Takip Et

8/recent/ticker-posts

Ukrayna Turu Gün 5 - Odessa

Sabaha karşı uyanıyoruz ama uzun bir tuvalet sırası var. Baba oğul bekleşiyoruz. Eşim daha önceden kalkıp bu sıraya kalmadan güne hazırlanmış. Önümüzde, uyku sersemi bir kız var. İçeri giriyor ama çıkmıyor bir türlü. Sanki ters yüz oluyor. Bilinmez.

Biz de işimizi bitirip eşimin yanına dönüyoruz. Gülüp “gördünüz mü?” diye soruyor. “Neyi görecektik ki?” Meğer sıradaki kızlar çamaşırları ile sırada bekleşiyorlarmış. Ukraynalı erkekler zaten bakmadıkları, bizlerse uyku sersemi olduğumuz için kaçırmış olmalıyız bu durumu.

Odessa ‘ya yaklaşıyoruz. Yol üzerindeki binaların bakımsızlığının yanı sıra çoğunun boş olması dikkat çekici. Eşime göre şimdiye dek geldiğimiz en sefil kent olacak bu. Göreceğiz.

İniyoruz. Sabahın körü ve çoğu yer kapalı. Açık olan yerlerden birinden kruvasan alıp kafede vakit geçiriyoruz. Bu saatte hostel bizi almaz. Zaten Odessa'daki hosteli bulurken epeyce zorlanacağız. Bunu hissediyorum. Bagajımızı emanete bırakıyoruz. (20 grivna)

Amaç Bilhorod otobüslerini bulmak. İlk sorduğum minibüs oraya gidiyormuş. Atlıyor ve en arkaya oturuyoruz. (adam başı 23 grivna)

Yolculuk yaklaşık üç saat sürüyor. Yol kimi zaman bozuk kimi zaman da idare eder şekilde ilerliyor. Ama bitmek bilmiyor. Kim bilir kaç kez sordum yol boyunca. Nerede ineceğimize dair en ufak bir bilgim yada tahminim yok.

Nihayet bir terminalde indirdiler bizi. Burada hemen küçük bir dükkanda hamur işi bir şeyler yedik. Ben sade, eşim ve oğlum patatesli- soğanlı hamur işi bir şeyler yedik. (20 grivna toplam). Doyduk. Ortam da iyiydi. Çat pat İngilizce bilen dükkandaki kadınlar gerçekten çok neşelilerdi.


Yola koyulduk. LP ‘ye göre parkı geçip biraz yürümemiz yetecek. Parkın ortasında yaşlıca ama saçlarının neredeyse yarısı maviye boyanmış kadına sorduk mesafeyi. Ne aptalım, burada İngilizce geçmiyor ki. Neyse not defterime bir kale resmi çizdim. Anladı ve ters yönden gelen imama benzer bir adamı durdurup bir şeyler söyledi.

Adam Almanca biliyor musun dedi. Bu kez ”zo zo” deme sırası bende. Adamda da Almanca çok iyi değil. İdare eder düzeyde anlaşıyoruz. Adam yaşından umulmayacak şekilde beni bile zorlar durumda hızlıca yürüyor. Sıklıkla genelde en az elli metre geride kalan ve muhtemelen saydırıp duran eşime “Yıldız az kaldı” yalanlarıyla moral destek veriyorum. Adam dayanamayıp “maşin” diyor. Muhtemelen “araba neden tutmadın be evlat” anlamına geliyor bu tek kelime. Bir hareket yapıyorum ve “kafamı …..” diye kendi kendime saydırıyorum. Bu yolun bir de dönüşü olacak. Gerçi adam her geçtiğimiz yoldaki parkı ve dikkat çekecek yapıyı iki üç kez gösterip bana da mutlaka tekrarlatıyor. İyi bir rehber.

En sonunda beni işaret edip “Türk” diyor. “Evet” diyorum.Eliyle göğsüne vurup “babuşka, gagavuz” diyor. Onu işaret edip “Sen de Türksün” diyorum. Muhtemelen eşimin adından anladı Türk olduğumuzu. Binlerce yıldır fazlaca değişmeden günümüze gelen ortak kelimelerden biri yıldız. Halen kasabada Gagavuz aileler varmış.


Sonunda kale görünüyor. Adam bizi kapıya kadar getiriyor. Hepimize bakıp teker teker elimizi sıkıp vedalaşıyor. Sonra ilerilere doğru yoluna devam ediyor. Acaba para verse miydim? İstemedi ki. İma bile etmedi. Aklıma Fas'taki o o… çocuğu geliyor. “Acaba 1500 TL parama kıyıp gidip adamın gırtlağını kesip gelmeli miyim?” diye düşünüyorum.  Ne varsa bizim millette var.  

Akkerman şehir olarak günümüzde Bilhorod olarak biliniyor. Gerçi Akkerman da aynı anlamda yani “Beyaz Kale” olarak çevrilebilir. Sokaklarda yürürken Akkerman adının halen yaşadığını görebilirdim. Ne yaparsanız yapın. Bazı şeyleri yok edemezsiniz. Yok olmaz.


