Eldekilerle odada karnımızı doyuruyoruz kahvaltı niyetine.
Dışarı çıkıp görevli adama sesleniyorum ama ne karısı ne kendisi içeride.
Şoförlük yaptığını ve bizi yazıtlara götüreceğinden bahsediyordu. Adamı
bulamayınca anahtarı oda kapısının üzerinde bırakıp çıkıyoruz. Hava buz gibi.
Bu tip ülkelerde her araç taksi olabilme yeteneğine sahip. Bununla beraber içinde yolcu olan taksiler bile üç kişi ve bir büyük bavul olmamızı umursamaksızın duruyor. Yerler vıcık vıcık çamur. İçimde yazıtlara gitmeye dair pek bir istek yok. Direkt Bişkek'e gitmek istiyorum aslına bakarsanız. Bunu söylediğimde ise ailenin tepkisi var. En azından durağa gidelim orada da taksi bulamazsak Bişkek minibüsüne atlarız dediğimde ise yarım ağızla kabul ediyorlar.
Bavulu ön koltuğa koyuyor. Bavul ise adamla bir yakınlık
kurmuş olmalı ki omzuna yaslanıveriyor adamın. Yıldız ve Mete arkada çoktan
konserve olmuşlar bile. Adam Rusça bir şeyler diyor, ben Türkçe konuş kardeşim
diye bağırıp çağırıyorum. Her zamanki muhabbet anlayacağınız. “Bişkek'e de aparırım” diyor ve “da?” diye
soruyor. Yıldız bu araba ile Bişkek'e gidemeyeceğimizi söylüyor. “Avtobas
yahşidir” diyorum ben. Bir “da” daha.
Adlarımızı soruyor. Söylüyoruz. Onunki de “Aslıbek”
Bozuk yoldan çıkıp artık kullanılmayan havalimanının
yanındaki yola giriyor. Azerbaycan'daki gibi bir macera bu. Sonunda yazıtların
olduğu açık hava müzesine ulaşıyoruz. Etrafı sarılı çitlerle. Biz geldiğimiz
sırada kimse yok içeride. Dalıyoruz.
-
-
“Haaaa, ak keçki.. Ak keçki cok burada” diyor.
Gerçekten de açıklamada beyaz keçiler yazsa da taşların üzerindeki şekiller
koyu renkte. Ben de artık yanımızda dolaşan koyun sürüsünü gösteriyorum ona.
-
“Al sana ak keçi”
İlerilerde koyunlarını güden bir çoban bize yaklaşıyor. Bizim
şoförle selamlaşıyorlar Rusça. Bana da Rusça bir şeyler diyor. Meğer adam
ayrıca bilet satıyormuş burada. 50 som verip biletlerimizi alıyoruz. Biletler
ince bir plastik tabakasıyla kaplı olduğu için evladiyelik bir hatıra eşyası.
Taşların arasında gezerken bir taşın üzerine kazılı “Türk
atlısı” çiziminin yanına gidip fotoğraf çektiriyoruz. Belki bu taşları işleyen
kişilerin arasında “güneşin battığı yöne gidelim” diyerek bizim oralara
gelenler de olmuştur. Kim bilir.
Aslıbek Ekspres'e atlıyoruz. Neşemiz yerinde. “Dur elma
vereyim” diyor. Arabanın arkası elma doluymuş meğer. Bir iki tane verecek
derken oğlanın sırt çantasına dolduruyor elmaları. Kaptanımız bizi
havalimanının içine sokuyor. Dümdüz, asfalt yolda uçarcasına ilerliyoruz. “Aslıbek
Ayirveys” diyorum. Eğlence gırla. Sonunda Bişkek ve Karakol yönlerine giden
minibüslerin olduğu yere ulaşıyoruz.
Minibüs içinde beklerken gene ilgi odağıyız. Bu kez ücret
adam başı 300 som. Minibüslerin değnekçisi olduğunu sandığım adam gezimizin
nasıl geçtiğini sormuş. Ben anlamadım ama eşim anlayıp konuştu. “Seyahat” kelimesini anlayamadım doğrusu. Cebimde som
kalmadığı için bizi bekleyen Aslıbek ile merkeze kadar bir uçup para bozup
geldik. Artık Issık ve Çolpan Ata en azından bir süre için geride kalmış oldu.
Yeni bir minibüs geliyor kısa bir süre içinde. Ekransız bir
minibüs bu yenisi. Kadın olay çıkartmıyor artık, kaderini kabullendi sanırım.
Hava iyice kapandı, bazen atıştırıyor da. Ama yol düzgün
neyse ki. Kazasız belasız bizi ana terminale ulaştırıyor aracımız.
Mesaj atıyorum ev sahibine vardığımıza dair. 132 nolu minibüsün Oş Market ile bizim ev
arasında gittiğini not almıştım. İlk kalkış durakları burasıymış. Atlıyoruz
hemen. “Bir kişi on som, üç kişi otuz som” . Minibüsçü “kaç akça?” soruma bu
cevabı verdi.
Bişkek gözlemlediğim kadarıyla çok yeşil bir kent. Trafik
ise bir o kadar berbat. Halbuki daha önceden gezenler boş yollardan
bahsediyorlardı. Kapitalist düzen mi yolları doldurdu yoksa Türk tipi bakış
açısı mı yolları boş algıladı. Neyse, öncelikle eve kapağı atmalı ardından da
mideyi doyurmalı. Hava soğuk ve açız.
0 Yorumlar
Yorumlarınız