Ankara ‘ya
gitmek için kardeşimle yola çıktık.
Bununla
beraber tüm gece tepenizde ışığın açık olması ve klimaların yaptığı buz gibi
soğuk ise eksileri. Hoş, tüm pulmanlarda gece yolculuklarında ışık açık
olmaktaymış ama soğuk için tedarikli
olmak gerekiyor. Zaten yolculuğumuz Ankara'ya. Tedariksiz olmaz denilen yerlerin
başında gelen bir şehre doğru.
Işığa rağmen
arada dağınık bir şekilde uyuyakaldık. Kardeşimin gözlerinin sıklıkla kesilen
uykudan kaynaklanan kırmızılığını görünce kendi halimi düşünmek bile istemedim.
Ankara'ya yaklaştıkça bozkır içerisinde sabahın ilk ışıkları değişik ortamlara
vurduğunu izliyorsunuz. Değişik, vahşi bir coğrafya bu. Tümülüsvari tepeler, kolaylıkla
kazılabilmesi mümkün yamaçlar tren yolu boyunca size eşlik etmekteler.
Tren ile
Polatlı ‘dan geçerken insan düşmanın Ankara ‘ya ne kadar da çok yaklaştığını
daha net anlayabiliyor.
Ankara Garı
‘na vardığınızda sizi yeni bir bina karşılıyor. Geçmiş zamanlarda eski tip bir
bina mevcutken modernleşme sürecinde yıkılarak yerine bu ucube inşa edilmiş.
Gardan çıktığınızda ya sola doğru yolunuza devam ederek Tandoğan ‘a varır ve
metroya biner Kızılay yada Kolej duraklarında inersiniz yada kendinize ve
ekibinize güveniyorsanız bu yolu yürürsünüz. Tandoğan 'dan gidelim. Solunuzda
,büyük ölçekli kamu yapıları tren yolu ile aranıza giriyor. Hemen çıkışta
paraşüt kulesi ve Kore Evi de görecekleriniz arasında.
Tandoğan ‘dan metroya binebileceğinizden bahsetmiştim. Gezi süresince kullanabileceğiniz 12 ‘lik abonmanlarda mevcut. Otobüs, metro, ankaray üzerinde kullanılan kart ayrıca bir yıllık da geçerlilik süresine sahip. Metro rahat ama çokta geniş bir ağa sahip olduğunu söylemek güç.
Kızılay ‘da
inip güzel bir pastane de kahvaltı yapmak iyi bir seçim olabilir. Cumartesi
sabahı dersanelere yada işlerine giden kalabalıkları izlemek tren
yolculuğunun yorgunluğunu ve yeni bir
şehre gelmenin sersemliğini atlatmanıza yardımcı oluyor.
Dinlence ve
kahvaltının ardından ilk önemli noktamız olan Kocatepe Camii 'ne gidebiliriz.
Hakkında pek
çok spekülasyon yapılan bu camiye bende oldukça ön yargılı gittim. Yirmi yılı
aşkın inşa süresi ve İstanbul tipi bir cami olması nedeniyle epeyce bir
eleştiri almakta. Özgün olmalıydı diyen
ve Dalokay ‘ın planını tercih eden kitlenin de istekleri de tasvip etmediğimi
söylemeliyim. Faysal Camii'ni andıran postmodern camiler bana pek sıcak gelmiyor.
Yapı
dışarıdan bakıldığında heybetli, temiz bir görünüme sahip. 88 m. uzunluğundaki
dört minarede kesinlikle ana kütleden ayrı olarak düşünülemeyecek kadar bütünle
barışık. Sadece altında bir market ve otopark olmasını yadırgadım. Birde bazı
densizlerin çevre duvarlarındaki grafitiler rahatsız edici.
Buradan
tekrar Kızılay ‘a çıkıp Mado ‘nun önündeki duraklardan 221 numaralı otobüslere
binerek Anıtkabir ‘e ve Atatürk Orman Çiftliği ‘ne gidebilirsiniz. Genelde bu
duraktan halk otobüsleri geçtiği için abonmanlar bir işe yaramamakta. ( Gerçi
belediye otobüsü geçtiğini görebilmiş değilim )
Ankara ‘nın
geniş ve İstanbul ‘a nazaran boş caddelerini aşarak eski adı Rasattepe denilen
Anıttepe ‘ye dolayısıyla Anıtkabir ‘e ulaşıyoruz.
