Günün nasıl doğacağını tahmin ediyordum yattığımda. İçimden
bir ses belki de kendimi çok şartladığım için gün doğarken kalktım. Güneş gölün
karşı kıyısından pembeler ve turuncular arasından doğuyor. Fotoğraf çekmiyorum.
Eşimin defalarca dediği gibi fotoğraf çekerken çoğu zaman olayın bütününü
kaçırıyorum. Bu kez sadece gün doğumunu yattığım yerden seyrettim ve sonra
koydum kafamı tekrar yastığa.
Sabah bu kez kesin olarak kalkıp öğretmenevinin zayıf
kahvaltısına iniyoruz. Üstün körü bir şeyler atıştırıp İstanbul otobüsü için
yazıhaneleri dolaşacağız.
Öyle de yapıyoruz ama araçlarda yer yok. Sadece tek bir
araçta tekbir kişilik yer yok. Kös kös Ahlat minibüslerinin olduğu yere
dönüyoruz. Bildiğimiz kadarıyla araçlar yarım saatte bir kalkmakta. Son
minibüste beş on dakika önce kalkmıştı. Minibüsçüye geleceğimi söyleyip ve
geride Çağlar ‘ı bırakıp yazıhaneye döndüm.
Yazıhanedeki adama telefonumu bıraktım. Eğer bir kişilik yer
daha bulursa beni aramasını istedim. Bir başkası bana gelip beni beklerken
diğerini satamazsa ve yer açılmazsa zarara gireceğini söyledi. Üstelemedim ve
kendimi bile şaşırtan bir sakinlikle “Yer açılırsa ben ikisini de alacağım ama
yer açılmazsa kim gelirse satarsın dayı. Helal olsun, yolu açık olsun” dedim ve adamın cevabını bekledim. Gülümsedi
ve yazıhanede masadaki adama baktı. Masadaki, telefonumu alıp “abi, bulacağım
sana bir yer, sen merak etme ” diye seslendi arkamdan.
Yazıhaneden tam çıkmıştım ki baktım telefonuma Çağlar arıyor
beni. Araç kalkıyormuş. Batıya yaklaştığımız belli. Geciktim diye surat asanlar
var ama haklılar aslında. Ben de geciken birine denk gelsem bunla bırakmazdım.
Yol oldukça düzgün. Henüz yola çıkmışken yazıhaneden
beklediğim telefon geliyor. İkinci boş yer de bulunmuş. Şans bir kez daha yanımızda
her ne kadar biraz nazlanarak gelse de yanımıza. Kırk dakika kadar süren bir
yolculuğun ardından Ahlat Müzesinin önünde iniyoruz. Burası da ücretsiz
gezilmekte.
Önce kapı girişine sırt çantamı bırakıyorum ve müzeyi
geziyoruz. Taş sandukalar, ziynet eşyaları, Selçuklu yada İlhanlı devrinden
kalma, sırlı, üzerinde çekik gözlü insan yüzlerinin olduğu seramik parçaları ve
mezar taşları sergilenmekte. Bahçesinde de mezar taşlarının yanı sıra küpler ve
Sümer yada Hitit tarzı sunak taşları yer almakta.
Buradan çıkıp nihayet Selçuklu Mezarlığı'na giriyoruz. (Kimi
mezar yazıtları ve bilgi için http://www.ahlat.gov.tr/default.asp?id=69
)
Nereden başlasam, nasıl anlatsam. Mazhar Alanson da böyle
başlıyordu şarkısında ama sonunu getirebilmişti. Boy boy, yüzlerce belki de
sayıları ancak binlerle ifade edilecek kadar çok üzeri birbirine benzeyen ama
yakından bakınca farkları, detayları olan kimi dik, kimi yatık, kimi devrik ve
parçalanmış mezar taşları.
Kimisinin ayak hizalarında da yüksek taşlar var. Taşların
genellikle ön yüzlerinde yazılar olduğu gibi yan yüzeylerinde de yazılar var.
Kimi taşların arkasında ise işaretler var. Belki tamga belki başka bir iz belki
de alalade süslemeler.
