Uçuş başlıyor. İran ile aramızda 1,5 saatlik bir zaman farkı
var. Neden 1 yada 2 değil de 1,5 saat zaman farkı diye sorma ey dost, cevabı ben
de bulamadım. Doğuya gidiyoruz. Mantık aramamak lazım pekte, olayların akışında
ama mümkün olduğunca ayakları sağlamca yere basıp durmak sanat bu yönde.
Beni sorma dostum. Her zaman ki hikaye. Kalkış anındaki o
nedensiz korku panikletiyor beni. Sarsıntılı bir kalkış yol boyunca epey
rahatsız bir yolculuk olarak devam ediyor. Tavandan sarkan panolara göre
Türkiye'den İran ‘a geçtiğimizde İranlı kızların artık örtülerinin içine girmeye
başladığını görüyorum. Ama kerhen, laf ola beri gele bir şekilde bizim
kafamızdaki tesettür ve İran imajından oldukça uzak bir şekilde… Sımsıkı bir
kıyafet değil dostlarım bu gördüğüm, kafanın tepesinde at kuyruğunun başladığı
yere dek açık olduğu bir örtünme bu.
Neyse, nihayet İran ‘a iniyoruz ve fazla bir zaman
kaybetmeden giriş işlemlerini tamamlıyoruz. Artık resmen İran'dayız. Tek sorun
gerçektende sabahın körü denebilecek bir saatte burada olmamız. Önceden bunu
bildiğim için araştırmıştım. Uyuklamak için internet siteleri havaalanının
mescidini önermekte.
Mekanı kolaylıkla buluyoruz. Tuvaletlerin yanında küçük bir mekan. Tuvalet kapısının hemen yanında da su içebileceğiniz, Amerikan filmlerinden tanıdık gelecek musluklar var. Düğmesine basınca su fışkırıyor ve siz de suyunuzu içiyorsunuz. Dostum İran ‘a geldiğinde, her ne zaman susarsan herhangi bir musluktan su içebilirsin. Tıpkı İtalya gibi burada da musluk suyu içilebilmekte. Duraksadın değil mi? Emin olamıyorsun hiç. İran ‘a hoş geldin. Musluk suları güvenli.
Mescidde uyuma konusunda bizden evvel davrananlarda var.
Eleman bizi görünce bir müddet sonra çıkıyor. Ama uyku perisi benimle olan
randevusuna koşar adımlarla, elinde beni rüyalar ülkesine götürecek davetiyeyi
tutmuş gelirken bir görevliye yakalanıyoruz. Görevli mescidin ibadet yapılan
bir yer olduğunu açıklayan bir nutuk çekti ayak üstü. Hayır dostum Farsça
bilmiyorum ama cümlelerdeki namaz gibi kelimelerden vardım bu kanıya. Haklıydı
ama bizde şartlar gereği oradaydık. Uzatmadan çıkıverdik.
Çıkış kapısının yakınında gsm hattı alabileceğin bir yer
var. Üşenme ve al dostum. Yoksa yerli operatör cebindeki parayı acımadan emiyor
olacak. Ya da sık dişini ve şehre ulaştığın ilk yerden telefon kartı al. Zaten
her önemli noktada istemediğim kadar telefon cihazı bulacaksın. Fiyat sorma
dostum, sakın sorma. Almazsan başına neler geleceğini nasıl öğrendik
sanıyorsun.
Burada para da bozdurursun. Ama resmi kur işler burada.
Şaşırma dostum daha yolun çok başlarındasın. Her şeyi anlatacağım. Diğerlerine
kulak asma. İran ne herkesin birbirine yardım edip gülümsediği bir şirinler
köyüdür ne de herkesin birbirini kesmek için fırsat kolladığı bir mollalar
ülkesi.
Resmi kura göre 1 usd 1200 Tümendir. (Farsçada ü sesi yok.
