Camdan dışarı bakıyorum. İstanbul'da olsam bir Pazar gününün olanca
tembelliği üzerimde olurdu ama gezmeler benim için tatilden çok yorulma nedeni.
Bugün başkenti keşfedeceğiz. Yazılanlara göre görecek pek bir şey yok. Bu
nedenle gezilere market atraksiyonlarını ekledim.
Bişkek için çok hoş bir web sitesine denk geldim. Bus.kg
sitesinde gitmek istediğiniz yerlere bulunduğunuz yerden hangi minibüs, otobüs
yada tramvaylarla ulaşabileceğinizi görüyorsunuz. Ben öncesinden bunları
çıkarıp listesini hazırlamıştım.
İlk hedefimiz şehrin iç kısmında yer alan Panfilov Parkı.
Zaten diğer hemen hemen her önemli nokta bu parkın yanında bulunduğu Çuy Yolu civarına
yerleşmiş. Bir minibüse atlıyoruz. Az biraz gittikten sonra bizi bir köşede
indiriyor. Pazar günü ve erken saatler olduğu için sokaklar neredeyse bom boş.
Cebimde daha şimdiden buruşmuş lonely planetten araklamaca Bişkek haritası ile
caddede ilerlerken yolun sağında turizm bürosunu görüyorum. Üşenmeksizin yolu
geçip büroya giriyorum.
Görevli Kırgız kız İngilizce bilmiyor. Bilmek zorunda değil ama keşke
bilseydi. Kırgızcası da pek fazla değil. O da muhtemelen benim Rusça bilmememi
eleştiriyor olmalı. Neyse ki fazla uzatmaksızın elime A4 boyutunda, kuşe kağıda
basılı bir turistik harita tutuşturuyor. İşimi görür gibi. Bir çeyrek yüzyıl
daha komünizm devam etseymiş her şey bitermiş diye düşünüyorum. Buna da şükür.
Hayıflanmak, saydırmak yerine sakin kafayla öze dönüşü düşünmek gerekiyor
bence.
Yolu tekrar aşıp bizimkilerin yanına ulaşıyorum. ”Beyaz
Saray” da denilen başkanlık sarayının fotoğrafını çekiyor eşim. Kırgızistan ile
ilgili notlarda polislerin olup olmadık yerlerde bitip kaşının üzerinde gözün
var gibi yoktan sebeplerle insanları rahatsız edip rüşvetle para aldığı
yazmaktaydı. Başkanlık binasının bahçesinde gezinen polislerden bir tepki yok.
Burayı geçip sola dönüyoruz. Sağ tarafta tiyatro binası olduğunu sandığım güzel
ve büyükçe bir bina var. Ala Too Meydanını sonraya bıraktık.
İki büyük meydanı geçiyoruz. Duvarında kabartmalar olan ve
bir ton fotoğrafını çektiğim bina ise askeriyeye aitmiş. Sorun yok. Başkanlık
binasının arkasında kalan yer Panfilov Parkı'ymış. İçinde bir nevi lunapark
havası olan alelade bir yer burası. Bir iki çocuk var. Gene de polisler
dolanıyor ama kimseyle ilgilendikleri yok. Bense okuduklarımın etkisiyle
gerginim. Ama en ufak bir nahoş hareket dahi olmadığını görünce rahatlıyorum zamanla.
Panfilov Parkı'nın ucuna dek gidip Nasreddin Hoca Türbesi'ni andıran
pembe kapıdan çıkıyorum. İleride yer alan sahipsiz ama büyük binanın içine
girmeyi deniyorum ama kapı bir türlü açılmıyor. Meğer Kırgızistan'ın meclisiymiş
burası. Nöbetçi bile yok kapıda. Meclis binasının karşısındaki boşlukta ise
Lenin heykeli. Eskiden Ala Too Meydanı'nda yer alırken buraya nakledilmiş. Gerçi
Lonely Planet heykelin bulunduğu yer için gözden uzak bir yer diye yazsa da
meclisten çıkar çıkmaz tam karşınızda yer alıyor.
Meclis solumuzda kalacak şekilde ilerliyor ve sağa
sapıyoruz. Solumuzda daha doğrusu biraz gerimizde içinde pek çok yazar ve
şairin yer aldığı bir park daha var. Güzel bir yer. Sağ tarafımızda tam da Ala
Too Meydanı'nın karşısında bir Ulusal Tarih Müzesi ve Kırgızların efsanevi
savaşçısı Manas ‘ın bir kaide üzerindeki heykeli var.
