Bir gün günlük rutin işlerimi yaparken telefonum çaldı.
Atlasglobaldeki arkadaşlarımdı arayan. Bişkek uçuşlarının ay sonunda iptal edileceğini
ve elimi çabuk tutmamı söyledi. Aslında Bişkek gidip Almatı döner bir planım
vardı ama bu da Kazak elçiliğinin oğlum ve eşime karşı uyguladıkları vize
politikasıyla çöküvermişti. Elçilikteki tipin, Yunan vatandaşlarının Kazak
vizesine Atina'dan başvurabilecekleri cevabı eşimi deliye çevirmişti.
Neyse apar topar planlarımdan birisini budayıverdim. Atlasglobali aradım ve gidiş ve dönüş rezervasyonlarımı yaptırdım hemen. Beş saat kadar sürecek uçuşlarda koltuklarda konserve olmadan oturmaya, yemek yiyebilmeye ve susuzluktan ölmemeye karar verdiğimiz için atlasglobali seçmiştik.
Kırgızistan oğlum için yepyeni bir yer. Azerbaycan gibi
eğleneceği bir yer olarak öne çıkıyor. Biz olmadan da doya doya konuşabileceği
bir yer olacağını düşünmekte. Eşim için at eti ve kımız demek. Ve diğer
yiyecekler elbette. Benim için ata toprakları, kutsal Tanrı Dağları ve Çolpan
Ata'da yer alan yazıtlar; atalardan kalan en gerçek miras…
İndiğimiz sırada gün henüz doğmamış ama hava soğuk korktuğum
gibi değil. Nem oranının düşüklüğünün yanı sıra ayaz olmaması da -1 dereceyi
gösteren panoyu yalanlıyor adeta. Küçük bir havalimanı burası. Havayı koklayarak
bizi beklemekte olan otobüse doğru, uçağın merdiveninden inip yere ayak
basıyorum. Oğlumun yaşında bunu hayal dahi edemezdim. SSCB haritalarında yer
alan Türk devletlerinin bağımsızlıkları gerçekten uzak görünen bir hayaldi.
Şimdi ise bağımsız bir Türk devleti olan Kırgızistan ‘ın başkentti Bişkek ‘in
Manas Havalimanı'ndayız. O, eski atlaslardaki Frunze şehri de yok artık. Bişkek
var onun yerine. Çok daha eski günlerde de olduğu gibi.
Orta Asyalı şairlerimizden birinin de dediği gibi “ana til
en yahşi til”.
Önce güvenlik kapısından geçiyoruz. Ardından da bavullar
x-raya sokuluyor. İri polis bizim çantayı fırlatıp atınca tutamıyorum kendimi.
“Para verip aldık, yavaş a.kym” Adam bana bakıyor boş boş. Oğlan gülüyor ve
günlerce dalga geçebileceği bir malzeme elde etmiş oluyor.
Bu saatte şehirde yapacak bir şey olmadığından taksi ile
Doğu Terminaline gidip oradan Issık Gölü’ne giden otobüslere bineceğiz. Çıkar
çıkmaz ufak tefek, gençten bir adam geliyor yanımıza taksi diyerek. “autovakzal
vostokiya” diyorum anlamıyor. “Autovakzal vastokiya” deyince Rusça bir şeyler
diyor. Üniversitede de Orta Asyalılar kendi aralarında Rusça konuşur ben de
ifrit olurdum. “Kaç para?” diye çıkışınca
-
“Min” diyor.
-
“Min?, yahşi değildir” diyorum.
Cedicüze (Yediyüze) anlaşıyoruz. C – Y geçişi had safhada
burada. Gerçi Kıpçak lehçelerinin hepsinde var bu. Bizim Kırım Türkçesi'nde de,
cavmır cavın İstanbul'da yağmur yağarken. Adamın arabayı getirmesini bekliyoruz
epeyce. Hatta dayanamayıp şehir merkezine giden minibüslerle konuşmaya
gidiyorum nasılsa terminale bir şekilde giderim diye ama minibüsün Rus
şoförünün ağzından laf almak pek mümkün değil. Tam o sırada da bizim taksici
geliyor ve atlıyoruz.
