Bugün bayram. Ne çok geç
ne çok erken kalktık. Kaldığımız odanın balkonundan Kars'taki bir bayram
sabahına merhaba diyorum. Kahvaltıyı yaptıktan sonra şoförün dediği Iğdır
aracına binmek için eski terminale doğru yola koyuluyoruz. Şansıma Çağlar bir
şey demememe rağmen ara sokaklardan gidiyor. Ben de böylece arkada kalıp
binaların fotoğraflarını gönlümce çekebiliyorum. Hatta Azeri Elçiliği'ni ve
oldukça hoşuma giden ve tepesinde saat olan binayı da görebilme imkanım oluyor.
Otobüsteki yerlerimiz bize ayrılmış. Şoförümüz gerçekten her
işi organize etmiş bizim yerimize. Fakat kalkış için epeyce zaman var. Boş
durmamak için Kars Müzesi'ne gidelim diyoruz ama bir türlü müzeyi bulamadığımız
için gezemiyoruz. Sonradan haritadan baktığımda epeyce yaklaştığımızı fark ediyorum.
Durakta uzun boylu, kolları façalı gençten biri bizi kesip
duruyor. Belaya mı çattık derken yanımıza gelip selam veriyor ve Çinlilerle
fotoğraf çektirmek istediğini söylüyor. Durum bana başta garip geliyor ama
Çinliler alışmışlar artık. Fotoğraflarını çekiyorum. Iğdır ‘a indiğimizde bize
çay ısmarlamak istediğini söylüyor. Ben gerek yok, vakit yok diyorum ama
dinleyen yok. Yörenin içten temiz insanlarından biri. Hala arar beni Allah ‘ın
selamını verir ve alır, sağ olsun.
Yol başlangıçta oldukça kötü. Ruslara ait binaların önemli
bir kısmı askeriyenin içerisinde kalmış. Uçsuz yaylalarda sonsuz sayıda hayvan
otlamakta. İnsan buradaki manzaraları gördüğünde ülkede hayvancılıkla ilgili
bir sorun yok diye düşünüyor.
Bir aşamadan sonra sınırla bitişik gitmeye başlıyoruz. Artık
pusulanın daima kuzeyi göstermesi gibi beyinlerimizde sadece tepesi karlı Ağrı
Dağı ‘nı gösteriyor bize. Çocukken Bilim ve Teknik dergisinde hatırladığım o
zirvesi kremalı pasta gibi buzullarla kaplı dağ gözüme çok farklı geliyor. Heybetli
mi heybetli ama buzul tabakası oldukça küçülmüş. Yolda kurumuş geniş nehir
yataklarına bakıyor ve otobüstekilere soruyorum ne zaman kuruduklarını.
Mevsimlik akarsular olduklarını söylüyorlar bunların.
Yol rengarenk yamaçların, pitoresk köylerin ve her daim
karşımızda duran Ağrı Dağı ‘nın eşliğinde devam ediyor. Yamaçlarda kaya
mezarlarını andıran oyuklar burada da karşımıza çıkıyor.
Iğdır ‘a çok az kala fotoğrafını çektiğim arkadaş makinamı
istiyor benden. Veriyorum. Otobüsün önündeki insanlar dağın güzel bir pozunu
yakalayabilmek için ellerinden geldiğince uğraşıyorlar izlediğim kadarıyla.
Iğdır ‘a indiğimizde Doğubayazıt otobüs minibüslerine
götürüyor aynı genç. Bu arada grubumuza bir İngiliz adam ve Türk eşi de
katılıyor. Adamı pek çözemedim. Biz Ağrı Dağı ‘nı çekmek için yırtınırken adam
sadece elindeki Lonely Planet ‘i okumakla meşguldü. Neyse genç söz verdiği gibi
bize çay da ısmarladı. Helalleştik ve bizi Doğubayazıd ‘a götüren otobüse
atladık.
Aracın arkasını biz kapattık. Yer olmadığı için ben çocuklu
bir çiftin yanına oturdum ve tahminimce kafalarını epeyce şişirdim. Adam ile
kadının konuşmalarından yörede çok bulunan Azerilerden olduklarını sanmıştım.