Tarih Müzesi'nin etrafı çevrili. Tamirat var gibi görünüyor ama
binanın kapısı açık. Bir ihtimal diyerek Yaradan'a sığınıp içeri giriyoruz. İn
cin top oynuyor. Bir üst kata çıkıyoruz hiç bir şey yok. Karşıdan bir işçi
gelip yanımızdan geçip gidiyor ama bir şey dediği de yok. Görecek bir şey
bulamayacağımızı anlayınca dışarı çıkıyoruz. Tam çıkarken kabininde uyumakla
meşgul olan nöbetçi memur uyanıyor ama o da bir şey demeden uykulu gözlerle
bize bakıyor.
Yolun karşısına geçip ana meydanın
diğer yarısına ulaşıyoruz. Mantıken burada
magnet vb hediyelik eşyalar bulabiliriz. Ama doğru dürüst açık bir dükkan yok.
Ana caddede dümdüz ilerleyerek ikinci sağdan giriyoruz. Burası şehrin araca
kapalı ana yürüyüş yolu Erkindik Caddesi.
Bişkek'te, ana caddelerin hemen hepsinde, sağlı sollu
menfezler var. Bunlarda dağdan gelen sular bulunur ve yazın ferahlık
oluştururmuş. Erkindik'te bunlardan iki tane var. Neredeyse asırlık ağaçlar
upuzun caddede yürüyüşünüze eşlik ediyor burada. Aklınıza gelecek her türlü
gerekli gereksiz satışçı burada bulunuyor. Biz ise yolun başındaki “expres
mantı” dükkanına giriyoruz.
Nihayet Türkçe konuşan birilerine denk geldik. Kırgız
Türkçesi ama kendinizi verirseniz anlaşamamanız için bir neden yok. Kımız
burada da yok ama mantı var en ucuzundan. Kıymalı yerseniz etin burada da bıçak
sırtı olduğunu söylemeliyim. Rezene yada pazılı olan da fena değildi. O yaprak
neydi diye anlaşamadık. Az bir masrafla ayrılıp yürümeye başladık.
Erkindik güzel bir yürüyüş yolu. Pazar günü, öğleye gelen bu
saatte bile kalabalık. Hava soğuk olsa da insanlar geziniyor yada oturup sağa
sola bakınıyorlar. Kim bilir yazın ne de renklidir şehrin bu tarafları. İnsan
düşünmeden edemiyor. Bizde az biraz oturuyoruz dinlenmek için ama soğuk içimize
işlemeye başlayınca yürümeye devam ediyoruz. Caddenin sonuna ulaşıyoruz ve
bizim oraya giden bir minibüse atlayıp sabah buralara gelmek için araç
beklediğimiz köşe başında iniyoruz. Görünen o ki ev ile gezdiğimiz yerler
arasında pekte bir mesafe yokmuş.
Şimdi çarşı pazar gezme vakti. İlk hedefimiz Dordoy Pazarı. Burası
Asya'nın en büyük açık hava pazarı imiş. Fakat genelde Çin ve Rus malı ıvır
zıvır satılmaktaymış. İnsanları seyretmek için ideal görünüyor. Bizi götürecek
olan 203 numaralı minibüsü bekliyoruz. Durak kalabalık. Bir tane 203 geliyor ve
duruyor ama bu minibüse binebilmek mümkün değil. Bir 500T tadı hatta kokusu var
bu hatta. Bunu pas geçiyoruz. Bu minibüsün ardından başka bir 203 geliyor ve
bir tane daha onu takip ediyor. Hepsi dolu ve binmek mümkün değil. Mete ise
ali express varken Çin malı bir şey almak için pazarlarda taban tepmenin bir
anlamı olmadığını düşünüyoruz. Yapacak bir şey yok. Oş Pazarı'na gideceğiz.
Neredeyse tüm minibüsler Oş Pazarı'nın civarından
geçmekteler. Gelen minibüslerden birine atlıyoruz. Kişi başı 10 som yolculuk
bedeli. Pazarın oraya varınca şoför bizi uyarıyor. İniyoruz.
Soğuk bir Pazar günü… Kimsenin umurunda değil anlaşılan ki
ortalık ana baba günü. Pazarın hemen girişinde gördüğüm devasa ama şekilsiz
kavunlar ilgimi çekmiyor değil. Akşama yeriz ama dönüşte alırız diye sonraya
attığımız bisküviciler de aklımda kalmadı değil. Çıtır çıtır, türlü türlü ekmek
hala aklımda.