Aracın içinde kesif bir mazot kokusu, nefes almak mümkün
değil. Pencereyi açınca kuru bir soğuk çarpıyor insanın yüzüne. Buzdolabının
buzluğunu açmışsınız gibi bir etkisi var. Yabancı müzik açmaya yelteniyor ama
Yıldız Kırgızca şarkıları açtırıyor.
Taksici bizi otogara bırakıyor. Ayrılırken kafaları tokuşturuyoruz. Şapır şupur, yapış yapış öpüşmek değil bizim geleneğimiz. Tokuşturup kafaları vedalaşıyoruz.
Hışımla dönüyorum. İçeride de saydırıyorum. Tam o sırada yaşlıca bir kadın gayet anlaşılır bir Türkçe ile bize yardımcı olacağını söylüyor. Kocasını bekliyoruz. Sevimli bir adam geliyor, beraber çıkıp terminalin öteki tarafındaki maşrutkaların birine biniyoruz. Adam başı 280 som. Gerçi havaalanında bozdurduğumuz paralar bitti ve yanımızda bir kuruş som yok. Biz de yaşlı kadınla sohbet ediyoruz. Kadının çocukları bir Türk firmasında çalışıyormuş. Firma yetkilileri evlerine geldiklerine göre çocukların konumları iyi olmalı firmalarında. Konuşurken kadının kocası gelip beni alıyor, açık bir dövizci bulmuş; beni ona götürüyor. Para işi halloluyor, adamla vedalaşıp yola dökülüyoruz gene. Anadoluda göreceğim bir şeydi bu. Mesafeler yürekleri, terbiyeyi, gelenekleri değiştiremiyormuş; bunu görüyorum.
Yol rehber kitaplarda da belirtildiği gibi oldukça iyi
durumda. Bizim familya çoktan uyuyakalmış. Şoför ise alçaktan uçuyor. Uyuyor
olmalarına şükrediyorum. Çılgın manzaralar var. Karlı dağ silsileleri birbirini
takip ediyor. Sözün yetmediği yerler buralar.
Çıkıp yiyecek bir şeyler alıyoruz. Gene Rusça cevaplarla
başlıyorlar. Biz ısrar edince Türkçe'ye dönülüyor. Hamur işi var bol bol. Ülkenin
doğusunun etçi batısının ise hamurcu (Kırgızların deyimiyle kamırcı) olduğunu
öğreniyoruz.
Yola tekrar koyuluyoruz. Yol üzerinde “Balıkçı” adında kent
– kasaba arası bir yerleşime geliyoruz. Haritaya göre burası göl kıyısında ama
göl epey uzakta kalıyor yola göre. Bize yardımcı olan kadın burada iniyor.
Balıkçı kasabası isminin hakkını veriyor. Gerçi son zamanlarda avlanan balık
miktarının hatrı sayılır oranda düştüğü belirtilse de dükkanların önlerinde
askılara asılmış kurutulmuş balıklar merkez kısmının ana manzarası denilebilir.
Bununla beraber evler bizim Trakay'daki evleri andırıyor. Genelde iki katlı ahşap
evler. Hiç birinin girişleri yol tarafına bakmıyor. Kimisinin üzeri sadece
sunta ile kaplı, daha boya vurulmamış. –Gerçi o suntaların bizdeki suntalardan
en az üç kat daha kalın olduğunu gördük-
Bir de burada değişik bir mezarlık kültürü var.
Mezarlıkların içlerinde sanat eseri diyebileceğiniz değişik taş yapılar var.
Kimisi kapı görünümlü, kimisi iki boyutlu bir ev adeta. Pek çok mezarda
rahmetlinin resmi de yer almakta. Bu konuda bizden epey farklılar.
En sonunda Çolpan Ata yazan bir yere ulaşıyoruz. Şoförü
uyarıyorum, hı hı deyip baş sağlıyor. Neyse ki yol kenarında bizim otelin adını
görüyoruz da şoföre bağırıyoruz. Bir insan bir minibüste kaç sebepten bağırıyor
olabilir bilmiyorum ama inmek istediğimizi anlayana kadar adam epeyce daha
yoluna devam ediyor.