Sorduğumda adam sessizce Kürt olduğunu söyledi. Ben de “Allah ‘ın kulu olduktan
sonra başım üstüne” diye cevapladım. Zaten bundan sonrada epey bir samimiyet
oluştu. Zaten burada da yabancı olarak geldiğinizde belirli bir yaş grubunun
üzerindekiler yada ev bark sahibi insanlardan sıcaklık görüyorsunuz. Doğru da
yaklaştınız mı sırtınız yere gelmez. Adam son yıllarda yolların yapıldığını,
hastanelerin çok iyi olduğunu, Doğubayazıd'da zekat verecek insan bile
bulamadıklarından bahsetti. Başka başka şeylerden de belki kendi şehrimde dahi
soramayacağım şeyleri dahi sordum ve içten cevaplar aldım.
Ağrı Dağı ‘nın bile buzulları nasibini aldı sohbetimizden.
İki yıl kadar önce oldukça erimiş ve tepesinde çok az bir buzul kalmış. Yerel
bir rivayete göre Ağrı Dağı ‘nın buzullarının tamamı eridiğinde kıyamet
kopacakmış. Görünen o ki pek zaman kalmamış.
Doğubayazıd'da bizi Van otobüslerinin kalktığı yerde
indiriyorlar. 4’te bir otobüs var. Ama LP ‘de dediği gibi İshak Paşa Sarayı ‘na
gidecek minibüsleri bekleyecek olursak yandık. Bu nedenle taksi teklifini
değerlendiriyorum. Gidiş dönüş ve bir saati aşkın bekleme 40 TL. Zamanı satın
alacağız. Ama İngiliz ‘in karısı meblağı yüksek buluyor. Bu aşamada kaybedilen
zaman bence paradan daha değerli, taksiciye tamam deyip Çinlileri çağırıyorum
diğerleri de bizi takip ediyor.
Yolda solumda Ağrı Dağı manzarası önümde şoför gösterdikten
sonra fark ettiğim saray bir müddet gidiyoruz. Bu arada alışılageldiği üzere
şoföre epeyce soru soruyorum. Sarayın çevresi eski Bayazıd'mış. Depremden sonra
kasaba günümüzdeki düzlüğe taşınmış. Etrafındaki dağ ise içinde neredeyse bir şehrin
olduğu, mağaralarıyla tünelleriyle başlı başına bir yaşam merkezi olduğunu ama
girişlerin kapatıldığını söyledi. Zaten dağa baktığınızda ilk bakışta kale ve
dağı birbirinden ayırmanız çok güç. Önündeki tek kubbeli küçük cami ise
Çaldıran Savaşı'ndan sonra Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılmış.
Sonunda vardık.
Hayallerimdeki gibi bir yapı değilmiş. Ama gene de farklı ve güzel. Sevimli,
zarif bir taç kapısı var. İlk avluyu geçip ana avluya ulaşıyorsunuz. Burada
bazı kısımlar restorasyon nedeniyle kapalı. Bu avludaki köpek kulübeleri bile
taştan ama biraz kaba olmalarından daha sonraları yapılış olabileceklerini
düşünüyorum. Burada daha çok Ali Baba ve Kırk Haramiler'deki yapılardaki
kubbelere benzeyen bir kubbeye sahip cami kısmı ve sade bir işçiliğe sahip
pervazlarıyla pencereler ilgimi çekiyor. (Bu site işte aradığınız o sitedir
http://www.bayder.org/index.php?topic=17.0
) Tam köşedeki süslü, kümbete benzeyen yapı ise İshak Paşa ve başka bir kaç
kişinin yattığı türbe olmakta.
Yapımına 1685 ‘te
başlanmış. 1784 ‘te son halini almış. Adını Çıldıroğullarından 2. İshak Paşa
‘dan almakta. Kim bunlar derseniz onu da kısaca söyleyeyim. Osmanlılar
Gürcistan ‘ı alırlar ama gerek coğrafya gerekse büyük garnizonlara olan
mesafeler ordu sevkiyatına izin vermez. Bu nedenle uzak sınırlara uygulanan
“ocak” sistemi burada da işletilir. Burada ocak ‘ın başında Çıldıroğulları
vardır.
