuşatmaları basit bir mantalite ile algılayan
ve asla kaybetmeyeceğini düşünen zihniyet şehrin ortasına dikmiş kalesini.
Milyonlarca yumurta ile birleştirmişler taşları ama nafile. Osmanlısı, Rus'u
girmiş çıkmış defalarca, depremler yoklamış sıklıkla şehri…
Kalenin şöyle bir de söylencesi var. İslam devriminden sonra
bir kadın ve sevgilisi burçtan atılıp idam edilecekken kadın çadorunu bir
planör gibi açarak sevgilisi ile beraber uçup kurtulmuşlar. Meşhur Acem
palavralarından olsa gerek. Yoksa burç yüksek ama çakılmadan serbest uçuşa
geçecek kadar da değil.
Kalenin yanına Cuma Camii diye devasa bir bina dikmişler ki
estetik kavramı hak getire. Yirmi bin kişilikmiş. Zaten oradaki Türkler de
Farsların Türk kültürüne inat bunu yaptıklarından bahsediyorlar. Görünmeyen,
açık açık haykırılmayan ama herkesin bildiği karşılıklı nefretler söz konusu.
(Aslında Fars dediğimiz kitle biz Türkiye Türklerinden de haz etmiyor pek)
Sokaklarda ilerliyoruz. Burada da Tahran'daki gibi iki katlı
binalar var. Bunlar belirli bir mimari anlayışa, ruha sahipler. Ama tıpkı bizde
de olduğu gibi yanlarında ruhsuz apartmanların gölgesinde kalmışlar ve
olabildiğince bakımsız görünmekteler. Burası da yeşil bir kent.
Tebriz eski bir tarihe sahip bir kent. Günümüz İran ‘ı içinde pek çok
ilk bu şehirde vücut bulmuş. İlk matbaa, telefon sistemi, anaokulu, itfaiye ve
niceleri. İran ‘ın pek çok ilki bu şehirde başlamış. Tarihi eskilere gidiyor;
Akkoyunlu'ya, Karakoyunlu'ya, Şah İsmail ‘in Safevi devletine başkentlik etmiş. İsmi
Türkçe kökenli. Gerçi günümüz gözlüğü ile bakıldığında pek bir şey ifade etmese
de “dağ arası” anlamına gelen “tau aris” öbeğinden gelmiş. Tavariz olmuş.
Tabriz olmuş. İrandan gelen her kelimeyi inceltip kibarlaştırdığımız için (iyi
de yapmışız örneklerle geleceğim, birazdan)Tebriz demişiz.
Neyse yolda ilerliyoruz. Ajanlardan birine girip tren bileti
soruyorum. Ben direkt İsfahan otobüsü peşinde koşuyorum ama arkadaşlar Tahran
aktarmalı tren yolculuğu üzerinde duruyorlar. İçerideki kız harika bir İngilizce
ile başlıyor ve Türk olduğumu söylediğimde bozuk bir Türkçe ile trenlerde yer
olmadığını söylüyor. Teşekkür edip çıkarken dikkatimi çekiyor, kız ayağa kalkıp
selam veriyor. Balkanlarda da yaşadığımız “büyük abi sendromu” bu. Bizler,
özellikle İstanbuldan gelenler, Türklerin kaymak tabakası gibiyiz onlar için.
Onları kaale alıp konuşmamız bile kimileri için yeterli geliyor. Ses tonundan,
gözlerdeki bakıştan anlaşılan duygular bunlar. Farkındayım, bu coğrafyalarda
attığımız her adımda Türkiye'yi, İstanbul'u temsil ediyoruz.
Bu coğrafyaya pek gitmeyen belediye binasını geçip Azerbaycan
Müzesi ve onun yanındaki Gök Camii ‘ye ulaşıyoruz. Burası önemli. Ey dost,
tevatüre göre Yavuz daha şehzade iken bir adamı ile Şah İsmail neler çeviriyor
diye öğrenmek için Tebriz ‘e gelir derviş kılığında. Bir şekilde Şah ile
karşılaşır ve onunla satranç oynarlar. Eh, Yavuz çocukluğundan beri aldığı sıkı
eğitimin neticesinde iyi bir mücadelenin akabinde maçı alır. “Şah mat” der
Yavuz beriki çıldırır. “Şah ölmez” der, şah mehdidir çünkü. Ama Yavuz bir iki
güzel mısra ile kellesini kurtarır ve hatta Şah İsmail ‘den ödül olarak bir
kese dahi kapar. Çıkarken keseyi bu caminin etrafındaki bir taşın altına koyar.
