Güzel bir gün
başlayacak gibi. Kahvaltıya iniyoruz. Otelin kavatlısı zengin ama menüde türlü
türlü çiğ balıkta var. Kimisi tamamen çiğ kimisi muhtemelen çeşitli baharat vb
de kendi kendine pişmiş. Eşim bol bol yiyor. Ben ne olur ne olmaz diye
klasiklerden şaşmamaya kararlıyken çeşit çeşit meyveli yoğurt ile yoldan
çıkıyorum. Yoğurdu icat etmiş bir millet
olarak buna meyve katmayı akıl edemememiz büyük eksiklik. Adamlarsa her türlü
dağ ve orman meyvesini yoğurdun içine doldurmuş. Sabah sabah şiştim bende.
Çıktık dışarı. Otelin yakınındaki, kiremit kaplı yüksek kiliseye girdik. Burası mahalleye adını veren St. Olav Kilisesi. İçi sade sayılabilir. Süslemeler ağaç işi ve cemaat şaşırtıcı şekilde Uzakdoğululardan oluşmakta. İskandinav ülkelerinin aslında beyin olarak dengesiz olduklarını düşünüyorum. Dini, ülke ve insanlar için önemli bir olgu olarak görmediklerini söylüyorlar ama hepsinin bayrağında haç var. Sosyal demokrasileri var gayet iyi işlettikleri ama ülkelerinin başında İzlanda'yı istisna olarak tutarsak kraliyet aileleri var. Norveç'in kraliyet ailesi Danimarka orijinli üstelik. İnsanlar anlaşılması en zor canlı türü olmalı.
İlerleyerek güzel
binaları seyrede seyrede katedralin yanı başındaki çiçek pazarına varıyoruz.
İklimi itibariyle egzotik çiçeklerin yetişmesi mümkün olmayan bu coğrafyada
çiçek satışı gözlemlediğimiz kadarıyla oldukça fazla.
Katedral ise kapalıydı. İlk defa kapısı gündüz kapalı bir
katedral görmüş olduk.
Katedrali de aştınız mı artık şehrin ana tren garının da
olduğu ana meydanına ulaşıyorsunuz. Tren garına giriş yapacağınızı varsayarsak
biraz çevreyi anlatayım. Terminalin solunda, Radisson Oteli'nin arkasında kalan,
biraz haşat, biraz kelepir olarak nitelendirebileceğimiz bölge Gronland
mahallesi. Türklerin de aralarında olduğu azınlıkların yaşadığı, şehrin en ucuz
marketlerini ve kafeteryalarını bulabileceğiniz, Norveçli orta yaş insanların
akşam hava karardıktan sonra kesinlikle girmeyin dedikleri meşhur mahalle.
Girdik, dolandık ama bize göre risk oluşturabilecek bir şey olmadığını gördük.
Fakat şaşırtıcı olan şey Norveç'in başkentinin güzel bir
sahil şeridi yok. Opera binasının üzerindeki terastan her şeyi
görebiliyorsunuz. Sağ tarafta Akerhaus Kalesi'ne dek liman bölgesi. Sol tarafta
ise küçük bir sahil kasabasının liman bölgesindeymişsiniz gibi düşünmenize
neden olabilecek bölgeler…
Terminal kısmında ise sağ tarafta yapılan yeni ve modern
binalar. Ve insanların karıncalar gibi sağa sola koşuşturduğu ana meydan.
Burada dinleniyoruz
biraz. Güneş tepemizde yakıyor. Bir dükkandan birer şişe su alıp Askeri Müze'ye
gitmek üzere yollardayız tekrar. Yol üzerinde “bu da borsa binasıymış” diye
geçtiğimiz pek çok bina var. Turistik bölgede olduğumuz için kafeteryalar çokça
da pahalı. Balina eti de menülerde. Prensip gereği yok olmakta olan bir canlıyı
yiyemem. Balina eti 400 yıl önce belki Norveç nüfusu için olmazsa olmaz bir
besin kaynağıydı ama artık şimdi işler çok değişti.
