Sabah ne zaman oldu bilmiyorum. Uyumuşum ve uyandım.
Kahvaltıya indik. Eğer Hintli iseniz sizi tatmin edecek pek çok şey var.
Fasulyeler, bezelyeler karnınızı doyurup sizi yeni güne hazırlamak için
emrinize amade. Ama bizim gibi turistseniz birkaç dilim kızarmış ekmek,
marmelat ve tereyağından oluşan menünüz tüm kahvaltınız demek olacak.
Çıktık dışarı. İlk önce rajaların sarayına uğradık. Bikaner
şehrinin sarayını iki raja kardeş paylaşmakta. Biri modern dünyanın şartlarını
teslim olup sarayın kendine ait olan kısmını “up class” bir otel yapmış. Diğeri
ise aristokrasi atalardan gelen bir mirastır, korunmalıdır diyerek girilmesi
yasak bir şekilde mülkü olarak tutmuş. Uçsuz bucaksız bahçesinde gezinip
fotoğraf çektirdik.
Kale girişi ise henüz açılmadığı için beklemedik. Şoförümüz
Chandra, mideye çok iyi geldiğini iddia ettiği lasiden bir torbada bana
getirmiş. Lasi bizim ayranın tatlısı, tuzlusu, meyvelisi her türlüsü olan ama
tadı bir şeye benzemeyen bir şekli diyebiliriz. İçtim tabii. Başlangıçta dünkü
şeker kamışı suyundan harap olmuş midemi rahatlatmadı değil. Ama sonrası hep o
şarkı
J
Codpur (Jodhpur) günün hedefi. Ama yol üzerinde benim için daha da
önemli olan bir durağımız Deşnok yerleşimi olacak. Karni Mata yada daha da çok
bilinen adıyla Fare Tapınağı ‘na uğruyor olacağız.
Hindistan'daki hemen hemen her yer ve her şey gibi buranın da
çok sayıda efsanesi var. En kabul göreni ise beyaz farelerin tanrının reenkarne
hali olduğu ve yaklaşık yirmi bin siyah farenin de bu dünyada fare olarak
yaşamayı kabullenip dünyevi her şeyden elini eteğini çekmiş ruhlar olduğu
şeklinde. Hele fareler tarafından kemirilmiş bir şeyi yemek çok büyük bir artı
imiş. Göreceğiz.
Yola çıkışımız takibinden bir saat geçmemişken bir yerleşime
ulaştık. Köy desen değil, kasaba desen hiç değil. Rengarenk bir görsel şenlik
krema görünümlü, süslü bir kapıya doğru ilerliyor düzgün bir sırada. Hindu
tapınaklarına ayakkabı ile girmek yasak. Biz bir daha giymeyeceğimiz
çoraplarımız ile – siz siz olun galoş giyin- sıraya girdik. Kimse ne
aradığımızı vb sormadı içeri girdik.
Bir koku ki anlatamam. Zaten Hindistan bin bir kokuya sahip
ama burada yanan tütsü ve bilimum diğer kokular iyice hercü merc olmuş burnuma
saldırıyorlar. Burnuma güvenirim. Ama artık bu şu kokusu vb deme yeteneğimi
kaybettim. Çok sayıda sıçan aşırı tıkınmaktan sallana sallana geziniyorlar.
Sağda solda ölmüş çok sayıda fare ise güneşin altında durup duruyor. Avlunun
çeşitli yerlerinde süt dolu taslar var farelerin beslenmesi için. Çocuğun biri
farelerin arasından tastaki sütten içiverdi. Ben orada kopuverdim. Aklımın,
mantığımın sınırları yıkılıverdi.
Bu esnada çok sayıda adam yanımıza gelip tavana gerili kısmı
göstermeye başladı. Ben bir şey anlamadım. Neyse ki Osman sakin bir insan
olduğu için, insanların tanrısal beyaz fareyi bize göstermek için çırpındığı
anladı. Beyaz fare dediğimde sevimli bir fındık faresi aklınıza gelmesin,
ortalama bir kedi boyutunda beyaz, kuyruğunun yarısı çürümüş yada yenmiş bir
sıçan bu.
Kendimi oluruna bıraktım. Gelen adama fotoğraf ve video
çekmek için gerekli paraları ödedim. Yeni gelenlere de beyaz sıçanı gösterip
hakla kaynaştım. Sanırım işe yaradı. İnsanlar gelip fotoğrafını çekmemizi
istiyor, küçük çocuklar bize dokunup kaçıyorlar. Ufaklıklardan bir kaçını
yakaladım. Başta yakalanınca korktular ama beraber fotoğraf çektirince bir
mutlu oldular anlatamam. Büyükleri de gelip fotoğraf çektirmemi istediler.