Kale 13. yy da Moldavyalılar tarafından yapılmış. Sonrasında Cenevizliler ele geçirip tahkim etmişse de 2. Bayezıd zamanında  bizimkilerin ele geçirmesine engel olamamışlar. Defalarca el değiştirip durmuş. Uğruna dökülen kanın haddi hesabı yoktur sanırım. 1812 ‘de Bükreş anlaşması ile Ruslara teslim edilmiş. Yani dedeler bırakıp gitmemiş, diplomatlar masada vermişler genelde olduğu gibi. Oğluma dediğim gibi kaleyi alırken yada savunurken ölen atalarımızın haddi hesabı yoktur ve muhtemelen bizim ailemizden de çok sayıda kişi burada şehit düşmüş olmalı. Onca yolu geldiğimize değdi diye düşünüyorum kaleden içeri ilk adımımı atarken. “Dede seni unutmadık!”

Günümüzde iki km kadar olan sağlam duvarları ile beraber Ukraynanın en büyük ve en iyi korunmuş kalesine giriş byk 20, çck 10 grivna şeklinde.

Kale sağlam bir kale imiş. Nereden anlıyoruz. Fatih Sultan Mehmet iki kez kuşattığı halde direnmiş. Boğdan prensi anlaşma karşılığı serbest şehir statüsüne sokmuş kentini. Fatih de Osmanlı kıyılarında serbest ticaret yapabilme izni vermiş. 2. Bayezıd gidip almayı tercih etmiş.

Kale çok büyük bir alan kaplamakta. Ama Türklere ait en ufak bir iz yada işaret yok. Zaten tuvalet diye kullandıkları şeyi, sistemi görünce çok fazla bir şey beklenmeyeceğini anlayabiliyorsunuz. İlk önce deniz surlarının yanından sonuna dek yürüdük. En son noktada Ukraynalı arkadaşlar “şuradan, buradan inin” diye yardımcı olmaya çalıştılar ama gözümüz kesmedi hiç.

Eşimi geride bırakıp Mete ile iç kaleye girdik. Kimse yok bizden başka burada. Mete soruyor ben cevaplıyorum. İleride deniz, geride derin bir hendeğin arkasında uzanan surlar. Oğluma sadece hayal etmesini istediğimi söylüyorum. Sadece karadan ve denizden çevrili olduğunu, top ve tüfek ateşleri arasında kalede olduğunu düşünmesini istiyorum. Surların yüksek bir noktasındayız. Çocuğun söylediği etkileyici bence. “Düşünecek bir şey yok, savaşılacak o zaman”

Aşağı iniyoruz. İç kalede tırmanma çalışmaları yapıyoruz ama nafile. Bizden rahatsız olan güvercinler uçuşuyorlar. İç kale çok sayıda mazgalı ile kendinden beklenmeyecek bir ölüm kapanı. Surlar aşıldıktan sonra içkaledekilerin bir şansı yada uzun süreli bir direnişinin olabileceğini hiç sanmıyorum. Sadece Türk usulü, malum olan sona doğru düşmanı olabildiğince duraklatıp verilebilecek zayiatı verip diğer birliklere zaman kazandırmak sadece. Ötesi yok.

Çıkıyoruz. Eşim her kadının vazgeçilmez alışveriş eşyası olan magnetlerden almaya çalışıyor. İstasyona dek yürüyor ve sabahki kadınlara uğrayıp gene bir şeyler atıştırıyoruz. Bazan kendi kendime soruyorum. Acaba bazı küçük salaş yerler mi mükemmel lezzetler yaratabiliyor ama çok az insan bunları biliyor yoksa insanların içinde bulunduğu normal üstü durumlar beğeni çıtasını mı düşürüyor. Her neyse, ortam iyiydi, yemekler basit ama lezizdi. Akkerman hüzünlü geldi.

Yine dönüş yolu. Aşağı yukarı aynı sürede dönüyoruz. Aynı yerde, hemen tren istasyonunun yanında bırakıyor bizi. Biraz koşturmaca ile hostelin olduğu yer olan “gretskaya” caddesine az biraz ötede bir yerde indiriliyoruz. Şansımıza genç, sevimli bir kız yardım etti ve iki, üç dakikalık bir yürüyüş bizi hostele ulaştırdı.

Burada da ayakkabı ile girmek mümkün değil. Eşimin boylarında –ki eşime göre uzun boylu insan iyi insandır- iyi bir kızcağız kapıyı açıp yardımcı oldu. Hemen toparlandık, eşyaları bırakıp Odessa yollarına bıraktık kendimizi.

