Sabaha karşı uyanıyoruz ama uzun bir tuvalet sırası var.
Baba oğul bekleşiyoruz. Eşim daha önceden kalkıp bu sıraya kalmadan güne
hazırlanmış. Önümüzde, uyku sersemi bir kız var. İçeri giriyor ama çıkmıyor bir
türlü. Sanki ters yüz oluyor. Bilinmez.
Biz de işimizi bitirip eşimin yanına dönüyoruz. Gülüp “gördünüz mü?” diye soruyor. “Neyi görecektik ki?” Meğer sıradaki kızlar çamaşırları ile sırada bekleşiyorlarmış. Ukraynalı erkekler zaten bakmadıkları, bizlerse uyku sersemi olduğumuz için kaçırmış olmalıyız bu durumu.
İniyoruz. Sabahın körü ve çoğu yer kapalı. Açık olan
yerlerden birinden kruvasan alıp kafede vakit geçiriyoruz. Bu saatte hostel bizi
almaz. Zaten Odessa'daki hosteli bulurken epeyce zorlanacağız. Bunu
hissediyorum. Bagajımızı emanete bırakıyoruz. (20 grivna)
Amaç Bilhorod otobüslerini bulmak. İlk sorduğum minibüs
oraya gidiyormuş. Atlıyor ve en arkaya oturuyoruz. (adam başı 23 grivna)
Yolculuk yaklaşık üç saat sürüyor. Yol kimi zaman bozuk kimi
zaman da idare eder şekilde ilerliyor. Ama bitmek bilmiyor. Kim bilir kaç kez
sordum yol boyunca. Nerede ineceğimize dair en ufak bir bilgim yada tahminim
yok.
Yola koyulduk. LP ‘ye göre parkı geçip biraz yürümemiz yetecek. Parkın ortasında yaşlıca ama saçlarının neredeyse yarısı maviye boyanmış kadına sorduk mesafeyi. Ne aptalım, burada İngilizce geçmiyor ki. Neyse not defterime bir kale resmi çizdim. Anladı ve ters yönden gelen imama benzer bir adamı durdurup bir şeyler söyledi.
En sonunda beni işaret edip “Türk” diyor. “Evet” diyorum.Eliyle
göğsüne vurup “babuşka, gagavuz” diyor. Onu işaret edip “Sen de Türksün”
diyorum. Muhtemelen eşimin adından anladı Türk olduğumuzu. Binlerce yıldır
fazlaca değişmeden günümüze gelen ortak kelimelerden biri yıldız. Halen
kasabada Gagavuz aileler varmış.
Sonunda kale görünüyor. Adam bizi kapıya kadar getiriyor. Hepimize bakıp teker teker elimizi sıkıp vedalaşıyor. Sonra ilerilere doğru yoluna devam ediyor. Acaba para verse miydim? İstemedi ki. İma bile etmedi. Aklıma Fas'taki o o… çocuğu geliyor. “Acaba 1500 TL parama kıyıp gidip adamın gırtlağını kesip gelmeli miyim?” diye düşünüyorum. Ne varsa bizim millette var.
Kale 13. yy da Moldavyalılar tarafından yapılmış. Sonrasında Cenevizliler ele geçirip tahkim etmişse de 2. Bayezıd zamanında bizimkilerin ele geçirmesine engel olamamışlar. Defalarca el değiştirip durmuş. Uğruna dökülen kanın haddi hesabı yoktur sanırım. 1812 ‘de Bükreş anlaşması ile Ruslara teslim edilmiş. Yani dedeler bırakıp gitmemiş, diplomatlar masada vermişler genelde olduğu gibi. Oğluma dediğim gibi kaleyi alırken yada savunurken ölen atalarımızın haddi hesabı yoktur ve muhtemelen bizim ailemizden de çok sayıda kişi burada şehit düşmüş olmalı. Onca yolu geldiğimize değdi diye düşünüyorum kaleden içeri ilk adımımı atarken. “Dede seni unutmadık!”
Kale sağlam bir kale imiş. Nereden anlıyoruz. Fatih Sultan
Mehmet iki kez kuşattığı halde direnmiş. Boğdan prensi anlaşma karşılığı
serbest şehir statüsüne sokmuş kentini. Fatih de Osmanlı kıyılarında serbest
ticaret yapabilme izni vermiş. 2. Bayezıd gidip almayı tercih etmiş.
