Takip Et

8/recent/ticker-posts

Doğu Anadolu Turu : Gün 4

Bugün bayram. Ne çok geç ne çok erken kalktık. Kaldığımız odanın balkonundan Kars'taki bir bayram sabahına merhaba diyorum. Kahvaltıyı yaptıktan sonra şoförün dediği Iğdır aracına binmek için eski terminale doğru yola koyuluyoruz. Şansıma Çağlar bir şey demememe rağmen ara sokaklardan gidiyor. Ben de böylece arkada kalıp binaların fotoğraflarını gönlümce çekebiliyorum. Hatta Azeri Elçiliği'ni ve oldukça hoşuma giden ve tepesinde saat olan binayı da görebilme imkanım oluyor.

 Otobüsteki yerlerimiz bize ayrılmış. Şoförümüz gerçekten her işi organize etmiş bizim yerimize. Fakat kalkış için epeyce zaman var. Boş durmamak için Kars Müzesi'ne gidelim diyoruz ama bir türlü müzeyi bulamadığımız için gezemiyoruz. Sonradan haritadan baktığımda epeyce yaklaştığımızı fark ediyorum.

Durakta uzun boylu, kolları façalı gençten biri bizi kesip duruyor. Belaya mı çattık derken yanımıza gelip selam veriyor ve Çinlilerle fotoğraf çektirmek istediğini söylüyor. Durum bana başta garip geliyor ama Çinliler alışmışlar artık. Fotoğraflarını çekiyorum. Iğdır ‘a indiğimizde bize çay ısmarlamak istediğini söylüyor. Ben gerek yok, vakit yok diyorum ama dinleyen yok. Yörenin içten temiz insanlarından biri. Hala arar beni Allah ‘ın selamını verir ve alır, sağ olsun.

 Yol başlangıçta oldukça kötü. Ruslara ait binaların önemli bir kısmı askeriyenin içerisinde kalmış. Uçsuz yaylalarda sonsuz sayıda hayvan otlamakta. İnsan buradaki manzaraları gördüğünde ülkede hayvancılıkla ilgili bir sorun yok diye düşünüyor.

Bir aşamadan sonra sınırla bitişik gitmeye başlıyoruz. Artık pusulanın daima kuzeyi göstermesi gibi beyinlerimizde sadece tepesi karlı Ağrı Dağı ‘nı gösteriyor bize. Çocukken Bilim ve Teknik dergisinde hatırladığım o zirvesi kremalı pasta gibi buzullarla kaplı dağ gözüme çok farklı geliyor. Heybetli mi heybetli ama buzul tabakası oldukça küçülmüş. Yolda kurumuş geniş nehir yataklarına bakıyor ve otobüstekilere soruyorum ne zaman kuruduklarını. Mevsimlik akarsular olduklarını söylüyorlar bunların.

 Yol rengarenk yamaçların, pitoresk köylerin ve her daim karşımızda duran Ağrı Dağı ‘nın eşliğinde devam ediyor. Yamaçlarda kaya mezarlarını andıran oyuklar burada da karşımıza çıkıyor.

Iğdır ‘a çok az kala fotoğrafını çektiğim arkadaş makinamı istiyor benden. Veriyorum. Otobüsün önündeki insanlar dağın güzel bir pozunu yakalayabilmek için ellerinden geldiğince uğraşıyorlar izlediğim kadarıyla.

 Iğdır ‘a indiğimizde Doğubayazıt otobüs minibüslerine götürüyor aynı genç. Bu arada grubumuza bir İngiliz adam ve Türk eşi de katılıyor. Adamı pek çözemedim. Biz Ağrı Dağı ‘nı çekmek için yırtınırken adam sadece elindeki Lonely Planet ‘i okumakla meşguldü. Neyse genç söz verdiği gibi bize çay da ısmarladı. Helalleştik ve bizi Doğubayazıd ‘a götüren otobüse atladık.