Çaldırandan sonrada şehre muzaffer bir komutan olarak girdiğinde de taşın
altından kesesini alır.
Bu cami güzel bir camidir. Yaşlı bakımlı kadınlar vardır ya
ey dost, baktığında kaç yaşında olursa olsun, zarafetinden, hareketlerinden
gençken ne canlar yaktığını düşündüren kadınlar; işte bu cami de onlar gibidir.
1465 ‘te Karakoyunlu sultanı Cihan Şah ‘ın emri ile yapılmıştır. Rivayete göre
her yeri mavi çinilerle kaplandığı için “Gök Cami” adını almış. Şehir
Akkoyunlulardan alınıpta Safevi yönetimine geçtiğinde acıları da başlamış.
Bazı konulara girmek istemiyorum ama üzerinden az da olsa
geçmek gerekiyor. Şah İsmail Tebriz ‘e girince bu caminin önünde Sünni nüfusu kazanlarda
haşlamış. Şehrin inanç yapısı bu şekilde derin bir şekilde değişmiş. Olan
olmuş, olan bitmiş bence. Eskinin kavgasını yapmanın bir anlamı yok. Aradan
neredeyse beş yüz sene geçmiş ama Şah İsmail ‘in şiirlerini anlayabiliyorum.
Bence Türkler arasında olan standart kardeş kavgalarından biri.
Yapıya en büyük zararı Ruslar vermiş. Rus işgalinde tıpkı Edirne'ye
girdiklerinde Selimiye ‘nin çinilerini soydukları gibi buradan da çinileri
çalıp Petersburg ‘a götürmüşler yağma olarak. Çok eskiden de burada bir Zerdüşt
tapınağı bulunduğu tahmin ediliyor ama çok çok eskilere dek gidiyor önemi. Yan
taraftaki müzedeki iskeletlerinde bulunduğu yer caminin bahçesi.
Ey dost, çok yer gezdim bilirsin ve elimden geldikçe de
sizleri de oralara taşımaya çalıştım. Ne kadar başardım bilemem ama güzelden,
güzellikten anlarım ki zaten bunu öğrenmiş olmalısın.
Ama gezdiğim yerlerde burası gibi güzel bir işçilik pek
görmedim. İki boyutun üzerinde kabartma şeklinde incecik, zarif işlemeler
kendini göstermekte. Gerçekten
harikulade. Az biraz hayal gücü olan birisi bile bu yapının şaşaalı günlerinde
nasıl bir şey olduğunu gözünde canlandırabilir sanırım.
İçi ise epeyce hasar görmüş. Her ne kadar tamirat yapılıyorsa da
kolaylıkla bitirilebilecek bir şey değil bu. İçeri giriş 5000 IR . İçerideki
görevliye Yavuz ‘un taş olayından bahsettim, duymamış bile.
Yapının kubbesini dev fil ayakları taşımakta.
Tahminimce 16 m kadar bir kubbesi var. Fakat dev ayaklarının kabalığını
önleyebilmek için çini işini abartılı da olsa kullanmaktan çekinmemişler.
Özellikle lacivert çiniler ve içlerindeki yıldız gibi parlayan sarı yaldızlar
insanı etkiliyor.
Buradan çıktığınızda ise hemen yan taraftaki bina Azerbaycan
Müzesi oluyor.
Müze kapısının hemen girişinde sizi karşılayan iki Karakoyunlu
mezar taşını geçip 5000 IR ‘yi ödediğinizde varsa çantalarınızı da
bırakabilirsiniz. Burası artık bizden sayabileceğiniz topraklar. Biz de öyle
yaptık ey dost. Vücudumuzun bir parçası haline dönüşmeye başlayan çantalarımızı
sevinçle bıraktık biletçilere.