Latin harfleri ile roya yazmışlarsa u olarak ama uzunca okursunuz. Benim rüya
olarak okuduğumu ruuya diye telaffuz ederler) Yani 12000 Riyal. Sokaklarda yada
döviz büfelerinde 17000 ‘e dek çıkar paranızın karşılığı. Ama arz edeceğiniz
miktarda etkiler karşı tarafın küsuratlarını.
Tahran merkeze kalabalıksanız taksiler ile gidebilirsiniz.
Kırk km den uzak bir yol var. Tutturabildiğine değişen bir fiyat çizelgesi ile
15-35 usd arası bir bedelle ulaşırsınız istediğiniz şehirdeki her yere. Ama
dostum size verdiğim sözü tuttum. Gayet bakımsız minibüslerle 4000 T ‘ye en
yakın metro istasyonu olan Şüheda ‘ya ulaşırsınız. Burası kırmızı hattır. İster
Humeyni Meydanı ‘na çıkar şehri gezmeye başlarsınız ister Güney Terminali'ne
gider öğleyin sizi İsfahan’a kavuşturacak bir otobüse kapağı atarsınız. Ah
İsfahan çık aklımdan, en azından şimdilik…
Tahran güzel bir metro sistemine sahip. Komplike değil ama
şehrin çoğu noktasına ulaşmanızı sağlıyor. Kötü yanı 5:30 ile 23 arasında işliyor olması.
Yer altında köstebek gibi yolculuk yapmak görsellikten kaybettirse de Tahran
için eğer amacınız “belirli noktaları” direkt ziyaret etmek ise tereddüt
etmeden deneyebilirsiniz. İki şeye dikkat edin. İlki sabahın ilk seferlerine
bineceğiniz için ana baba günü bir vagona gireceksiniz yada Humeyni
veyahut Güney Terminali gibi bir yerde
inerken sırtınızdaki çantalarla düşman ordusuna dalar gibi çıkış yapmaya
çalışacaksınız. Ters yönden gelen insan kalabalığının durupta sana yer vermek
gibi nazik hareketlere sahip olmadığı bil dostum. Neyseki Konstantiniyye
yönünden gelen bizler bu ülkenin kalabalıklarına binlerce yıldır dalmaya alışmış
olmalıyız ki kavga döğüş ve bağırış çağırış platforma ulaşabildik.
Bize dönelim. Serviste tanıştığımız üniversite öğrencisi
genç bize epeyce yardımcı oldu. Çok iyi derecede İngilizcesi vardı. Epeyce
konuştuk. Neşeli bir yolculuk oldu ve epeyce de bilgilendik. Ekonominin bu yıl
epeyce kötü olduğu, gezmek için en iyi dönemin içinde bulunduğumuz bu zaman
olduğu, Kerman ve Bam ‘ın ise fotoğraflardan görülmesi gerektiği gibi detaylar
kalmış aklımda.
Humeyni Meydanı ‘nda inip yukarı çıktık. Saat henüz 7 gibi.
Ama yollar çılgın şoförler, kaldırımlar ise ağırlığı kadın olan kalabalıklarla
kaplanmaya başlanmış bile. Büfelerin önünde, kaldırımlar gazeteler ile
kaplanmıştır. Karikatürler ön sayfalarda yer alır. İngilizce yayınlanmakta olan
çok sayıda gazete de satılmaktadır. Çok sayıda gazete, çok sayıda dergi
dikkatinizi çeker. İranlı okumayı sever.
Ferdovsi Caddesi'nin sonu etrafı fıskiyelerle sarılı bir
Ferdovsi (elbetteki dostum biz Firdevsi diyoruz ama o ülkede saygı göstermem
lazım kurallarına, dillerine; değil mi?) heykeli bulunmakta. Demiştim en
başından İran şiirin ve şairlerin ülkesidir.