Aracın arkasını biz kapattık. Yer olmadığı için ben çocuklu bir çiftin yanına oturdum ve tahminimce kafalarını epeyce şişirdim. Adam ile kadının konuşmalarından yörede çok bulunan Azerilerden olduklarını sanmıştım. Sorduğumda adam sessizce Kürt olduğunu söyledi. Ben de “Allah ‘ın kulu olduktan sonra başım üstüne” diye cevapladım. Zaten bundan sonrada epey bir samimiyet oluştu. Zaten burada da yabancı olarak geldiğinizde belirli bir yaş grubunun üzerindekiler yada ev bark sahibi insanlardan sıcaklık görüyorsunuz. Doğru da yaklaştınız mı sırtınız yere gelmez. Adam son yıllarda yolların yapıldığını, hastanelerin çok iyi olduğunu, Doğubayazıd'da zekat verecek insan bile bulamadıklarından bahsetti. Başka başka şeylerden de belki kendi şehrimde dahi soramayacağım şeyleri dahi sordum ve içten cevaplar aldım.

Ağrı Dağı ‘nın bile buzulları nasibini aldı sohbetimizden. İki yıl kadar önce oldukça erimiş ve tepesinde çok az bir buzul kalmış. Yerel bir rivayete göre Ağrı Dağı ‘nın buzullarının tamamı eridiğinde kıyamet kopacakmış. Görünen o ki pek zaman kalmamış.

Doğubayazıd'da bizi Van otobüslerinin kalktığı yerde indiriyorlar. 4’te bir otobüs var. Ama LP ‘de dediği gibi İshak Paşa Sarayı ‘na gidecek minibüsleri bekleyecek olursak yandık. Bu nedenle taksi teklifini değerlendiriyorum. Gidiş dönüş ve bir saati aşkın bekleme 40 TL. Zamanı satın alacağız. Ama İngiliz ‘in karısı meblağı yüksek buluyor. Bu aşamada kaybedilen zaman bence paradan daha değerli, taksiciye tamam deyip Çinlileri çağırıyorum diğerleri de bizi takip ediyor.

 Yolda solumda Ağrı Dağı manzarası önümde şoför gösterdikten sonra fark ettiğim saray bir müddet gidiyoruz. Bu arada alışılageldiği üzere şoföre epeyce soru soruyorum. Sarayın çevresi eski Bayazıd'mış. Depremden sonra kasaba günümüzdeki düzlüğe taşınmış. Etrafındaki dağ ise içinde neredeyse bir şehrin olduğu, mağaralarıyla tünelleriyle başlı başına bir yaşam merkezi olduğunu ama girişlerin kapatıldığını söyledi. Zaten dağa baktığınızda ilk bakışta kale ve dağı birbirinden ayırmanız çok güç. Önündeki tek kubbeli küçük cami ise Çaldıran Savaşı'ndan sonra Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılmış.

Sonunda vardık. Hayallerimdeki gibi bir yapı değilmiş. Ama gene de farklı ve güzel. Sevimli, zarif bir taç kapısı var. İlk avluyu geçip ana avluya ulaşıyorsunuz. Burada bazı kısımlar restorasyon nedeniyle kapalı. Bu avludaki köpek kulübeleri bile taştan ama biraz kaba olmalarından daha sonraları yapılış olabileceklerini düşünüyorum. Burada daha çok Ali Baba ve Kırk Haramiler'deki yapılardaki kubbelere benzeyen bir kubbeye sahip cami kısmı ve sade bir işçiliğe sahip pervazlarıyla pencereler ilgimi çekiyor. (Bu site işte aradığınız o sitedir http://www.bayder.org/index.php?topic=17.0 ) Tam köşedeki süslü, kümbete benzeyen yapı ise İshak Paşa ve başka bir kaç kişinin yattığı türbe olmakta.

 Yapımına 1685 ‘te başlanmış. 1784 ‘te son halini almış. Adını Çıldıroğullarından 2. İshak Paşa ‘dan almakta. Kim bunlar derseniz onu da kısaca söyleyeyim. Osmanlılar Gürcistan ‘ı alırlar ama gerek coğrafya gerekse büyük garnizonlara olan mesafeler ordu sevkiyatına izin vermez. Bu nedenle uzak sınırlara uygulanan “ocak” sistemi burada da işletilir. Burada ocak ‘ın başında Çıldıroğulları vardır.