1941 yılında
açılan yarışmaya 49 proje katıldı. ll.Dünya savaşının zor şartlarına rağmen
Alman işgali altındaki ülkelerden bile başvuru gelmiştir. Ödül vermeye gerek
görülen üç projeden hükümet ,Emin Onat ve Orhan Arda ‘ya ait olan projeyi
seçer. Başlangıçta iki kat olması düşünülen yapı içine düşülen maddi sorunlar
nedeniyle günümüzdeki haliyle bitirildi. Yapımı Ağustos 1944 ‘te başlayarak
dokuz yıl sürdü. 1953 ‘te açılan anıtmezar 750,000 m2 ‘lik bir alan üzerine
kurulu.
Anıtkabir
‘in içi öyle devasa bir yer değil. Kesinlikle insanı küçülmüş hissi
uyandırmamakta. Öyle de olması lazım. Çünkü orada istirahat eden yüce insan
bizim küçülmememiz için her şeyini ortaya koymuş bir kişi. Tavanlarda altın
varaklı İtalyan çinileri kaplı. Duvarlarda ,zeminde insana duygusal bir
sıcaklık, güven hissi veren mermerler var. İlerledik abi kardeş. Ağırlığının 40
ton olduğu söylenen yekpare mermer lahtinin önünde durup dua ettik. Sonrasında
yere diz vurarak kurduğu devleti, bayrağı, vatanı ve ırkı sonuna dek canım
pahasına koruyacağıma dair yeminimi tekrarladım.
Devasa meydana çıkıp müze kısmına girdik. Sağ kanattan girildiğinde atamızın kullandığı eşyalar,aldığı madalyalar, fotoğraflarının yer aldığı ilk galeriyi
Yola devam
ediyoruz. Çanakkale ‘den başlamak üzere milli mücadelenin çeşitli aşamaları,
Atatürk ‘e eşlik eden yerel ve askeri liderler, din adamları, askeri techizat
hakkında bilginin verildiği odacıklar ana koridora bir cep teşkil edecek
şekilde uzanmakta. Son bir oda da atamızın sevdiği köpeği Fox doldurulmuş bir
halde korunmuş. Ayrıca pek çok dilde çok
sayıda kitaptan oluşmuş bir de kitaplık kısmı var. ( Araştırdım 3118 kitap
varmış.)
Buradan çıkınca
küçük bir oda da hatıra eşyalar alabiliyorsunuz. Güzel ve alınabilecek kaliteli
eşyalar bulunmakta.
Müze kısmından çıkıp aslanlı yolda ilerledik. Yirmi dört aslan sağlı sollu size eşlik etmekte. Bunlar yirmi dört oğuz boyunu temsil etmekte. Yatar durumda olmaları barışseverliği simgelemekteymiş.
Buradan
ayrılıyoruz. Anıtkabire gelirken kullandığımız otobüse binerek Atatürk Orman
Çiftliğine gidiyoruz.
Atatürk
Orman Çiftliği bataklık,verimsiz ,mikrop saçan bir yer iken Mustafa Kemal ‘in
inatçı kişiliği ile karşılaşarak bu hale gelmiş. Çiftliğin açılışı ile ilgili
olaylar için ilknur Güntürkün Kalipçi'nın içimizden
biri Atatürk eserinden şu kısmı alıntı olarak kullanmayı tercih ediyorum.
Atatürk, "buraya bütün masrafı cebimden olmak üzere bir orman çiftliği yapmak istiyorum" der.
"Ya paşam buranın ıslahı ya
sizin paranızı tüketir ya da zamanınızı, neden bu kadar mümbit topraklar varken
gelip de burayı tercih ettiniz?" der.
Atatürk'ün cevabı Atatürk'çedir.
derki "ben en zor olanı yapayım da siz arkamdan kolayları nasıl olsa
yaparsınız."
Ne bilsin ki en kolayları bile çabuk
yıkabildiğimizi ama, bu arada Tahsin Çoşkan "Paşam burda hiçbir şey
yetişmez, pek uğraşmayın" der. Ama dinleyen kim. derki "Tahsin buraya
ziraatçileri getir ve incele bana resmi bir yazı getir burasıyla ilgili".
Biraz sonra Tahsin Coşkan çok mutlu, kendi dediği çıktı, üzerinde "burada
hiçbirşey yetişmez" yazılı, altında da ziraatçilerin imzasının olduğu bir
belgeyi Mustafa Kemal'in önüne koyar.
Atatürk biraz mütebbessim okur bu
yazıyı. kalemi alır, bu kağıdın yanına aynen şunları yazar "burası vatan toprağıdır, kaderine terk
edemeyiz".