Çolpan Ata, Issık Gölü etrafının en gözde turistik merkezi. Tabi
bu turistik sezonun pekte uzun olmadığını hatırlatmakta fayda var. Genelde
Kazakistan'ın ve Sibirya Rusyası'nın zenginlerinin rağbet ettiği bir yer
olduğunun fiyatları bu coğrafyanın geneline göre oldukça yüksek. Sezon
fiyatları ise çok çok yüksek.
Sokağa çıkıyoruz hemen. Güneş olan yerler iyi ama
gölgedeyseniz aman aman. Neyse ki çok sayıda market var yol üzerinde. İçlerinde
de türlü türlü bisküvi başta olmak üzere bir sürü yiyecek. Haritaya göre otel
merkeze yakın ama merkeze pek yakın değiliz. Yapacak bir şey yok, yürüyeceğiz
elbette. Ama emin olabilmek için az önümüzdeki öğrenci grubuna soruyoruz
gitmemiz gereken yönü. Doğru yoldaymışız.
Önce epeyce bakımsız bir parka giriyoruz. Parklar bakımsız
bile olsa farklı ağaç tiplerinin rengarenk yaprakları ile başka bir albenisi
var. Parkın ortasında ise yüksekçe bir kaidenin üzerinde ince uzun bir hatunun
heykeli var. Ellerinde zincirimsi bir şey bulunmakta. Orada oturup bize
bakmakta olan tiplemelere sordum kimin heykeli olduğunu, ”Çolpan Ata” dediler.
Ne kadar doğru bilinmez. Çolpan, Venüs demek. Çolpan Ata Eski Türklerin
muhtemelen Çiğil Türklerinin koruyucu ruhlarından birisi.
İlerledik. Burada ekmekler genelde yuvarlak. Bir restoranın önündeki yaşlı teyzeler bize laf atılar. Rusça tabii. Ben konuşana dek bizimkiler ana oğul içeri dalmışlardı bile. İçeridekiler bizi yan tarafa yönlendirdi. Burada konteynerden bozma odacıklarda da yemek yiyebiliyorsunuz. Bir nevi özel kabin. Bir kız gelip menüyü bıraktı. Kız rus ve “yes,no” dışında bir İngilizcesi yok.
Eski Sovyet ülkelerinin belki de ortak özelliklerinin
başında servis sürelerinin uzunluğu ve yavaşlığı geliyor. Bize gelen tabakta
beş tane mantı var. Gürcülerin kinkalisine benziyor ama sanırım hamur haldeyken
kızgın suda haşlanmış gibi. İçindeki de kıyma değil daha çok bıçaksırtı et.
Bununla beraber et o denli sert ki kimi zaman ciklet çiğniyorum hissine
kapılıyorum. Oğlum ise “işte buna yemek denir” diyor keyifle.
Az sonra eşimin yemeği “beşparmak” geliyor. At etini ben
tatmıyorum. Bu yemek at yada kuzu eti ile yapılmakta. Hamur parçalarının
üzerine koparılarak parçalanmış söğüş et, gene hamur, patates ve havuç ve sair
konularak yapılıyor. Bize gelen tabakta iki de salam parçası vardı ki birinin yarısı
yağ olduğu için yenmedi bile. Buna karşın gelen ekmekler tek başına bir yemeğin
ana yemeği olabilecek kadar lezizdi.
Yola devam ettik. Ruh Ordo kültür merkezine vardık ama
kapalı olduğu için giremedik. Bir açıklama da bulamadık. Burası bir açık hava
müzesi. Zamanında köhne bir mezarlıkken Kırgız halkına ait öğeler ağırlıklı
olmak üzere Türk toplumlarına ait unsurların sergilendiği bir yer olarak
düzenlenmiş. Araştırdıklarımdan gördüğüme göre ilk girişte sizi Atatürk
karşılıyormuş. İçeride de Cengiz Aytmatov ağırlıklı görseller mevcutmuş.