Askeri Müze de kale içinde. İlk katında modern Norveç Ordusu'nun yaptıkları görünüyor. Nato ve Birleşmiş Milletler Barış gücü
kuvvetlerine dahil olarak yaptıklarına dair doküman vb paylaşmaktalar. Ayrıca
kullandıkları eşya ve çadırlar da sergileniyor ki çadırlar gerçekten çok
kaliteli.
Üst katlarda büyük bir
kısım 2.Dünya Savaşı'ndaki Alman işgali dönemine ait. Norveç, Alman saldırısı
başlar başlamaz donanmasının %40 ‘ını İngiltere limanlarına gönderip İngiliz
nakliyesine destek olmuş. Churchill bu konuda çok övgüler düzmüş adamlara.
Arada da savaşta tarafsız kalıp işgalcilere destek olan ülkeler diyerek
komşuları İsveçlilere selam çakıyorlar. Bir kaç sene önce İsveç ve Norveç
birleşecek diye haberler çıkıyordu. Arada mantıksal uçurumlar var.
Bir de bir manyak çıkıp 80 kadar insanı taramıştı birkaç
sene öncesinde. Biz oradayken devlete açtığı davayı kazanmış. Kaldığı
mahkumiyet şartları insani yaşam standartlarının çok altındaymış. Adamın
hücresinde yüksek hızlı internet, televizyon akla gelebilecek her şey var.
Müzenin diğer kısımlarında ise ortaçağ dönemlerinde
kullanılan silahlar ve eşyalar var. Hemen hemen her eski Norveç kentinin
kalelerini ve çevrelerinin birer
maketlerini de yapmışlar. Tarihe geçen gemilerinin de maketleri sergilenmekte.
En son da bir Viking kalkanı ve zamanla erimeye yüz tutmuş bir, iki kılıç
camekanların ardında.
Çıkıyoruz. Büyükçe bir parkın yanındaki dükkanlara bakınıp
magnetleri alıyoruz. Kiremit rengi belediye binasını aşıp deniz kıyısına
geçtiğimizde ise Nobel Barış Merkezi ile karşılaşıyoruz. Giriş 10 euro. Pas
geçiyoruz. Bu aşamadan sonra sahil güzelleşiyor. Müşteri bekleyen tur
tekneleri, genelde turistlerin doldurduğu kafeteryalar… Buradan manzara güzel.
Kale, içerideki binalar ve deniz.
Biraz daha yürüyoruz. Modern ama
benim için bile göze hoş geliyor diyebileceğim apartmanlar var sahilde.
Denizden içeri uzanan kanallarda ise sağlı sollu apartman sakinlerine ait
botlar sıralanmış. Kanalında ortasına yakın bir yerde ise denizde kollarındaki
sırıklar yardımıyla yürümeye çalışan bir kadının heykeli var. İskandinav
şehirlerinin her biri bu tarz kendine has bir konsepti olan heykellerle dolu.
Şehrin en kalburüstü yeri olmalı burası.
Bizde bahçede
yayılıyoruz. Yetmiş iki milletle beraber
kralın bahçesindeyiz. Yemyeşil çimenlerin üzerinde asırlık ağaçların
altındayız.
Buradan otele gidiyoruz. Meşhur somon balığını tadıyoruz
eşimle. Pek bir farkı yok. Markete gidip komposto vb ne bulursam alıyorum.
Artık tur bitmek üzere. Şimdiye dek yaptığımız turlar içinde en masraflısı -tüm
çabalarıma rağmen- oldu.
Düşünüyorum da İzlandaya daha uzun bir süre için gitmek isterim. Büyük buzul dağı ve kuzey kısımlar için olabilir.
Stokholm başlı başına bir mücevher. Ülkenin göllerle kaplı
kuzeyi – şayet çok üşümeyeceksem – görmeli diyorum.
Oslo'ya ısınamadım. Ya doygunluk ya da turun son noktası
olması nedeniyle puanı düşük oldu. Bununla beraber kuzey ışıklarını görmek için
Trömsö yada arada Trolllunga listemde.
Danimarka karanlık ve yorgun bir günde ağırladı bizi. Güzel
ve değişikti.
0 Yorumlar
Yorumlarınız