Firdevsi Şehname ‘nin yazarıdır. 60,000 beyitlik çılgın bir
külliyattır Şehname. İstanbul ‘un tüm şairlerini etkileyen belli başlı
şairlerdendir. Çılgıncasına bir İran milliyetçisidir ama kader onu bir Türk ‘e
hizmet etmek, danışmanlık yapmak, ona şiirler, kasideler yazıp para kopartmaya
dek sürüklemiştir. O Türk Gazneli Mahmut ‘tur. Dostum, dememiştim sanırım ama
son bin yılın neredeyse son yüzyılı hariç İran bir Türk mülküdür. Tarih dersi
ile sıkmayacağım seni. Ama çokta sevinme, sadece şimdilik.
Bilmediğine bahse gireceğim, Firdevsi ile ilintili bir
anekdot anlatacağım sana. Firdevsi, Gazneli Mahmut ‘a bir şiir tertip eder ama
mükafat olarak sultandan aldığı parayı beğenmez. Aldığı para ile doğruca hamama
gider ve orada paranın hepsini bahşiş olarak dağıtır. İşte günümüzde bile
alınıp da beğenilmeyen para için “hamam parası olsun” denir ya sözün çıkış
tarihi bu olaya ilişkilendirilir.
Günümüz Tahran ‘ı ise bambaşka bir yer. Gerçi çoğu gezgin
her başkent gibi buraya da uğranmamasını, transit geçilmesini salık verse de
ben buna da itiraz ederim. Başkentin adı Londra, Paris olunca olur da doğunun
bir kenti olunca mı olmaz. Bu gözler Şam ‘ı gördü ey dost. Anlar güzelden,
güven bana.
Ne gördün derseniz ilerilere baktığımda gördüğüm karlı
tepeler oluyor sadece. Elbruz dağlarının son uzantıları bunlar.Burada Tochal
diye dünyanın en uzun teleferiği de mevcut. Başka bir günün başka bir gezinin
konusu. Ama dostum an itibariyle burada işim ne diyorum, geldiğime bin bir
pişman olmuşken. Hele Tebriz ‘e tren bileti olarak 24 T öderken. Burada bilet
vb satın alabileceğiniz yerleri ararken “ajans” diye sorun siz siz olun. Tren
demeyin anlamazlar, ya şimendifer? Yok o Suriye sınırından sonra unutulmuş
olmalı. “Katar” diyeceksiniz tren peşinde koşmaktaysanız. Muhtemelen içinde
çalışanlarının neredeyse tamamı bakımlı, çoğu İngilizceyi çokta iyi konuşan zarif
kadınların yada genç kızların olduğu dükkanlarda bulacaksınız biletinizi.
Kuzeydeki saraylara gitme kararı alıyoruz. Hem vakit geçer
hem de meşhur Veli Asr Caddesi'ni görürüz diyoruz. Bunun için ilk yakaladığımız
otobüse atlıyoruz. İran'da otobüs nasıl oluyor anlatayım dostum. Aracın orta
yerine dek erkekler tıkış tıkış seyahat ediyor. Bir de sırtımızda çantalarla
bizi hayal et o hengamede. Ortadan sonrasında ise kadınlara ait kısım başlıyor.
Herhangi bir görünen sınır yok, sınır insanların kafasına nakşedilmiş. Kimsenin
ortadaki demiri geçmek gibi bir isteği yok. Ben arkalar boş diye ilerlemiştim
ki arkadaşlar beni uyarıyorlar. Şöyle bir bakınıyorum çevreme pekte
umursamaksızın. Erkekler kısmında, ahmak bir haricinin gene sınırı aştığına
kanıksamış gülümseyerek bakan yüzler varken kadınlarda ise durum farklı değil.
Işıldayarak bakan (ama bu bakış için bizde kullanılmış yada kullanılan bir fiil
var mı bilmiyorum. Eğer standart bakış "looking at" ise bu bakış "gazing" İngilizcede) gözlerde dalga geçen ama merak eden davetkar bir ifade de saklı
sanki. Ama yaşlı kadınlar çocukluğumda gördüğüm Humeyni resimlerindeki tavrı
kendilerine roll model olarak belletilmiş gibi bakıyorlar bana nefretle, her
bir hücremi tane tane inceleyip ezberlercesine.