Kale çok büyük bir alan kaplamakta. Ama Türklere ait en ufak
bir iz yada işaret yok. Zaten tuvalet diye kullandıkları şeyi, sistemi görünce
çok fazla bir şey beklenmeyeceğini anlayabiliyorsunuz. İlk önce deniz
surlarının yanından sonuna dek yürüdük. En son noktada Ukraynalı arkadaşlar
“şuradan, buradan inin” diye yardımcı olmaya çalıştılar ama gözümüz kesmedi
hiç.
Aşağı iniyoruz. İç kalede tırmanma çalışmaları yapıyoruz ama
nafile. Bizden rahatsız olan güvercinler uçuşuyorlar. İç kale çok sayıda
mazgalı ile kendinden beklenmeyecek bir ölüm kapanı. Surlar aşıldıktan sonra
içkaledekilerin bir şansı yada uzun süreli bir direnişinin olabileceğini hiç
sanmıyorum. Sadece Türk usulü, malum olan sona doğru düşmanı olabildiğince
duraklatıp verilebilecek zayiatı verip diğer birliklere zaman kazandırmak
sadece. Ötesi yok.
Burada da ayakkabı ile girmek mümkün değil. Eşimin
boylarında –ki eşime göre uzun boylu insan iyi insandır- iyi bir kızcağız
kapıyı açıp yardımcı oldu. Hemen toparlandık, eşyaları bırakıp Odessa yollarına
bıraktık kendimizi.
Odessa bir Türk kenti. Hacı Bey adında bir kasabadır.
Rumlar, Yahudiler, Tatarlar ve Türkler barış içinde yaşarlar ama savaş
bölgelerine yakındır. Çariçe Katerina ‘nın bir hayali vardır. Güneyin Petersburg
‘u olacaktır. Bu iş içinde sevgililerinden biri olan Potemkin ‘i görevlendirir.
Potemkin sahip olduğu “imperyal”
güç ile şehri ele geçirerek “modern” bir hale getirmeye başlar.
Preobrazens Caddesi'nde yürürken solunuzda, yolun karşısında
kalan bir yeşil alan göreceksiniz. Burası şehir bahçeleridir ve içerisinde
Transfigürasyon Kilisesi vardır. Burası aslında şehrin yeniden yapılmış
katedralidir. Orijinal yapı Stalinist mantalite ile 30 ‘lu yıllarda havaya
uçurulur.
Biz ilk iş olarak yemek işini halletmek için LP tarafından
da önerilen Turkuaz isimli Türk lokantasına girdik. Normalde yurtdışında Türk
lokantalarına girmeyiz ama nedense burada girelim dedik. Anlatayım. Mekan
kahve, restoran ve striptiz bar şeklinde çalışıyor. Biz girdiğimizde kahve
kısmında kağıt oynayan yurdum insanları vardı. Yabancılık çekmedik. Restoran
kısmında da sadece müşteri olarak biz vardık. Türk çalışanlar bizi iplemedi.
Ukraynalılarda epey donuk davrandılar. Ama etler oldukça iyiydi. Tadı damağımda
kaldı. Oğlumda canı sıkılıp dolanırken keşfettiği bar kısmı –ki saat itibariyle
insansız haline denk geldi- gözlerini parlatmaya yetmişti.
Günümüzde insanların, çınar ağaçlarının gölgesinde
fütursuzca dolaşıp, patenleriyle gezindiği bir yer olmuş. Yolun sonunda meşhur
“Potemkin Merdivenleri” bulunuyor. Uzun uzadıya anlatayım burayı.
Gençlerin bir arkadaşları için yaptığı kutlama partisi
görmeye değerdi. Dönüş sırasında bir kadın bize daha doğrusu eşime yapıştı.
Eşimle yan yana durmaya çalıştı ve eşimden biraz daha uzun olduğunu fark edince
mutlu olup kaybolup gitti.
Bizde parklardaki heykellerde fotoğraflar çektirdik, Lviv
çikolatacısında takılıp hostele döndük. Artık yarın her şey bitmiş olacak.
0 Yorumlar
Yorumlarınız