Odessa bir Türk kenti. Hacı Bey adında bir kasabadır. Rumlar, Yahudiler, Tatarlar ve Türkler barış içinde yaşarlar ama savaş bölgelerine yakındır. Çariçe Katerina ‘nın bir hayali vardır. Güneyin Petersburg ‘u olacaktır. Bu iş içinde sevgililerinden biri olan Potemkin ‘i görevlendirir. Potemkin sahip olduğu “imperyal” güç ile şehri ele geçirerek “modern” bir hale getirmeye başlar.

1905 ‘teki meşhur isyan Potemkin Zırhlısı filmine de vesile olur. 1941 - 43 arası Romenlere karşı halkın direnişi Stalin ‘in gözünde bile şehrin “kahraman” olmasına vesile olur.

Preobrazens ile Derybasevska Caddeleri arasında kestirme yapan bir pasaj vardır. Harikulade bir yapıdır. Ama buradan geçmezde caddeyi takip ederseniz Yunan elçiliğinin oradan sağa dönerek şehrin en cıvıl cıvıl caddesi olan Derybasevska’ya varmış olursunuz. Her atraksiyon buradadır. Yemek yiyeceğiniz en iyi yerler, en kaliteli batakhaneler, kitapçılar vb.

Preobrazens Caddesi'nde yürürken solunuzda, yolun karşısında kalan bir yeşil alan göreceksiniz. Burası şehir bahçeleridir ve içerisinde Transfigürasyon Kilisesi vardır. Burası aslında şehrin yeniden yapılmış katedralidir. Orijinal yapı Stalinist mantalite ile 30 ‘lu yıllarda havaya uçurulur.

Biz ilk iş olarak yemek işini halletmek için LP tarafından da önerilen Turkuaz isimli Türk lokantasına girdik. Normalde yurtdışında Türk lokantalarına girmeyiz ama nedense burada girelim dedik. Anlatayım. Mekan kahve, restoran ve striptiz bar şeklinde çalışıyor. Biz girdiğimizde kahve kısmında kağıt oynayan yurdum insanları vardı. Yabancılık çekmedik. Restoran kısmında da sadece müşteri olarak biz vardık. Türk çalışanlar bizi iplemedi. Ukraynalılarda epey donuk davrandılar. Ama etler oldukça iyiydi. Tadı damağımda kaldı. Oğlumda canı sıkılıp dolanırken keşfettiği bar kısmı –ki saat itibariyle insansız haline denk geldi- gözlerini parlatmaya yetmişti.

Çıktık. Etler iyi ortam berbat olan mekandan ayrıldıktan sonra yolumuza devam ettik. Balmumu müzesi, harika Opera binasını aşıp yolun sonuna dek gittik. Burada sanki her şey bitmiş gibi geldi bize aşağı inip bir merdivenden yukarı çıkarak kapalı durumdaki, beyaz, oldukça zarif Arkeoloji Müzesini geçip Puşkin Heykeli'nin olduğu bir gezi terasına ulaştık. Aslında burası eski Türk Kalesi'nin olduğu yer.

Günümüzde insanların, çınar ağaçlarının gölgesinde fütursuzca dolaşıp, patenleriyle gezindiği bir yer olmuş. Yolun sonunda meşhur “Potemkin Merdivenleri” bulunuyor. Uzun uzadıya anlatayım burayı.

1825 yılında şehrin batılılaştırılması sürecinde üç mimarın projesi olarak çıkmış ortaya. 1837 – 41 yılları arasında Dük Voronski ‘nin cebinden ödediği 800,000 ruble ile inşa ettirilir ancak.

14 Haziran 1905 akşamı Rusya'nın Karadeniz filosunun amiral gemisi merdivenlerin önüne demirler. Şehirde problemler vardır ve komünistler pek çok sokak başını tutmuştur. Denizciler şehre girecek, durumu düzeltecektir yada şehri topa tutacaktır. Emir açıktır. Ama donanmada da her şey huzurlu değildir. Gemide de bir isyan başlar. Denizcilerin önemli bir kısmı kaçıp Romanya'ya sığınır. Dev savaş gemisi kullanılmayacak duruma gelir. Sovyet rejimi bu isyanın 50. yılında merdivenlere “Potemkin Merdivenleri” adını verir.

Şahsi görüşüm burada pek bir numara olmadığı yönünde. Bir dergi Avrupa'nın en güzel 6. merdiveni olarak seçmiş burasını. Bence fazla şişirmece. Bizim ufacık Kamondo Merdivenleri buradan çok daha zarif. Gene de üşenmeden en alt katına dek indim, iki yüz basamağı tekrar çıkıp bizimkilerin yanına indim.

Gençlerin bir arkadaşları için yaptığı kutlama partisi görmeye değerdi. Dönüş sırasında bir kadın bize daha doğrusu eşime yapıştı. Eşimle yan yana durmaya çalıştı ve eşimden biraz daha uzun olduğunu fark edince mutlu olup kaybolup gitti.

Bizde parklardaki heykellerde fotoğraflar çektirdik, Lviv çikolatacısında takılıp hostele döndük. Artık yarın her şey bitmiş olacak.

Yorum Gönder

0 Yorumlar