Veli Asr bitmek tükenmek bilmez bir cadde. Şehrin modern
yüzü de diyebiliriz. İran ve modernlik mi diye kafanda lambalar yanmasın ey
dost. Bekle biraz daha… Buralar Binbir Gece Masalları ‘nın yazıldığı topraklar…
Her an olağan dışı bir şey çıkar bir köşeden. Bana peri kızları düştü genelde
bu seferde ama kim bilir bir dahakine neye denk gelirim, bilinmez. Onları da
anlatacağım ey dost ama hepsini değil. Demiştim ya, an be an unutmakta olduğum,
silinen anılardan ne kaldıysa kendimle mezara götüreceğim diye… Çenemi
tutamadım ey dost… Kusura kalma.
Veli Asr şehrin dağa doğru kilometrelerce uzanan ana caddesi.
Dünyanın en kötü havasına sahip şehirlerinden birisi olan Tahran ‘ın en nezih
bölgesi. Hem zenginler burada, hem de hava temiz hem de daha özgür. Aklınıza
gelen şeytanlığı sezmedim değil ey dost. Evet, tahmin ettiğin gibi meşhur
partilerin mekanı burası. Büyük firmaların ofislerinin olduğu, havuzlu ve
korunaklı villaların bölgesi burası.
Ha botokslu dudakları, şişirilmiş yanakları, kaldırılmış
kaşları sormayın bana. Daha yeni indik şehre henüz bilgi topluyoruz. Silikonlu
göğüslerden de bahsediliyor ama teyit edemeyeceğim.
Taveriş Meydanında araç duruyor. İnerken parayı ödüyoruz.
Epeyce gittik, sıkıntı bastı epeyce. Buradan taksiye atlayıp kuzeydeki iki
saray kompleksinden Sadabad Sarayı ‘nı turlayacağız. Niyavaran Sarayı için çoğu
yeri kapalı dendiği için tercihimizi bu şekilde kullandık.
Çocukları öğretmenleri gezdiriyorlar. Yeşil Müze ‘nin hemen
dibinde Su Müzesi var. Badgir ve Kanat sisteminin çalışması anlatılıyor
yumurcaklara. Sabret ey dost, hepsini anlatacağım sırası geldiğinde. İran ‘a
ayak bastığında benden daha donanımlı olacaksın rahat ol. Biz haricileri gören
çocuklarda disiplin namına bir şey kalmıyor. Ama terbiyeliler. Sıraya dizip
fotoğraflarını çekiyoruz. Öğretmenleri önce biraz kıl kıl bakıyor ama selamımızı
verince gülümseyerek alıyor.
İleriden, aşağıdan da bu kez kızlardan oluşan bir grup
ilerliyor bize doğru. Güler yüzlü, cıvıl cıvıl bir kalabalık. Öğrenci oldukları
için kafaları tamamen kapalı. Öğretmenleri mi yoksa bakıcı ablaları mı
anlayamadığım kızlar ise arkalarından takip ediyorlar arada kaçamak bakışlarla
biz garip, gürültücü haricilere bakarak.
Buradan çıkıyoruz. Askeri Müze kısmının yanındaki iğrenç
helikopteri de aşıp Beyaz Saray (Müze) kısmına ulaşıyoruz. Ama dışarıdan
oldukça ruhsuz bir yapı olarak bende derin bir izlenim yarattı. Üst katındaki
143 m2 lik halı için dünyanın en büyük halısı diyor İranlılar. Bizde Yıldız
Şaledeki halı için aynısını diyoruz.
Merkeze yakın olduğumuzu düşündüğü için arkadaşlarım
yürümeyi tercih ediyoruz. Burada yüksek duvarlarla çevrili yapılar var. Zengin
semti olmalı. Kısa sürede, güle oynaya meydana varıyoruz. İnsan yiyen mollalar,
besiçler ve komando Zeyneplerden hiçbirisi karşımıza çıkmadı.