Sapsarı otların
arasından çıkan kahverengi gövdeli mezar taşları. Öyle sadece taştan ibaret
değil mezar alanı. Toprak altında mezarlar için odamsı bölmeler de mevcut.
Buradan mezarlığın hemen dışında kalan Emir Bayındır Kümbeti
‘ne gidiyoruz. Emir Bayındır Akkoyunlu hükümdarlarından biri. Öldüğünde bu
kümbet eşi tarafından inşa ettirilmiş. Büyük bir kümbet ama alıştığımız gibi
kenarlıklı değil de koni bir kubbeye sahip ve kubbe direk duvarlar tarafından
değil de ince sütunlar tarafından sırtlanmış. Değişik geldi gözümüze. Kümbete
neredeyse bitişik duran cami demek iddialı olacaktır bir de mescit var.
Uzaklarda yanında mezarlarla beraber bir kümbet daha var. Bu
klasik stilde. Yanında merdivenle çıkılan bir kümbet gövdesi var ama yarım
bırakılmış gibi görünüyor. Bunlar ancak uzaktan fotoğraf makinamın zumunun son
raddesine dek zorlanmasıyla görülebilenler.
Fakat buraya giden yolun sağında küçük tepedeki yamaçta şu
an kimsenin yaşamadığı bir kaya evleri kompleksi var. Zaten bu kaya evlere
bakan karşı yamaçta da türlü türlü yıkıntı halde binalar var. Kaya mezarları
bir kaç sene önce boşaltılmış ama bu kısım neden böyle harabe bilinmez.
Bayırı tırmanıyoruz tekrar. Çağlar gençliğinin de etkisi ile
pire gibi tırmanıyor bayırı bense inat çarpanının verdiği ivme ile çıkıyorum
yukarıya. Burada müzede sergilenenler gibi seramik parçaları buluyor Çağlar.
Sırlı, tabak parçası gibi bir şey. Çağlar hatıra olarak bunu yanında götürmek
yerine müzeye teslim etmeyi düşünüyor. Bir parça daha buluyoruz. Demek biraz
daha dolaşsak bir tabak yada sürahi yapacak kadar parça bulacağız.
Tekrar mezarlığa giriyoruz. Kapıya kadar yürümek yerine
duvardan atlıyoruz. Emir Bayındır Kümbeti ‘nin etrafında gördüğümüz Alman
turist kafilesi de mezarlık alanı gezmekte. Mezarlığın içerisinde birileri dozerle
bir yol açmış. Çağların da dediği gibi bu yol kim bilir kaç tarihi mezarı yok
etti. Zaten tam anlamıyla yok edilemeyen mezarlar yıkık yada parçalanmış
halleriyle yol kenarında sıralanmış. Mezarların içi boş.
Bir başka ilginçlik ise bu civarda çok sayıda kaplumbağa
var. Ama bir o kadar da kaplumbağa kabukları kırılmak suretiyle öldürülmüş.
Nasıl bir manyaklıktır bu anlamak güç.
Yine sarı otların arasına dalıyoruz. Ben kene meselesini
kafama takmış durumdayım. Bu kısımlarda değişik olarak taş sandukalar da var.
İçinden ağaç çıkan ve çıkarken mezarı da yıkan kabri buluyoruz. Bu kısmı Çağlar
hatırlatmıştı.
Çıkıyoruz. Çıkarken kafamda bizim mezar taşlarının Ermeni
haçkarlarından çok daha iyi bir işçiliğe sahip olduğu takılıyor. Bu kültür, bu
işçilik ne zaman kayboldu? Bir ilginç nota ise Unesco ‘nun burayı da kültür
mirası listesine eklememiş olması. Gezegendeki uyduruk pek çok yeri ve yapıyı,
İtalya'daki pek çok köyün meydanı ve kıçı kırık kiliseyi listeye tepeleme
dolduran zihniyetin Efes ‘i, Sümela ‘yı ve burayı listeye eklememesi garip ve
düşündürücü.