Hiç bir yere girmeksizin karşımızdaki güzel işlemeli taş kapıdan
devam ediyoruz. Odalar basitse de büyük salon oldukça güzel. Yapının bu kısmını
cam ile kapatmışlar. Buradan kasabaya, Doğubeyazıd’a bakıyorum. Kahverengi
dalgalara benzeyen sıkıntılı kayalıkların ötesinde ufku kaplayan dağlara uzanan
bir yerleşim burası. Sultan Bayezıd burayı aldığında İran yönünden gelebilecek
saldırılara karşı buradaki kaleyi berkitmiş. Rivayete göre cumhuriyet döneminde
İstanbul Bayezıd ‘a gelen mektuplar ile buraya gelen mektuplardaki karışıklığı
engellemek için buraya günümüzdeki adı verilmiş. Bir nevi dünyanın ucunda hissi
uyandırıyor bende. Etraftaki eski kentin kalıntıları, yamaçlardaki renk
zenginliği ile görmeye değer, mutlaka gelinmesi gereken bir yer ama saray bile
olsa yaşanması çok güç bir yer.
Harem odalarına geçiyoruz. Birbirinin aynı yapıda ve
özellikte, sade odalar bunlar. Çinlilerin islamdaki çok eşlilik sorusuna cevap
olarak bunun seksüel bir zevk değil
gereklilik durumlarında işleyen bir mekanizma olduğunu ve ancak önceki eşlerin
icazeti ve her eşe eşit muamele şartıyla mümkün olduğunu dilim döndüğünce
anlatmaya çalışıyorum. Ne kadar soruya karşılık verdiğim
cevap ikna edici oldu bilmiyorum ama sarayın yapımında bu şart sağlanmış.
Oradan tuvalete bakıyoruz. Artıklar kim bilir hangi
derinliğe kadar düşüyor. Arka bahçe kısmından tekrar civarı seyredip aynı
düşüncelere saplanıyorum.
Ana avluya çıkıp diğer kısım olan Selamlık ‘a geçiyoruz
şimdi. Çok sayıda oda, çok sayıda bölme. Cami kısmı ise şimdilik kapalı ama
onarım gördüğünü gösteren bir beyazlık sütunlarını sarmış. Buradan zindan
kısmına iniyoruz. Karanlık, iç karartan yerler. Bölme bölme bir zindan
hücresinden diğerine geçiyoruz. Geçilen her bölmenin bir diğerinden tek farkı
daha karanlık ve daha ilkel olması sadece.Dört bölme geçiyoruz ama dahası var
gibi. İngiliz gelip taksinin bizi çağırdığını söylüyor. Haklı, daha Van ‘a
geçeceğiz. Çağlar ise buraya doyamadığını söylüyor.
Ani ‘yi yağmalayan Ruslar burada da boş durmamışlar. Som
altından söylenen kapı yağmalanmış. Bir detay daha. Sarayın hiçbir yerinden
yakın olmasına rağmen Ağrı Dağı görünmüyor.
Taksiye binmeden dışarıdan bir fotoğraf daha çekiyorum.
İnerken ise fotoğraf makinam her zamanki gibi bana oyununu oynuyor ve pil bitti
işaretini veriyor. Hızla değiştiriyorum pili, taksici de duruyor. O meşhur pozu
çekeceğim ama makine açılmıyor. Taksiciye “devam” diyorum yapacak bir şey yok.
Buna da şükür. Ama kasaba yolunda Ağrı Dağı ‘nı çekiyorum.
Tam araç kalkarken otobüse geliyoruz. Aslında aracın kalkış
saati biraz geçmiş durumda ve bizi beklemişler. Ama kimseden hayıflanma emaresi
yada başka türlü bir tepki yok. Yol boyunca Ağrı Dağı ‘nı çekmeye çalışıyorum.
Sonrasında manzara değişiyor ve Ağrı Dağı ‘nın lavlarından kalan koyu gri,
siyahımsı manzara kalıyor sadece. İlginç manzara. Lav yatağında kimi otların
bittiğini de görüyoruz. Hayat kendine her zaman bir yol buluyor bir şekilde.
Yolda kimi zaman kale kalıntıları kimi zaman renkli yamaçlar bize eşlik ediyor.
Sonrasında Van Gölü görünüyor. Uçsuz bucaksız ama etrafı ağaçsız bir deniz
adeta. Şehre dek bize kimi zaman kendini gösteriyor kimi zaman ise kaçıyor.
Ülkenin en büyük ve
üzerinde feribot ulaşımı yapılabilen tek gölü. Van ile Tatvan arasında saati
belirsiz feribot seferleri var. Neredeyse bir iç deniz. Zaten Vanlılar Van
Denizi diyorlar.
Van ‘a yaklaşıyoruz. Büyük bir şehir, oldukça yayılmış. Ama
şehrin uç noktaları varoş görünümüne olabildiğince sahip. Her göç alan şehir
gibi işsizliğin ve problemlerin olduğunu tahmin ediyoruz.