Aval aval bakınırken etrafımıza bir kız geliyor. Herkesin
dediği meşhur çador değil üzerindeki. Parlak, oldukça kalite kumaştan bir
elbise. Zaten kimsede de görmedim yaşlılar haricinde çadoru. Çador aslında bir
elbise de değil, bir örtü. İsteğe bağlı, Şii tesettürünü sağladıktan sonra
üzerinize atıp atmamak sizin tercihiniz. Ama Meşhed, Kum gibi kentlerde bunu
söyleyemeyeceğim. Neyse, şöyle böyle dediği ama bizden hiçbir eksiği olmayan
İngilizcesi ile bizimle bir müddet dolanıyor. Örtüsünü bağlamakta kullandığı
dantelli kurdelaya takılıyor gözüm. Gözümün takıldığını anlıyor olmalı ki bana
bakıp gülümsüyor ama ne o bir şey söylüyor ne de ben. Şimdiye dek herhangi bir
terslik görmemiş olsakta anlatılan İran tasvirleri nedeniyle kafamızda bir fren
var her hareketimizde bizi yavaşlatan. Kıza teşekkür edip vedalaşıyorum ama
arkadaşlar yemek için bir şey bulamayınca kızı yakalayalım diyorlar. Sadece
bakınıyorum ilerilere, birbirinin benzeri siyah elbiseler içinde onlarca benzer
kız. Kimi ellerinde bile eldivenler ile dolaşıyor kimi ise neredeyse başındaki
örtüsü düştü düşecek şekilde.
Ama biz açız olabildiğince. Bir türlü yiyecek bir şey
bulamıyoruz. Nerede o anlatılan mekanlar? En sonunda bir pizzacıya dalıyoruz.
Aslında iniyoruz demem daha derli toplu olacak çünkü kiralar nedeniyle
restoranlar genelde zemin katlarda yada zeminin altlarında oluyor. Sadece yemiş
olmuş olmak için bir şeyler atıştırıyoruz.
Milli Bank ‘ın alt katında adam başı 3000 T ‘ye girilen müze
başlı başına bir servetin saklı bulunduğu bir hazine odası. Zaten girişte
yapılan aramalar, kalın çelik kapılar, içeride yer alan bir ton laftan anlamaz
görevliler bunun işareti. Burası benim gördüğüm en büyük hazine kutusu. Ey
dost, bu zenginliği anlatmakta başarılı olamayacağım, istersen salt bunun için
Tahran ‘a bir uğra. Bu hazinenin uğruna savaşlar da yapılmış. Afganlar Şiraz ve
İsfahan ‘ı yağmalayıp bu hazinenin önemli bir kısmını Hindistan ‘a taşır.
İranlılar toparlanınca bu hazine için yollara düşerler. Karşı taraf hayattaki
en değerli şeyin can olduğunu çabuk fark eder ve hazineyi geri verir. Ama geçen
süreçte (ve sonrasında da) her devrim hazinenin biraz zayıflamasına neden
olmuş. Önemli taşlardan biri bir şekilde İngiltere'ye dek gitmiş. Ama kalanlar da
yeterli.
Çok güzel kılıçlar mevcut. Sevmediğiniz birine o kılıçlardan
birini verin ve savaş meydanına sürün. İnanın tüm karşı taraf o adamın kılıcını
kapmak için ona saldıracaktır. Taçlardan da bahsedeyim mi ey dost? Yoksa zaten
gelip kendin mi bakarsın. Kırma hevesimi. Harika taşlarla süslü taçlar var.
Nerede bizim taçlar. İsyan edesi geliyor insanın.
Enfiye kutuları, şunlar bunlar derken Nadir Şah tahtına dek
gelmiş oluyorsunuz. Harika bir nesne. Ama tavus tahtı ile kıyaslayınca pek bir
sade kaçıyor. Tam karşısında ise değerli taşlardan yapılmış bir dünya küresi
var. Bu kürede otuz kilodan fazla altın, elli binden fazla değerli taş
kullanılmış. . Müze harika ama aydınlatma sıfır.