Etmez de. Aynı Sakarya savunması gibi
akasya savunmasını ele alır, çam ve köknarı oraya 30 ağustos olarak tamamlar ve
hiç unutmayacağımız bir gün, lütfen hiç unutmayın, tarihte atladık bu günü, 25
mayıs 1933. ne yapar biliyor musunuz? Hani 5 haziranlarda kutladığımız bir gün
var, çevre günü değil mi? çevre günü ne zaman kutlanmaya başladı? 1980 den
sonra.
Peki 25 mayıs 1933, atatürk ne yaptı? ilk çevre günü kutlamasını yaptı.
Hem de bugün okullara soruyorum
diyosunuz ki ne yaptınız diye "Ya ağaç diktik diyorsunuz ya çöp
topladık" öyle falan değil. Bütün Ankara halkını bedava trenlerle buraya
getirtiyor, ağaçlar boy vermişler, altında dinlenmektedirler, havuz
yapılmıştır, Çocuklar yüzmektedirler. Hatta bütün masrafı cebinden ödemiştir
ama kârı da almamıştır, buraya bir fabrika yaptırmıştır, Süt ürünleri
üretilmektedir, herkes yemektedir. Herkes çok mutlu ama en mutlusu Mustafa
Kemal Atatürk.
Nebizade diye bir arkadaşı var,
Nebizade'nin kafa çok karışık. "Yahu paşam senden başka bir tek kişi
burada bir ağaç yetişeceğine inanmadı. peki sen nasıl anladın burada orman
olacağını?" der.
"Gel Nebizade gel, şimdi anlatayım sana. Hani Tahsin Coşkan'ın burda birşey yetişmez dediği günün akşamı tebdili kıyafetle Çankaya'dan kaçtım, burdaki köylülere geldim. Köylüler beni tanımadılar. Köylülere, ağalar dedim burda ağaç yetişip yetişmeyeceğini bana en kolay yoldan nasıl ispat edersiniz dedim. "Al dediler", bana bir testi su verdiler, bir de kazma kürek. "Kaz orayı iki gün sonra gel biz sana ne olacağını söyleriz" dediler. Ah o iki gün çankaya'da nasıl geçti bir Allah bilir bir de ben. İki gün sonra gittim testiyi çıkardım, testinin içinde su bitmişti, köylülere uzattım. Dediler ki bana "Ağa testide su kalmamış, toprak su emiyor, bakma bunun üstünün kurak olduğuna, biraz uğraş burda ne ekersen biçersin". Ve hani Tahsin Coşkan'ın o raporu bana getirdiği gün ben çoktan projeye başlamış epey de ilerlemiştim" diyecektir.
Dünya lideri olmak öyle kolay değil
biliyor musunuz. hani Atatürk'e kimdi en çok karşı çıkan, evet Tahsin
Coşkan'dı. Onu da Atatürk buraya müdür tayin eder.
Dönelim
günümüze . Orman Çiftliğinin devasa toprakları adım adım istimlak darbeleri yemiş.
Gazi mahallesi ile ilk yara alındı ardından gerisi geldi diyor Ankaralı
dostlar.
Devasa
alanda Atatürk döneminden kalma fabrikalarda süt ve süt ürünleri, şarap, turşu
vb üreten fabrikalar, Atatürk Evi ve Hayvanat Bahçesi gibi pek çok yapı yer
almakta. Üzerinde AOÇ yazan süt şişelerini hayal gibi hatırlamaktayım. Ama
aradan otuz yıla yakın zaman geçse de ,zaman hafızamdan ne hayvanat bahçesini
nede sade dondurmasını sildirememiş.
Abi, kardeş 4 ‘er YTL ödeyerek çiftliğin hayvanat bahçesi kısmına girdik. Hayvanat Bahçesi dediğimizde aklınıza Berlin'deki gibi bir hayvanat bahçesi gelmemeli. Mütevazı bir yapı. Bekli İstanbul'da Gülhane Parkındaki hayvanat bahçesini hatırlayanlar olacaktır. Gülhane ‘den kat be kat daha büyük ve kapsamlı.
Oklar size gideceğiniz yolları göstermekte.