İlk kat standart olarak geçmişten gelenler galerisi olarak
adlandırılabilir. Bu katın ilginç nesneleri ise, galerinin sağ ucunda yer alan
ve demir çağına tarihlenen kadın ve erkek iskeletler, duvara asılı duran
“Bismillah Taşı”, çok sayıda rython ve altın tabak. Tabaklardan birinde kompozit
yay ile atış yapan bir Pers atlısı işlenmiş. Tartışma konularından birisi de
kompozit yayı Türklerin mi İranlıların mı icat ettiği üzerine. Ama gerçek şu ki
en iyi kullanan biz olmalıyız. Türklerin kullandığı kompozit yaylar haçlı
şövalyelerinin zırhlarını patlatabildi de ilerleyişleri durdurulabildi.
Üst kata ise İran tarihinde yer alan çeşitli dönemlerin, çeşitli
hanedanların kestiği sikkeler sergilenmekte. İlk kez Safevi
ve Gazneli parası gördüm çıplak gözle. Özellikle
Şah İsmail zamanında kesilen çeşitli boyutlardaki sikkeler etkileyiciydi.
Dönemin en büyük ve en küçük paralarını karşılaştırmalı olarak yan yana
koymuşlar. Küçük olan altın büyükse emin olamamakla beraber gümüş olsa gerek.
Odanın diğer kısmında ise çeşitli dönemlere ait mühürler
dizilmiş. Güzel bir uygulama olarak mühürlerin basılı olduğunda çıkardıkları
desenlerde kalıp olarak yanlarına yerleştirilmiş. Genelde silindirik mühürler
kullanıldığı için bence bu uygulama harika olmuş. Biraz ileride ise çeşitli
dönemlere tarihlendirebileceğiniz eşyalar ve Tebriz ‘in meşhur halıları da var.
En alt kat bomba. İran'da işte burada şaşırmaya başladık diyebilirim
ey dost. Ahad Hosseini isimli meşhur bir heykeltıraşa ait çeşitli konularda dev
yapıtlar sergilenmekte. Genelde Miyazaki ‘nin çizimlerinin benzeri gibi olsa da
özellikle açlık ve yaşam konulu kompozisyonlar gerçekten çarpıcı.
Müzenin bahçesinde de genelde mezar taşları var. Ama
Hakkari'de bulunan ve Van'da sergilenen balballardan burada da görünce şaşırmadık
değil. Azerbaycan Müzesi iyiydi özetle.
Çıktıktan sonra ki bu aşamada -Tebriz'de planlarımızın dışına çıkmaya
ve kalmamaya karar vermiştik çoktan- geldiğimiz yöne döndük ve Kapalıçarşı ‘ya
ulaşmak için araçlara kapalı bir caddeye, gene bir Firdevsi Caddesi'ne daldık.
Burası önemli bir yer olmalı. Ana baba günü olan yaya trafiğinden değil de bunu
yolun iki tarafında da olan gerek ahşap gerekse kagir ama hepsinin ortak
özelliği, köhneleşmiş yapılardan anlayabiliyorsunuz. Fakat ticari açıdan da
epeyce canlı bir mekan. Sağa sola koşturan, alış veriş yapan ve onların
fotoğraflarını çekerken ne var ki çekiyor bakışlarıyla bizi süzen insanları
incelemek, seyretmek ömre bedel.
Şansımıza Enis ‘in couch surfingten tanıştığı bir çocuğa
denk geldik ve bize şehri gezdirmeye başladı. Çocuk zaten Türkiyede de İranlı
turistlere rehberlik yapıyormuş. Ama bize de şehri İngilizce anlatmaya
çalışmasını yadırgadım. Gene de çocuğun gayet iyi bir şekilde İngilizce
konuştuğunu da söylemeliyim.
Tebriz'in kapalıçarşısı Unesco kültür mirasına dahil. Dünyanın
en büyük Kapalıçarşılarından biri. Bu da şehrin İpek Yolu ‘nun üzerinde
olmasının sonucu. Ey dost burada ”İpek” dediğinde kimse dediğinden bir şey
anlamaz. Türk ise “ibrişim” diyeceksin Fars ise “ebreşem”.