Güzel, dev pırlantalarla dolu (hatta kaplanmış) nesneleri
geride bırakıp öteki odaya geçtiğinizde tavus kuşu tahtını da görebilirsiniz.
Güneş tahtı da denmekte. Gene onbinlerce mücevherden müteşekkil, devasa bir
taht söz konusu olan. Üzerinde otursanız ki ne kadar heybetli ve obez bir
gövdeniz olsa dahi içinde ufacık kalacağınız muhtemel bir durumdur.
İnanılmaz bir zenginlik burada.
Aşağılara doğru yürüyoruz. Humeyni Meydanı ‘nın köşesinde
Çağlar ile beraber oturup bir şeyler almak için sağa sola giden diğer ikiliyi
bekliyoruz. Kimi duran çantalarımıza bakıyor kimi ise sadece neden durduğumuzu
anlamak için sadece bize. Garip kaçtığımızın farkındayım. Bir polis yada asker
gelip kendi dilinde bir şeyler söylüyor bize ama zerresini anlamıyorum. Ölesiye
yorgun, bitesiye canı sıkkın bir şekilde nereye geldiğimi, neden bunca insanı
peşime takıp umutlandırdığımı sorguluyorum kendi iç dünyamda. Ayağa kalkıp bir
tane geçirmeyi düşündüğüm ama sadece üşengeçlik nedeniyle yapmadığım adamsa
bizim hiç bir şey anlamamıza takmış olacak ki yoluna devam ediyor. Yakalanmış
ve sergilenmekte olan büyük, enteresan ve nadir bir balıkmışız gibi insanlar
bakmaya devam ediyorlar bize.
Gene bir taksiye atlıyoruz geri kalanlarımız da gelince.
Taksici iyi. Her bakkalda ve manavda durup trende yiyeceğimiz şeyleri temin
edebiliyoruz. Elma, domates, su. Ekmek önceden almıştık.
Tren istasyonunda bayan görevli içeri almıyor bizi. Polise gönderip pasaportları onaylatıyor. Hızlıca hallediyor ve dört kişilik kompartımanımıza yöneliyoruz.
İran trenleri hakkında epeyce bir şeyler okumuştum. Detayını da Charlie Boorman ‘ın “By any mean” isimli belgeselinde izlemiştim. Kesinlikle bizimkilerden iyi. İki kişiye bir çay düşecek şekilde su ısıtıcıları, yiyecek bir şeyler ücretsiz olarak hazırlanmış bir şekilde sizi bekliyor. TV ‘de var ama Farsça yayın yaptıkları için bir anlam ifade etmiyor bizim için. Görevli hafif zevzek bir tip. İlerideki yıllarda trende TV lerde uydu yayınının da olacağını söylüyor. Tabii, hükümetin izin verdiği kanallar olacak; tıpkı içindeki negroik öğelerin temizlendiği Nazi Cazı gibi bir şey olmalı bu.Ekstra para ile akşam yemeğini de tren içinde
alabiliyorsunuz. İster yemekli vagona gidersiniz, ister yemeğinizi ayağınıza
getirirler. Size kalmış. Ama vagonları boş bırakmayın diyorlar. Yemek, piliç
kebab yani farsi tabiriyle “cüce kebap”; yanındaki içecek ise dokh dedikleri
reyhanlı, naneli bir tür ayran. Yok
bizim ayran gibisi ey dost. Süt ürünleri bizim işimiz olmalı. 7,5 TL gibi bir
şey ödüyoruz adam başı.
Sonrasında üzerimizi örteceğimiz çarşaflar, nevresimler de
bırakılıyor kompartımanımıza. Ha, demiş miydim ey dost, yorgunluğumuzdan ve can
sıkıntımızdan geriye bir şey kalmamış durumda. Resetlenmiş durumda Tebriz ‘e
doğru, erkenden uyuklayanların horultuları arasında uyumaya çalışarak yolda
gidiyoruz.
0 Yorumlar
Yorumlarınız