Çantamı almak için müzeye dönüyorum. Hem bulduğumuz
parçaları da müzeye teslim edeceğiz. Adam ilk olarak “bu parçaları mezarlardan
mı çıkardınız?” diye soruyor. Demek ki ölüler böyle eşyalar ile gömülmüş. Mezar
soysak müzeye mi teslim ederiz. Adama çıkışıyorum ama üstüne almaksızın
bunlardan bir oda dolusu olduğunu söylüyor bize. Doğru olanı yapalım derken
neredeyse başımız derde giriyordu.
Bahçede dururken müzeyi gezmekte olan Alman turistlerden bir
bayan ile konuşuyoruz. Muhtemelen bedenen altmışlı yaşlarını geçeli çok olmuş
ama ruh ve enerji olarak yirmilerinin başında. Ayaküstü laf lafı açıyor. “Çok
güzel buralar ama hiç Türk turist yok” diyor. Ne diyebilirim ki. Halkımız
özellikle okumuşu cahildir diyemiyorum ki. Kadın ekliyor. "Bu ülkede çok mutlu
olmalısınız. Her şeyin olumlu olarak “çok”u sizde" diyor. “Güneş çok, ucuzluk
çok. Ama güneş epeyce çok”
Sahile doğru
ilerliyoruz. Usta Şakird Kümbeti de denilen Ulu Kümbet ‘e gidiyoruz son olarak.
Ahlat ‘a gidebilmek mümkün değil. Müze ile Ahlat arası yaklaşık üç km. Ülkenin
en büyük kümbeti bu. Konik kubbesi süslü ve muhtemelen farklı bir renkte. Abisi
rehberlik yapan küçük bir köylü kız öğrendiklerini daha doğrusu
ezberlediklerini makinalı tüfek hızıyla anlatıyor.
Minibüs beklemek için tekrar müzenin önüne dönüyoruz. Güneş
tepede. Otobüs saat 3’te. Daha vaktimiz var ama geçen bir araç yok. İstanbula
kadar giden bir araç bulup ona yetişememek büyük felaket olacak.
Ahlat ‘a doğru yürüyoruz. Ben yolun bir tarafındayım
Çağlarsa karşıdan yürümekte. Benim taraftan gelirse Tatvan ‘a geçeceğiz ama
Ahlat minibüsü gelirse kasabaya gidip ilk duraktan araca bineceğiz. Bu arada
otostopta yapıyoruz. Bir araç duruyor ama özür dileyerek o yöne gitmediğini
söylüyor. Duran bir tanesi ise Çağlar ‘ı da görünce gazlıyor. Ne zamandır böyle
küfür etmemiştim. İleriden bir minibüs geliyor üstünkörü el kaldırıyorum.
Durmuyor. Az biraz yürüyoruz ki nedensiz bir şekilde geriye baktığımda aracın
durduğunu görüyorum. Koşuyoruz. Meğer adam Tatvan minibüsünün şoförü imiş.
İlerideki bir yakıt istasyonunda inip gelen minibüse biniyoruz. Ana baba günü.
Muhtemelen şoföre denk gelmesek bize durmazlardı. Taburelerde oturarak yolculuk
ediyor insanlarla konuşuyoruz. Neşeli, eğlenceli bir yolculuk ile Tatvan ‘a
ulaşıyoruz.
İlk iş koşa koşa yazıhaneden biletleri almak oluyor. (90 TL
adambaşı) . Bir servis bizi terminale götürüyor. Terminalde ana baba günü.
Metro ‘dan bize araç olmadığı söylenmişti Van'da sorduğumda. Otobüsün
bagajlarında yok yok. Kapı açık olduğunda gelen koku tarif edilemez.
Yolculukta öyle. Yirmi beş saati aşan bu yolculukta insanlar
koridorların arasındaki boşluklarda yattı. Çoluk çocuk sanki hiç bitmeyecekmiş
gibi gelen yolculuğa katlandı. İstanbul
bazen hiç ulaşılmayacak kadar uzak gibi geldi. Ama sonunda İstanbul ‘a ulaşmayı
başardık.
Üzerinde anlatılacak, yazılacak, konuşulacak çok şey var.
İlginç insanlarla tanıştık. Şansımız her zaman yaver gitti. Ama özetle şunu
öğrendik ki gidilmeyecek kadar uzak yerler değilmiş bu yerler.
0 Yorumlar
Yorumlarınız