İlk önce akvaryumların olduğu kısmı geziyorsunuz. Devasa kedi balıkları, piranalar
ve büyükçe bir arowana havuzun içinde yüzmekte. İki gün önce Bağdat Caddesi'nde
bir akvaryumcuda gördüğüm on santimlik bir kedi balığının burada bir metreye
yakın bir versiyonunu ve belki de benim bile kafamı alabilecek ağzını görünce
dehşete kapılmadım değil. Ama akvaryumcularda gördüğümüz avuç büyüklüğündeki
piranalar ile buradaki dev boyuttaki gri piranalar arasında dağlar var. Bir
sığırı iki-üç dakikada iskelet haline getirme efsanesi doğru olabilir.
Sırasıyla (ki sırayı karıştırabilirim affola ) tembelce uzanmış bir timsahı geride bıraktık. Sanki saç kıran ‘a yakalanmış devasa sıçanlara benzer yabandomuzları ve pis kokularına ve yanlarına sanki mahsus konulmuş tilki ve kurtlara uğradık. Tam kurtların kafeslerindeyken ezan okunmaya başladı ve bunu duyan kurtlar canhıraş bir şekilde ulumaya koyuldu. Öyle böyle değil. Ormanlarda bu hayvanlar özgürken bu sesi duymak istemem. İnsanın kanını donduruyor gerçekten.
Buradan
sonraki durak çeşitli yırtıcı kuşların olduğu kafesler. Akbaba denilen leş
yiyen hayvanın devasa boyutları görülmeye değer. Kartal ise kafes içinde esaretten olsa gerek
gözüme ufak tefek göründü. Halbuki Beypazarı ‘nda uçarken gördüğüm planör
misali kartalı unutamıyorum.
Sonrasında köpeklerin olduğu bölüme geliniyor. Aslında Avrupa 'daki hayvanat bahçeleri gibi kaliteli türler üretilerek satış merkezide kurulabilir burada.
Bu kısımdan sonra biraz dağılıyorsunuz. Deve ,sığır gibi hayvanlardan sonra devekuşları, ayılar, ibis, kelaynak gibi kuşlar, zebra, zürafa, kanguru kafesleri görülebilmekte. Kuğuların ve ördeklerin olduğu kısmın yakınlarında yemek yiyebileceğiniz mekanlar var. Yemekler güzel ve oldukça da hesaplı. Yüklü bir ödeme beklerken oldukça hesaplı bir ödeme yaptık ve doyduk. Yıllar sonra dondurmadan da yemiş olmanın mutluluğu da cabası.
Ardından bir
kayanın üstünde gayet miskin bir şekilde uzanmış, arada sırada kuyruğunu
isteksizce sallayarak sinekleri kovalayan bir aslan ve yanındaki kafeste bu
miskin aslana nazire yaparcasına sinirli
ve enerjik bir tavırla turlayan Bengal Kaplanı; hemen yanındaki iki kafeste
pinekleyen başka tür kaplanlar, çaprazdaki kafeslerde ise pumalar kapıya doğru
ilerlediğiniz yolda karşınıza çıkacak son hayvan türleri.
Ataürk Evi
uzak kaldığı ( yada bize öyle söylendiği ) için gidemedik. Ama sonuçta şehrin
yakınında yer alan güzel, gidilmesi gereken bir yer . Ankara'nın belki de
İstanbul ‘a galip geldiği tek nokta.
Şehre dönüş için yine gelirken kullandığınız otobüs hattından faydalanarak merkeze ,Kızılay taraflarına ulaşabilirsiniz.
Bizde böyle yaptık ve Kızılay ‘a gittik. Sonra
bir otobüse daha atlayarak önce Ulus ‘a ardından da Ankara Kalesi ‘ne çıkmayı
kararlaştırdık. Fakat vaktin müsait olduğunu görünce son bir gayret ile Anadolu
Medeniyetleri Müzesi'ne gidip gezmeyi de ekledik.
İlginçtir
Ankara devasa ve güzel binaları, ortalama üstü müzeleriyle güzel bir kentken
,Ankaralı bunların varlıklarından bihaber bir kitle gibi göründü gözüme.
Belediye otobüslerinin şoförlerinin polislerin bile “Anadolu Medeniyetleri
Müzesi nerede? “ sorusuna cevap verememeleri şaşırtıcı ve düşündürücü…
Önce Ulus ‘a geldik. 1925 yapımı, büyük Atatürk Heykeli'nin önünden geçip yolun karşısındaki Roma Yolu ‘ndan ne kaldıysa şöyle bir bakıp yolumuza devam ettik. Çok sayıda vatandaşa müzeyi sorup nihayetinde de müzeye ulaştık. Heykelden kaleye doğru ilerleyin. Yol ikiye ayrılıyor. Sola sapan yol Bentderesi denilen ve pekte güvenli olmadığı söylenen mahalleye giderken ,müze ve kale için soldakinden gidilmesi gerekmekte. Epeyce bir yol yürüyorsunuz. Kalenin altındaki parkın kapısının önünde yol sağa bükülüyor. Buradan devam ederek müzeye ulaşıyorsunuz.