Hiç bir yere girmeksizin karşımızdaki güzel işlemeli taş kapıdan devam ediyoruz. Odalar basitse de büyük salon oldukça güzel. Yapının bu kısmını cam ile kapatmışlar. Buradan kasabaya, Doğubeyazıd’a bakıyorum. Kahverengi dalgalara benzeyen sıkıntılı kayalıkların ötesinde ufku kaplayan dağlara uzanan bir yerleşim burası. Sultan Bayezıd burayı aldığında İran yönünden gelebilecek saldırılara karşı buradaki kaleyi berkitmiş. Rivayete göre cumhuriyet döneminde İstanbul Bayezıd ‘a gelen mektuplar ile buraya gelen mektuplardaki karışıklığı engellemek için buraya günümüzdeki adı verilmiş. Bir nevi dünyanın ucunda hissi uyandırıyor bende. Etraftaki eski kentin kalıntıları, yamaçlardaki renk zenginliği ile görmeye değer, mutlaka gelinmesi gereken bir yer ama saray bile olsa yaşanması çok güç bir yer.

Harem odalarına geçiyoruz. Birbirinin aynı yapıda ve özellikte, sade odalar bunlar. Çinlilerin islamdaki çok eşlilik sorusuna cevap olarak bunun  seksüel bir zevk değil gereklilik durumlarında işleyen bir mekanizma olduğunu ve ancak önceki eşlerin icazeti ve her eşe eşit muamele şartıyla mümkün olduğunu dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum. Ne kadar soruya karşılık verdiğim cevap ikna edici oldu bilmiyorum ama sarayın yapımında bu şart sağlanmış.

 Oradan tuvalete bakıyoruz. Artıklar kim bilir hangi derinliğe kadar düşüyor. Arka bahçe kısmından tekrar civarı seyredip aynı düşüncelere saplanıyorum.


Ana avluya çıkıp diğer kısım olan Selamlık ‘a geçiyoruz şimdi. Çok sayıda oda, çok sayıda bölme. Cami kısmı ise şimdilik kapalı ama onarım gördüğünü gösteren bir beyazlık sütunlarını sarmış. Buradan zindan kısmına iniyoruz. Karanlık, iç karartan yerler. Bölme bölme bir zindan hücresinden diğerine geçiyoruz. Geçilen her bölmenin bir diğerinden tek farkı daha karanlık ve daha ilkel olması sadece.Dört bölme geçiyoruz ama dahası var gibi. İngiliz gelip taksinin bizi çağırdığını söylüyor. Haklı, daha Van ‘a geçeceğiz. Çağlar ise buraya doyamadığını söylüyor.

Ani ‘yi yağmalayan Ruslar burada da boş durmamışlar. Som altından söylenen kapı yağmalanmış. Bir detay daha. Sarayın hiçbir yerinden yakın olmasına rağmen Ağrı Dağı görünmüyor.

 Taksiye binmeden dışarıdan bir fotoğraf daha çekiyorum. İnerken ise fotoğraf makinam her zamanki gibi bana oyununu oynuyor ve pil bitti işaretini veriyor. Hızla değiştiriyorum pili, taksici de duruyor. O meşhur pozu çekeceğim ama makine açılmıyor. Taksiciye “devam” diyorum yapacak bir şey yok. Buna da şükür. Ama kasaba yolunda Ağrı Dağı ‘nı çekiyorum.

Tam araç kalkarken otobüse geliyoruz. Aslında aracın kalkış saati biraz geçmiş durumda ve bizi beklemişler. Ama kimseden hayıflanma emaresi yada başka türlü bir tepki yok. Yol boyunca Ağrı Dağı ‘nı çekmeye çalışıyorum. Sonrasında manzara değişiyor ve Ağrı Dağı ‘nın lavlarından kalan koyu gri, siyahımsı manzara kalıyor sadece. İlginç manzara. Lav yatağında kimi otların bittiğini de görüyoruz. Hayat kendine her zaman bir yol buluyor bir şekilde. Yolda kimi zaman kale kalıntıları kimi zaman renkli yamaçlar bize eşlik ediyor. Sonrasında Van Gölü görünüyor. Uçsuz bucaksız ama etrafı ağaçsız bir deniz adeta. Şehre dek bize kimi zaman kendini gösteriyor kimi zaman ise kaçıyor.

 Ülkenin en büyük ve üzerinde feribot ulaşımı yapılabilen tek gölü. Van ile Tatvan arasında saati belirsiz feribot seferleri var. Neredeyse bir iç deniz. Zaten Vanlılar Van Denizi diyorlar.

 

Van ‘a yaklaşıyoruz. Büyük bir şehir, oldukça yayılmış. Ama şehrin uç noktaları varoş görünümüne olabildiğince sahip. Her göç alan şehir gibi işsizliğin ve problemlerin olduğunu tahmin ediyoruz.