Pazarın ana kısmına giriyoruz. Rahat gezilebilen bir mekan burası.
Kendine has bir kalabalığı var ama rahatlıkla gezilebilmekte. Kuru
meyveciler, marmelatçılar girişte hemen.
Marmelatçılar yine mallarını kapaklarda
tattırıyorlar. Hindistan'da her şeye burun kıvıran, hijyen konusunda adamları
eleştiren bizlerin burada bu kavramı kaale almadığımızı fark ediyorum. Bunun
nedeni satıcıların aynı soydan olup aşağı yukarı aynı dili konuşması mı acaba?
– evet pazarda Türkçe konuşuyoruz-
Aynı sırada yeşilli, sarılı, pembeli, rengarenk hamur işi
bir şeyler var. “Bu ne?” diyoruz. “Baklava” diyor satışçı kadın. Bizim baklava
ile ilgisi yok ama alıyoruz bir tane tatmak için (15 som). Şekerli bir tatlı. Çaprazındaki
turşucunun upuzun sırasına bakıyorum. Burada da turşu İran ve Hindistan'daki
gibi küçük parçalara bölünerek satılıyor anladığım kadarıyla. Midesel bir sorun
yaşamamak için istesem de alamıyorum.
Az daha ilerliyoruz. Zaten pazar gezmeyi severiz bir de doya
doya insanlarla konuşabiliyorken nasıl eğlendiğimizi tahmin edemezsiniz.
Kırgızlar'ın cevizleri meşhur. Yarım kilo kadar bir tezgahtan ceviz alıyoruz.
(225 som) Yağlı ama tatlı bir lezzete sahip. Oş taraflarından getirilmiş.
Adamın tezgahına bakıyorum; rengarenk üzümler, kayısılar, ne ararsanız mevcut.
Eşim top halinde bir şeyleri atıyor ağzına. Tütünmüş. Ağzı
Çarşamba Pazarı'na dönüyor Bişkek'in Oş Pazarında. Adamlar “tabak, tabak” diye
bizi uyarmışlardı ama biz uyanamamıştık.
Kımız soruyoruz, peynircileri geçip öteki tarafa geçmemiz gerektiğini
söylüyor satışçılar. Acıbademin Perşembe pazarını anımsıyorum. Çocukken annemle
gezer, peynircilerin hafif kekremsi kokularına bayılırdım. Burada bizim
peynirler gibi yumuşak peynirler yok. Rengarenk, avuç içinde sıkılarak ya da
yuvarlanarak top yapılmış peynirler bunlar. Kuru, birine atsam kafasını
yaracağım sertlikteler. Neden renkli olduklarını soruyorum. “Maydan” diyor
kadın. Bizimkiler anlayamıyor ama bu sefer benim zamanım. Bildiğim bir iki
Tatarca kelimeden biri “may” yani yağ… Hayvanlardan ve peynirlerin içindeki yağ
oranları nedeniyle renkler değişik. Ben olayın ayrı bir kısmındayım. Ekler,
eklerin gerçek anlamları dışında bile aynı şekilde kullanılıyor olması hoşuma
gidiyor. Anlatması zor olan ama dilimize ait, fark etmeksizin sıklıkla
kullandığımız bir özellik.
Yan bloğa geçiyoruz. İstanbul'dan salam siparişleri almıştık
dostlardan. Burada temiz yüzlü bir gence soruyor. Pastırma görmüyorum
tezgahlarda. Ama türlü et ürünü var. Başka tezgahlarda gördüğümüz kurutulmuş
balıklar için ise her zaman ki gibi bir sonraki sefere alırız diyoruz.
Yolun kenarında kapalı bir mekan var. Kımız buluruz diye girdiğimiz
yer peynir ve et ürünleri satılan büyücek bir yer. Girişteki camekanın
arkasındaki Rus kadın bize sesleniyor. Soruyorum salamlarını işaret edip. “Bez
svinye?”. En önemli soru ve daha da önemlisi bu sorunun cevabı bizim için yemek
söz konusu olunca. “Da, bez svinye” diye cevap verince istediğimiz cevabı da
almış oluyoruz. Domuz etini isteyen yesin, bizim için yenilir bir şey değil.