Ben inatçıyım. Atalarımın ta Çin Seddi'nden
beri getirdiği kelimeyi tercih edeceğim Tebrizli dostlarımız İbrişim Yolundan
bahsederken ben “ipek” demeye devam edeceğim.
Pazar gerçekten çok büyük. Sanırım Unesco gazının da etkisi ile çok
yakın zamanda çok iyi bir bakım görmüş. Üstü kapalı, tuğladan yapılmış
koridorları, odaları, boşlukları ile dev bir alışveriş merkezi. İbn-i Batuta
ile Marco Polo dahi boş geçmemiş bahsetmiş buradan. Halıları, kumaşçıları,
içinde gezinen yetmiş iki milletten müşterisi ile tam bir curcuna burası.
Arada başka bir yabancı grubu gezdiren Tebrizli bir çocuğa
rastlıyoruz. Tipi kadar mantalite olarakta bize yakın biri. En azından bizimle
Türkçe konuşuyor. Yıllar önce bu soruyu çok az farkla tekrar ama tamamen farklı
bir yönde duymuştum. ”Sifte mi geldiniz Tebriz'e?” Çok yıllar önce eşimin
Gümülcine'deki köyüne ilk gittiğimde de bunu “sefte” şeklinde sormuşlardı.
Siftah yani ilk kez demek. Çocuğa dedim ben istanbulda bilmem bunu, eşim gelse
benden daha iyi konuşur diye. Geçen sene anlamına gelen bıldırı da örnek
veriyorum. “Bildir ” deriz diyor. Kazak da “bıltır” der diye ekliyorum. “Hepimiz
biriz ağam” diyor.
Çarşıdan çıkıyoruz, akşam burada konaklamayacağımız için
Kandovan ‘ı aradan çıkartmaya niyetliyiz. Sabah bizi gardan getiren taksici
tren istasyonundan Kandovan’a gidilebildiğini söylemişti ama oradan kalkan
araçlar Osku ‘ya kadar gidiyor. Oradan da tekrar taksi bulmak gerekiyor. Dört
kişi olduğumuz için indi bindi yapmak yerine direkt taksi ayarlamaya
çalışıyoruz ama nafile. Sonra adamın biri bize yardımcı oluyor ama sonradan
öğreniyoruz ki 10000 T komisyon almış taksiciden. Kandovan ‘a gidiş geliş ve
bir saatlik bekleyiş 50000 T tutuyor.
Kandovan İran ‘ın Kapadokya'sı. Bakmayın Kapadokya dendiğine,
boyut olarak bizim uçsuz bucaksız Kapadokya ile kıyaslayamazsınız. Bir dağın
yamacında kurulu topu topu bir köy burası. Lonely Planet çok övdüğü için ve de
bizim grupta da Kapadokya ‘yı görmeyenler olduğu için yola koyuluyoruz.
Yol üzerindeki Osku, alçakta kalan, ağaçlık, bereketli bir
yerleşim. Ama burayı geçipte yukarılara doğru çıktıkça manzarada gitgide
fakirleşiyor. Şoförümüz Azeri. İranlılara saydırıp duruyor. Şahlık döneminde
her şeyin iyi olduğunu, şimdilerde güvenliğin olmadığını, yönetimin istediği
zaman Tebrizde evleri basıp insanları kaybedebileceğinden bahsediyor. Bizi
seyrettiğini ve İran ‘ın İslam devrimine giderken geçtiği sürecin bir benzerini
yaşadığımızı söylüyor ve ekliyor. “Özgürlüğünüz için savaşın”.
Ahmedinecat diyoruz saydırıyor, Hamaney diyoruz küfürün bini
bir para. Rafsancani iyidir diyor. Sadece dinliyoruz. Petrolleri olduğu halde
pahalı olduğunu söylüyor. Halbuki petrolün litresi 50 kuruş bizim paramızla.
“Türkiye'nin petrolü olsa dünyayı titretirdi” diyor ki bunu çok kişiden
defalarca duyacağız yolculuğumuz boyunca. Biz ise “İranlıların petrolü de
olmasa ne halt ederlerdi” diye düşünüyoruz kendi aramızda.