Artık Van'dayız. İskele öğretmenevine gitmek için iniyoruz ve
bir minibüs ile de ulaşıyoruz. Fotoğraflarda gördüğüm yada öyle algıladığım
gibi göl kıyısında bir yer değil burası. Göle dört-beş km uzaktayız.
Başlangıçta görevli kıza işlemlerimizi yaptırıyoruz. Sonrasında önce kim uyandı
hatırlamıyorum ama şehir merkezindeki öğretmenevini aratıp yer durumunu
sorduruyoruz. Yer varmış. Tekrar bir minibüse atlayıp merkeze doğru yol
alıyoruz.
Araç bizi cadde üzerinde
İnci Kefali heykeline gelmeden, daha ötesine minibüslerin gitmesinin yasak
olduğu gerekçesi ile indiriyor. İnci Kefali sadece Van Gölü ‘nde yaşayan endemik bir tür. Zaten gölde de
sadece bu balık yaşamakta. Küçükken Karadeniz'de balık avı yasağı başladığında
balıkçılar takalarını bu göle taşırlardı. Şehre yıllık on milyon dolar gelir
getiren ekonomik bir kaynak. ( http://www.incikefali.net/index-tr.htm
)
Yürüyoruz. Adres
sorduğumuz çocuklar peşime takılıyorlar. “Bu bayrak inecek” diyerek bir kamu
binasına asılı bayrağımızı gösterip çarpacak kadar yakınımıza sokuluyorlar.
Çinlilere Çağlar ile benim aramızda ve bize yakın yürümelerini söylüyorum.
İngiliz ile karısı ile sırıta sırata başka bir dünyadaymış gibi geliyorlar
epeyce arkadan. İlerideki polis çocukların bizle olan hareketlerini görünce
başını çevirip birileri ile bayramlaşır gibi yapıyor. Demek ki burada işler
böyle yürüyor. Kendi başımızın çaresine bakacağız. Çakımı açıyorum. Çağlar
sakin olmamı istiyor. Bir müddet sonra güruh bizim tepkisizliğimizden sıkılmış
olacaklar ki bırakıyorlar peşimizi.
Merkez öğretmenevine sıkı bir yürüyüşle varıyoruz. Burada da
yer var. Anladığım kadarıyla tüm ülke Akdeniz sahiline aktığı için diğer her
yer boş. Biz Çinlileri yerleştirip yardımcı olmaya çalışırken İngilizle karısı
yukarı çıkıp iniyorlar bile. Ekip olmaktan, yanındakilere saygı göstermekten
bihaber görünüyorlar. İşimizi bitirip odamıza çıkıyor ve eşyalarımızı bırakıp
soluklanıyoruz. Fena bir yer değil.
Yola çıkıyoruz. Çinliler para bozduracak biz ise İstanbul ‘a
otobüs bulmaya çalışacağız. Sonrasında da yemek işini halledeceğiz. Şehrin ana
caddesine iniyoruz. Demin geldiğimiz yere benzemeyen güzel bir cadde ama ciddi
alt yapı sorunları var. Buradaki belediyenin halka hizmet anlayışı sanırım
başka dillerde yaftalar asmaktan öte değil. Bu da samimiyetlerinin göstergesi
olmalı. Hiçbir insanın yaşadığı şehrin değil ana caddesinde hiçbir sokağında
lağıma basmadan yürüyebiliyor olması gerekiyor benim mantığıma göre.
İstanbul araçları için pek iç açıçı cevap alamıyorum.
Gerekirse şehir şehir aktarmalarla zıplaya zıplaya döneceğiz. Neyseki şansımıza
planımdan öndeyiz. Ana cadde olmasına rağmen çoğu dükkan kapalı. Zaten
öğretmenevinde de, sorduğumuz bilumum yerde de bayramın ilk günü açık yer bulma
imkanımızın pek olmadığını söylemişlerdi. Yemek yiyecek bir yer ararken İngiliz ve karısına
denk geliyoruz. “Araçla mı geldiniz?” diye soruyorlar ilk olarak. Çok çabuk
gelmişiz onlara göre, bize göreyse bunca zaman yiyecek işini halledememeleri
muamma. LP ‘nin de önerdiği bir yerde akşam yemeği yiyoruz. Servis kötü,
yemekler söylendiği kadar kaliteli değil ama neşeli ve güzel bir akşam
geçiriyoruz.
0 Yorumlar
Yorumlarınız