Müze 1997 ‘de Avrupa ‘nın en iyi müzesi seçilmiş. Müze girişine 16:00 gibi ulaştık. Müzekartlarımızı çıkarttık ki bu taş çatlasın üç dört dakika sürdü. Görevliler rahat gezelim diye girişte çantalarımızı almayı teklif ettiler ki bu bizim candan istediğimiz birşeydi.
Müze güzel ,zengin ama İstanbul fanatikliğimizden midir bilinmez bizim Arkeoloji Müzesi ile kıyaslamam bile. Yine de mutlaka gezilmesi gereken bir yer. Biz biraz hızlıca dolaştık ama yine de sakin kafayla gezdiğimizi de söyleyebilirim.
Müzede
ağırlıklı olarak Hitit ve Frigya dönemi eserlerin ağırlığı hissedilmekte.
Sonrasında sıra Roma ‘ya ait. Çorum Hattuşa ‘dan pek çok rölyef bu müzede
saklanmakta. Giriş katında büyük bir odayı çevreleyen büyükçe bir salon
gözünüzde canlandırın ve buna bir de içerisinde Roma ve Bizans döneminde
bulunan sikkeler ve Ankara içerisinden çıkarılan eserleri yerleştirilmiş bir alt kat ekleyin. İşte müze bu.
Ayrıca güneş
kursları ,ana tanrıça figürleri içeren heykeller görüyorsunuz. Hafızalarda yer
alan pek çok antik eseri bu müzede
görebilirsiniz. Özellikle giriş katındaki güneş kurslarından birinin içindeki
svastikalar ve alt katta bulunmuş bir tümülüsün içinin canlandırması güzel
nüanslar olarak anılmaya değer.
Yapının giriş katındaki koridorlarının çatıları oldukça değişik. Çatılarda birbirine açıl ve iç içe yerleştirilmiş başka karelerin oluşturduğu bir derinlik hissi oluşturulmuş.
Müzenin
bahçesinde genellikle büyük boylu küpler ve mezar ştelleri görülebilir.
Sonraki
durağımız meşhur Ankara Kalesi. Aslında kalenin kapladığı bölüm oldukça büyük.
Eskiden tekin olmayan bir yöre olarak anılırken günümüzde rahat gezilebilir bir
hale gelmiş. Yine de sur içi kısımlarda fakirliği ve bakımsızlığın evlere
yansımasını görebiliyorsunuz.
Ulus ‘u
karşınıza alın . Yakınınızda tuğladan tek bir minare var. Sultan Alaaddin
Camii'nin minaresi. Solunuzda kiminin eski kilise, kiminin saat kulesi dediği
bir yapı solda kalmakta. Daha da sola bakındığınızda kaleiçindeki evlerin
aslında oldukça ihtişamlı ama günümüzde bir o kadar sefil ve bakımsız olduğunu
göreceksiniz. Biraz ileride meşhur Samanpazarı ve Aslanhane Camii. Caminin
solundaki kümbet –türbe yapının olduğu yapıya tamirat nedeniyle girilememekte.
Daha da uzaklarda Kocatepe Camii ve
Atakule. Çaprazınızda ise Anıtkabir.
Bilmediğimiz bir şehrin her yeri kısaca.
Ankara'nın gün doğumu ve gün batımında manzara seyretmek için en ideal yeri burası diyerek burçtan indik. Kale ‘ye girilen yerden çıkıp dümdüz ilerlediğinizde 1211- 1236 yılları arasında inşa edilen Sultan Alaaddin Camii'ne varılmakta. Cami kubbesiz, tavan düz ve ortada bir ahşap işleme var. En dikkat çekici kısmı minber. Cami imamı iki ilgili kişiye camiyi anlatırken üçüncü olarak aralarına karıştım. Minber üzerindeki geometrik şekillerin her birinin bir anlamı bulunmakta. Ortadaki kare içerisindeki yıldız kabeyi, karenin kenarları kabenin duvarlarını betimlemekteymiş. Şu an unuttuğum her birinin bir anlama sahip olduğu detaylar. Öğrendiğime göre minber camiden de eski.