Müzenin ağır kapısını iteledik. Görevli kadınlar geldi
başladılar Rusçaya. Biz Türkçe devam edince onlar da bizlerle Türkçe konuşmaya
başladılar. "Issık Gölü'ne Türkiyeliler pek gelmez" dediler, "müzeye ise hiç girmez" diye eklediler. Yerin dibine girdik hafiften. Halbuki müze ufak tefek ama
gezilesi bir yer. İçeride bize fotoğraf çektirmediler. Kaçak çekim yapan oğlumu
da erken yakaladılar.
İçeride sadece taş toprak diyebileceğiniz tarihi nesneler
yok. Etnografik öğeler de eklenmiş. Örneğin bir Kırgız çadırı ve çeşitli halı ve
kilimler on numara. Hemen burada bir de mangala tahtası var. Bu oyun nasıl
unutulmuş bizim buralarda anlayamıyorum. Doğukan Manço Survivor'da bir iki
göstermeye çalıştı millete; Muhteşem Yüzyıl vasıtasıyla bunun bir kulübü dahi
kuruldu ama ötesi gelmedi.
İçeride ilgimi çeken şeylerden birisi de özellikle
saymalıtaştaki kaya yazıtlarının fotoğrafları oldu. Benim olmazsa olmazlarımdan
birisi orası. Ama kimi yazıtlara bakınca kamasutra halt etmiş dedim. 12
yaşındaki oğlum bile apışıp kaldı. Fakat yazıtların açıklamalarında hep “Türk
atlı”, “Türk savaşçı” gibi açıklamalar vardı. Derinlerde bir yerlerde halen öz
korunmakta. Kimse bir tarih uydurmaya ya da tahrifata ihtiyaç duymuyor. Ait
olduğumuz yerler buralar… Tanrının bize emanet ettiği dünya buralardan
başlıyor.
Göle inme vaktimiz geldi hatta geçiyor. Hemen yolun
karşısına geçip göle doğru uzanan sokaklardan birine dalıp ilerledik.
Sanatoryuma gelince geri döndük. İki paralel sokaktan girip devam ettik.
Yürü babam yürü ama değer. Göle doğru uzanan bir dil var.
Sonbaharın boyadığı yapraklar, gri bir gök ileride, sarı kumların bitiminde
masmavi bir göl. Durgun sayılır. Fırtınalı zamanlarını gösteren videoları da
izlemiştim. Bir deniz gibi kabarabiliyor da. Çok çok ötelerde ise Tanrı Dağları
bir silüet gibi uzanıyor. Üzerlerindeki karlar ve buzullar ise sanki zamanın
açtığı hiç kapanmayan yaralar gibi. Bir ırkın yaradılıştan günümüze tüm
tarihine şahitlik etmiş bu kadim dağ. Eski Türkler bu dağlara baktıklarında
öyle heybetli gelmiş ki “Tanrılar yaşar bu dağlarda” demişler. O nedenle
bakmayın ecnebinin yada yerli malı entelin “Tien şan” dediğine.
Gölde bir tekne, muhtemelen balık tutuyor. Aytmatov
kitaplarında anılır gölün balıkları. Bize yolu işaret eden Rus genç ilerilerden
bağırıp bize aksi istikameti işaret ediyor. El sallıyorum çıktığım cankurtaran
kulesinden.
Artık dönüşe geçiyoruz. İlerilerde, uzaklarda yine karlı
dağlar. Daha kışa da tam anlamıyla girilmedi. Kışın kim bilir ne olacak
buralarda, hava nasıl donduracak insanları…
1 Yorumlar
Uzun sayılacak bir gezi yasını hiç bu kadar keyifle okumamıştım. Yer yer kahkahalar attığım oldu ama aslında çok iç acıtan şeyler var yazıda. Rusça konusunda ki ısrar özellikle.. Ben bir dönem, Kazak, Azeri, Türkmen ve Arnavut arkadaşlarla vakit geçirmiştim ve inan içlerinde en düzgün Türkçe konuşan Arnavutlardı:-))
YanıtlaSilYorumlarınız