Kadın önündeki salamlardan koca koca parçalar kesip her birimize teker teker
ikram ediyor. Birkaç tanesi gerçekten çok güzel ve alıyoruz. Ama bir tanesi
pekte yenilir gibi değildi.
En sonunda gençten biri kımız içebileceğimiz bir yeri işaret
ediyor bize. Kapıda kımızhane yazmakta. İçeri girer girmez yoğun bir peynir
kokusu bizi karşılıyor. Çalışan küçük bir kız haricinde eşim dışında başka bir
kadın yok ve tüm gözler bir anda üzerimize çevrildi. Gayri ihtiyari bir
“selamın aleyküm ” çıkıverdi ağzımdan. Kapı girişindekiler selam diyerek
yanıtladılarsa da köşede yarı uykulu gençler neredeyse uyumaktalar.
Duvar dibinde büyükçe bir hazne içinde beyaz, pekte kıvamlı
görünmeyen bir sıvı içinde küçük, yuvarlak siyah taneciklerle beraber durmakta.
Kımızcı gelen her bir siparişle elindeki maşrapayı bu hazneye doldurup büyükçe
taslara aktarıyor bu sıvıyı. Küçük kız tekrar gelip zorlukla taşıdığı bir leğen
dolusu sıvıyı hazneye katıyor. Karşımdaki masadaki adamlardan biri bizdeki
salata tabakları gibi büyücek bir tastan içiyor iştahla. Karşımda, Kırgıza hiç
benzemeyen adam “bozaya benzer” diyor. Büyücek bir tas alıyoruz tatmak için.
Önce oğlum bir iki yudum alıyor ve “iyiymiş” diyor. Herkesin gözü
üzerimizde. Eşimde bir yudum alıyor. “İyiymiş” diyor ama böyle hissetmediğini
biliyorum. Elime alıyorum. Bu kez bana bakıyorlar. Buna benzer bir durum
amcamda yaşamış; Kazakistan'da Türkiye'den geldiği için davet edildiği köyde baş
konuk olduğu için onuruna kesilen koyunun yağlı kuyruğu önüne konmuş. Ben
yiyemezdim ama amcam yemiş. Bozmadım, lıkır lıkır içiverdim. Bardağın yarısını
ancak içebilmişim. Bozuk peynir gibi bir tadı var. Sevemedim.
İnsanlar sorular sormaya başladılar. Sanırım sınıfı geçmiş
olmalıyız ama ben hala bardağın kalanını nasıl bitireceğimizi düşünmekteyim. "Neredensiniz, nereden geldiniz, beğendiniz mi?" gibi sorular ile başladı. Mete
elimdeki bardağı isteyip içmeye devam edince içtenlikle beğendiğimizi düşünmüş
olmalılar ki daha bir ilgi ile sorular sohbete döndü. Sonuçta küçücük, yabancı
bir çocuğun kımızı böyle istekle içeceğini ummamış olmalılar. En kenardaki orta
yaşlı adam bana şunu dedi. “Türk, Tatar, Kırgız, hemisi aynı atadanız, bil
bunu”
İstediğim işte bu tip bir konuşmaydı. Kalan kımızı oğlanın
elinden kapıp bir dikişte bitirip ağzımı sildim. Baba- oğul nasıl iştahlı
içmişiz ki bir bardak daha geliyordu neredeyse. “Yeterli” deyip teşekkür edip paramızı verdik. (25 som)
Kımızhane içerisinde kısa sürede Türk birliğini kurup neredeyse Turan'ı ilan
ettik. Biraz Özbeklerin adam edilmesi gibi bir uyarı da gelmedi değil. Gayet
mutlu, eğlenmiş bir şekilde dışarı çıktık. Gerçek anlamda sadece Mete kımızı
beğenmiş gördüğüm kadarıyla.
Belki psikolojik belki de değil. Ama sanki tansiyonum
yükselmiş biraz ateş basmış gibi hissettim kendimi oğlumda da benzeri bir durum
olduğunu öğrendim. Kımız bekleyerek fermente olan dolayısıyla alkollenen bir
içecek ama bizim içtiğimiz gayet tazeydi.
Kısa bir süre bekleyerek bizi eve döndürmesi muhtemel bir
minibüse kapağı attık. Kısa süre eve ulaştık. Hava durumuna göre yarın epeyce
soğuk olacakmış. Görelim bakalım.
0 Yorumlar
Yorumlarınız