Kırmadık. Normalde bizden
para isterdi
halk. İnanın burada biz para istesek alırdık insanlardan.
Ardından tapınağın içine girdik. Bir şeyler yakıldığı için
yoğun bir koku ve rutubet var. Eriyorum gene. Zemin ise fare boku, sidiği ve
hayvanata verilen türlü yiyecekten oluşan bir karışımın sayesinde yumuşak. Ben
zorlukla adım atarken yaşlı kadınlar yerlere yüzlerini sürüyorlar. Hele
fotoğraf çekerken kavgacı farelerden biri aniden dizime atlayıverdi. Bir
refleks sıçrayıverdim. İnsanlar gülmeye başladı.
Çıktık dışarı. Çoraplarımızı atmak için ayağımızdan
çıkarmaya koyulduk. Hani yapışkan bir şey yavaş yavaş sökülür ya yapıştığı
satıhtan; işte bizim çoraplar ayaklarımızdan böyle çıkıverdi.
Codpur ‘a kadar artık alışageldiğimiz manzaralar eşliğinde gidiyoruz.
Hindistan'da bir şehrin ismi pur ile bitiyorsa şehir Hindu bir hükümdar
tarafından kurulmuş anlamına geliyor. Bununla beraber abad ile biten şehirler
ise Müslüman hükümdarların kurduğu şehirler olmakta. Sonu gar ile biten, çittorgar,
kumburgar gibi kentler ise aslen kale yada kale gibi sağlam surlarla
berkitilmiş şehirler. Zaten gar anladığım kadarıyla kale demek.
Codpur mavi şehir olarak anılıyor. Mavi rengin sivrisinekleri
uzak tuttuğu gerçekliğini bilemediğim ama dünya genelinde de bir o kadar yaygın
bir inanış. Bununla beraber şehrin ismini aldığı mavi evlerin renginin nedeni
bu değil. Geçmiş devirlerde en üst kast olan Brahmanların evlerini diğer
kastlardaki insanların evlerinden ayırt etmek için maviye boyamalarına izin verilmiş.
Ama zamanla özellikle Müslümanlar bu yasağı delmiş. Modern hükümetse turizme
destek olmak için bu rengin kullanımını serbest bırakmış.
Şehrin en önemli turistik atraksiyonu hiçbir zaman ele geçirilemediği
ile gurur duyulan Mehrangarh Kalesi.
Kale, bir kaya kütlesi üzerine kurulu, gerçekten de zor ele
geçirilebilecek bir yerde. Giriş kapısının hemen yanındaki duvarlar birbirinden
güzel işlemelere ev sahipliği yapıyor. Giriş oldukça pahalı. Biz yabancılara
850 rupi. Para vermeksizin kalenin avlusunda gezebiliyorsunuz. Kimi zaman
izniniz olmadan fotoğraf çekmenize laf eden polisler oluyorsa da buna
takılmanıza gerek yok.
Kaleden şehrin kuzeyinde yer alan mavi evlerin olduğu
Brahman mahallesini gayet net bir şekilde görebilirsiniz. Kalenin içindeki yapıların
zaten güzelliğine, görselliğinin harikuladeliğine laf etmeye gerek yok.
Anlatması da zor zaten.
Kale içerisindeki kapılardan Demir Kapının iç duvarlarının birinde
içerisinde küçük el izlerinin yer aldığı bir pano var. Buna Sati elleri deniyor. Sati hesapta
günümüzde yasaklandığı söylenen ama kırsal bölgelerde yaşadığına inanılan bir
Hindu geleneği. Bir erkek öldüğünde onun karısı da onunla beraber diri diri
yakılması geleneği sati oluyor. Elbette ki kadın erkekten önce ölürse yapacak
bir şey yok. Ölen eğer kadınsa hemen hemen her gelenekte öldüğüyle kalıyor. Her
neyse, bu on beş küçük el izi kocasıyla beraber yakılan on beş maharaja
karısına ait.
Dediğim gibi kaleyi gezip kalacağımız haveliye gidip
eşyalarımızı atıp Sardar Market ‘e gittik. Sardar kolaylıkla da anlayacağınız
gibi baş, birinci anlamına geliyor. Dolayısıyla Sardar Market şehrin ana
pazarı.
Gün bitmiş, hava kararmış kimsenin umurunda değil. Yaşam
olabildiğince hızıyla devam ediyor. Kimi tezgahını toplarken kimi eşya yığmaya
devam ediyor. Pazarın dışındaki cümbüşün ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz ama
geçebilmek ne mümkün. Rengarenk boyalarla gök kuşağına dönmüş turistler bizim
gibi otellerine geri dönmekte.
Hindistan'daysanız unutmamalısınız ki her yerde bir festivale
kutlamaya denk gelebilirsiniz.
0 Yorumlar
Yorumlarınız