Mollalara giydiriyor sürekli olarak. Molla sistemi gayet
sağlam temellere dayanıyor. Maddi güçleri çok kuvvetli. En basitinden şöyle
örnekleyebilirim. Siz zekatınızı Türkiye'de her hangi bir kuruluşa yada
sokağınızdaki birine verebilirsiniz. Ama İran'da zekatlar mollalara ait bir
vakıf tarafından tahsil ediliyor. Bu da sağlam bir parasal kaynak sağlıyor
sisteme. Bir de ülke kaynaklarının eşit dağıtılamaması (yada dağıtılmaması) gibi
bir durum yok. Çünkü firmaların neredeyse tamamına yakını devlete ait olduğu
için para gene sisteme giriş yapıyor. Sıradan insan kıt kanaat geçinirken
geçmişten gelen zenginliklere sahip aileler ise bu kaynaklar ile (eskiye
nazaran daha az da olsa) yaşamlarını idame ettiriyorlar. Devlet, ekonomiye
destek adı altında sus payı babında halkına bazı yardımlar yapıyor ama bu
halkın kara kaşı, kara gözü için değil de bir halk hareketinin önüne geçmek
için yapılıyor.
Bu durumda ortalama bir İranlı olarak kalabalıktan sıyrılmak
için elinizde az seçenek var. Ya zengin bir koca bulacaksınız (İranlı kızlardan
hoşlanmıyorlar) ya zengin bir kız bulacaksınız (onlarsa İranlı erkeklerden
nefret ediyor) ya yurtdışındaki akrabaların yanına kapağa atacaksınız
(bunlardan çok var. Özellikle devrim sırasında yurtdışına kaçan güruh ülkenin
krem tabakası). Bunu da beceremezseniz molla olabilirsiniz. Bunların hiç birisi
olmaz mısın ey dost, takma kafanı kuru kalabalıklar neden oluşuyor ki…
“Ekonomi” diyor, çok kötü gidiyor. Adam 500 $ aylık gelir
diyor. Etin kilosu Türk Lirası ile 18 TL imiş. “Her şey pahalı” diye tutturuyor.
Mollalara takmış. Ülkeyi sömürdüklerini, ancak hepsinin geberip gittiğinde her
şeyin düzeleceğini düşünüyor ama bundan da umudu yok. “Çok yaşıyor bunlar” diye
hayıflanıyor.”Her şeyin en iyisini yiyip, içip, sıçıp yatıyorlar sadece” diyor.
Ama şu var, İran'da mollalar ortalama insanlardan daha
bakımlı, daha kendine güvenir görünen insanlar. Ortalama bir gençte ezik bir
ifade varken molla küçük dağların yaratımından sorumlu önemli bir zat gibi, dim
dik sokakları arşınlıyor.
Konu dönüyor dolaşıyor Tebriz ‘in takımı “Traktör”e geliyor.
Bizde pek bilinmez. Aslında dış dünyada olan çoğu şey gibi sınır ötesindeki
Türklerle ilgili hiç bir şey bilinmez. Traktör İran Azerbaycanı'nda yaşayan
Azeri Türklerin ulusal kimliklerini simgeleyen futbol takımıdır. Radyatör der
gibi telaffuz etmeyeceksiniz. “Trahtür” diyebildiniz mi? Hah tamam o zaman.
Söktünüz bu ağzı. Youtube ‘tan bakın
bir. Milli takımın herhangi maçından bir farkı yoktur Tebriz'deki maçların.
Birkaç sene önce Abdülnecat Tebriz ‘e maça geldiğinde ilk devre sonunda İrana
ve kendine edilen küfürlerden sonra çıkıp gitmek zorunda kalmıştır.
Kandovan ‘a varıyoruz. Yol üzerinde bir görevlinin topladığı parayı
şoför ödediğinden miktarını bilmiyoruz. Gerçekten de dört bin metreye yaklaşan
sırtı karlı Sahand Dağı ‘nın karşısında, tek bir yamacın üzerine yığılmış
onlarca peribacası görülüyor.
Ey dost efsaneye göre 13. yy da Moğollardan kaçan halk in
cin top oynayan bu dağlara gelir. Kayaları kazır, kendilerine yuva yapar. Evler
yazın serin, kışın sıcak tutar doğaları gereği. Halk Azerilerin bir koludur.