 Artık Van'dayız. İskele öğretmenevine gitmek için iniyoruz ve bir minibüs ile de ulaşıyoruz. Fotoğraflarda gördüğüm yada öyle algıladığım gibi göl kıyısında bir yer değil burası. Göle dört-beş km uzaktayız. Başlangıçta görevli kıza işlemlerimizi yaptırıyoruz. Sonrasında önce kim uyandı hatırlamıyorum ama şehir merkezindeki öğretmenevini aratıp yer durumunu sorduruyoruz. Yer varmış. Tekrar bir minibüse atlayıp merkeze doğru yol alıyoruz.

 Araç bizi cadde üzerinde İnci Kefali heykeline gelmeden, daha ötesine minibüslerin gitmesinin yasak olduğu gerekçesi ile indiriyor. İnci Kefali sadece Van Gölü  ‘nde yaşayan endemik bir tür. Zaten gölde de sadece bu balık yaşamakta. Küçükken Karadeniz'de balık avı yasağı başladığında balıkçılar takalarını bu göle taşırlardı. Şehre yıllık on milyon dolar gelir getiren ekonomik bir kaynak. ( http://www.incikefali.net/index-tr.htm )

 Yürüyoruz. Adres sorduğumuz çocuklar peşime takılıyorlar. “Bu bayrak inecek” diyerek bir kamu binasına asılı bayrağımızı gösterip çarpacak kadar yakınımıza sokuluyorlar. Çinlilere Çağlar ile benim aramızda ve bize yakın yürümelerini söylüyorum. İngiliz ile karısı ile sırıta sırata başka bir dünyadaymış gibi geliyorlar epeyce arkadan. İlerideki polis çocukların bizle olan hareketlerini görünce başını çevirip birileri ile bayramlaşır gibi yapıyor. Demek ki burada işler böyle yürüyor. Kendi başımızın çaresine bakacağız. Çakımı açıyorum. Çağlar sakin olmamı istiyor. Bir müddet sonra güruh bizim tepkisizliğimizden sıkılmış olacaklar ki bırakıyorlar peşimizi.

 

Merkez öğretmenevine sıkı bir yürüyüşle varıyoruz. Burada da yer var. Anladığım kadarıyla tüm ülke Akdeniz sahiline aktığı için diğer her yer boş. Biz Çinlileri yerleştirip yardımcı olmaya çalışırken İngilizle karısı yukarı çıkıp iniyorlar bile. Ekip olmaktan, yanındakilere saygı göstermekten bihaber görünüyorlar. İşimizi bitirip odamıza çıkıyor ve eşyalarımızı bırakıp soluklanıyoruz. Fena bir yer değil.

 Yola çıkıyoruz. Çinliler para bozduracak biz ise İstanbul ‘a otobüs bulmaya çalışacağız. Sonrasında da yemek işini halledeceğiz. Şehrin ana caddesine iniyoruz. Demin geldiğimiz yere benzemeyen güzel bir cadde ama ciddi alt yapı sorunları var. Buradaki belediyenin halka hizmet anlayışı sanırım başka dillerde yaftalar asmaktan öte değil. Bu da samimiyetlerinin göstergesi olmalı. Hiçbir insanın yaşadığı şehrin değil ana caddesinde hiçbir sokağında lağıma basmadan yürüyebiliyor olması gerekiyor benim mantığıma göre.

 İstanbul araçları için pek iç açıçı cevap alamıyorum. Gerekirse şehir şehir aktarmalarla zıplaya zıplaya döneceğiz. Neyseki şansımıza planımdan öndeyiz. Ana cadde olmasına rağmen çoğu dükkan kapalı. Zaten öğretmenevinde de, sorduğumuz bilumum yerde de bayramın ilk günü açık yer bulma imkanımızın pek olmadığını söylemişlerdi.  Yemek yiyecek bir yer ararken İngiliz ve karısına denk geliyoruz. “Araçla mı geldiniz?” diye soruyorlar ilk olarak. Çok çabuk gelmişiz onlara göre, bize göreyse bunca zaman yiyecek işini halledememeleri muamma. LP ‘nin de önerdiği bir yerde akşam yemeği yiyoruz. Servis kötü, yemekler söylendiği kadar kaliteli değil ama neşeli ve güzel bir akşam geçiriyoruz.

 

Yorum Gönder

0 Yorumlar