İlk onarım sultan Orhan zamanında yapılmış. 15. yy ortasında ve 19. yy sonlarında başka onarımlarda geçirmiş. Yakınlarda büyük bir restorasyon yapılacağını imamdan öğreniyoruz. Tahmin edebileceğiniz gibi defalarca hırsızlarında uğradığı bir mekan olmuş. Duvarda asılı 999 ‘luk bir zikir tespihi var. Bu tespihlerin camide kalan son örneği bu. Diğerleri soygunlarda götürülmüş.
Kapıdan çıkıp da saat on yönündeki yola saptığınızda sağda (ki meydan aslında zamanında at pazarı olarak anılan bölge oluyor ) Çengel Han görülüyor. 1552 yapımı han ,Çengel Han adını pek de hoş bir anıdan almamakta. Çıktığımız kapı Ankara Kalesinin ana kapısıydı. Bu küçük meydanda Safran Han ve Çukur Han da bulunmakta. (Bunları bulmak için bir çaba göstermedik ) Burası Ankara ‘ya gelen kervanların uğradığı ana merkez olduğu için suçluların idam edilip çengellere asıldığı bir ibret mekanı. Belki de Osmanlının Çengel çiçeği cezası uygulanıyordu, bilemiyorum.
Günümüzde
Koç grubunun elinde . Müze olarak işletilen yapı da restoranlarda var. Pazartesi
hariç her gün açık sanırım. Üç katta da bir şeyler sergilenmekte. Burada Vehbi
Koç ‘un ilk bakkal dükkanı da bulunmaktaymış. Nereden nereye. Allah yürü ya
kulum dediğinde kim tutabilir ki…
Cami tavanı
kubbesiz ve tavanın yükü ahşap direklerce sırtlanmış. Ama en ilginç detay tavan
ve direklerin arasında Roma dönemi sütun başlıkları yerleştirilmiş. Zarif bir
de mihrabı var.
Samanpazarı'ndayız. Üniversitedeki Ankaralıların küçümsedikleri, hor gördükleri semt. Evet halkı lordlardan, baron ve baroneslerden oluşmamakta. Çingeneler ,taşradan geldiği her halinden belli fakir çehreler sizin karşınıza çıkanlar. Fakat bu sokaklar tarih dolu. Kızılay ‘ın, Bahçelievler ‘in yapay havasından ,dünyevi zevklere ev sahipliği yapan ortamından farklı gerçekten yaşayan ama gerçekten yaşayan bir organizmada olduğunuzu hissediyorsunuz. Ahi Elvan Camiine doğru ilerlerken bakır üzerine sabırla işlemeler yapmaya çalışan bir ustayı ve sergilediği ,emeğiyle can verdiği numuneleri seyrediyoruz selam verip. Beride "tabutcu" yazan bir dükkan son yolculuğun ekipmanlarını dizmiş dükkanına . İç açmıyor ama gerekli. Burada bir de Pirinç Han var bulamadığımız. Duvarlarına bakıp şairin Han Duvarları şiirini yazdığı… Giremedik ama biliyoruz Ankara ‘nın nostaljik havasını yaşatan Osmanlı yapılarından biri olduğunu.
Yolumuza Ulus Meydanındaki Atatürk Heykeli'ni hedef alarak devam ediyoruz. Yol boyunca Ankara ‘nın geçmişine tanıklık eden, bir şehrin yükselişini ve çöküşünü ardından büyük bir lider tarafından tacın pırlantalarından birisi haline getirilişini seyreden ama bugün hatırlanmayan ,dikkat çekmeyen binalar ,küçük mescitler görüyoruz.
Ulus
Meydanı'nda yemek için tüm yorgunluğumuza rağmen yiyecek satan bir yer
aradık ama bir şey bulamayınca Roma Yolu'nun yanındaki alışveriş merkezindeki
yemek satan yerde bir şeyler atıştırdık. Ulusta da güzel ve heybetli yapılar
var. Bunlardan birisi de İş Bankasının mimar Mongeri tarafından yapılmış
şubesi. Ertesi günkü gezimizde detaylıca anlatacağım zaten. Ulus büyük
mimarların hünerlerini sergilediği bir açık hava müzesi. Anlayana ,anlamak
isteyene.
Otel odası
sevimli. Pencereden Roma Hamamı'nın olduğu kalıntıların yer aldığı bölge
görünmekte. Sanki taşlar beni çağırıyor ama uyku o denli davetkar ki…
0 Yorumlar
Yorumlarınız