Zorlarsanız kendinizi az bir zaman sonra konuşmalara katılabilirsiniz. Eski
kelimeleri kullanın. Ama aldığınız ıvır zıvır şeyler için yada yörenin oldukça
meşhur balını alıp da indirim dediğinizde “eşantiyon” derlerse şaşırmayın
elbette.
Gene de köyde pek bir numara yok. Bir evi etnografya müzesi gibi
yapmışlar. İnsanlar fotoğraf çektirmeye istekli değil. Bir de kendini köpek
sanarak bizi kovalayan bir de eşek var ki Allah korusun. Epey korkuttu.
Biz beğenmesek de mekan İran ‘ın son zamanlardaki önemli
turistik gözdelerinden biri. Çok sayıda lise öğrencisi yığılmış. Erkekler kar
sularının erimesiyle dağlardan kopup gelen ince derenin karşı kıyısında
şuursuzca koştururken kızlar ise genelde tavuklar gibi bir arada duruyor.
Niyetimiz yemek yememekti. Ama mangalda kızaran şişlerden
yükselen o koku öyle aklımızı çeldi ki teslim olmayı tercih edip sipariş vermek
zorunda kaldık. Oturduğumuz yerdeki liseli kızlarla epeyce eğlendik. Neşeli
anlardı. Aşk-ı Memnu şu aralar gözde dizi İran'da. Kızın biri beni Kıvanç
Tatlıtuğ ‘a benzetti. Gülümsedim, ben de onun dizideki diğer hatunlardan birine
benzediğini söyledim. Kız mutluluktan alçak irtifa uçuşa geçti ama galiba öteki
kızlardan birisi kendini dediğim oyuncuya benzetiyor olmalı ki bozuldu. Ey
dost, bu ülkede öğretmenler o denli suratsız ki kızları toparlayıp hemen
gidiyorlar. Bu böyle biline…
Ey dost, eğer İran ‘a gideceksen okuyacağın tek gezi notu
benim ki olmayacak mutlaka. Olmamalı da… Ama biz de gitmeden okuduk
onlarcasını. Para ödediğinde “kabulü yoktur” deyip de para almayan esnaflardan
bahsediliyordu çoğunda. Sadece buradaki adamın içten bir şekilde bunu
söylediğini düşünüyorum. Elbette ki İstanbul'dan, dünyanın yüzlerce yıl
yönetildiği o kutsal topraklardan geldik buralara, kimsenin parası bizde
kalmaz. Ödedik. Ama çoğu kez kabulü yoktur diyen ağzın bunu söylediğinde parayı
çoktan çekmecesinin gözüne atan bir elle aynı vücuda bağlı olduğunu gördük.
Ağız bir şeyler söylüyorsa da gönül ayrı telden çalıyor. Böyle olunca da ey
dost söylenen sözler kuru laf oluyor.
Kandovan dönüşü önce tren istasyonuna uğradık. Trende yer
yokmuş. Bu kötü oldu. O nedenle hemen otobüs terminaline gittik. Bu memlekette
iki tip otobüs var. Normal ve vip. Normal adından da anlaşılacağı şekilde gayet
normal otobüsler. Ama vip biraz değişik. İran otobüsleri bize anlatılanlardan
çok çok daha iyi araçlar. Vip araçlarda koltuklar televizyon koltuğu gibi.
Oldukça arkaya dek yatıyor ve ayakların altında da kanepe gibi bir kısmı var. Tipik
otobüsçü dalavereleri ile bize uyduruk koltuklar kakalamaya çalışıyorlardı ama itiraz
ettik, uğraştık. Muhtemelen kazıklandık ama ilk sefer ile kıyaslarsak daha az.
Biraz daha az.
İran, İran esnafı hiç hoşuma gitmeyen varlıklar olarak
karşımıza çıktı. Çok uzaklardaki karlı dağlara bakarken içimden İsfahan ‘ın
güzel bir kent olmasını diledim sessizce. Kendini İstanbul'a rakip gören bir
kentin az da olsa bir şeyleri olsa gerekti. Olmalıydı. Olmak zorundaydı.
0 Yorumlar
Yorumlarınız