Kimi yerlerde epey yüksek yerlere çıkıyoruz sanırım.
Otobüsümüzün ve kimi zaman karşıdan gelen araçların aydınlattığı yolda yerden
kalkan sis bulutları bende bu fikri uyandırıyor. İlk mola yeri Erzincan
Refahiye'de. Burada iniyoruz. İnsanı ısıran bir hava var. Bizim gibi bekleşen
çok sayıda otobüsten biri İstanbul'dan ta Nahcivan ‘a dek gidecek olan bir
otobüs. Tiplere bakıyorum. Tek bir genç kız iniyor.
Tesisin içine giriyoruz. Çağlar ısınmak için çay istiyor.
Adam Çağlar ‘a belki de kendince çok olağan bir soruyu soruyor. “İçmek için mi
istiyorsun?”
Birbirimize bakıyoruz. Çay ile başka ne yapılabilir.
Aklımızı zorluyoruz ama mantıklı hiçbir sonuca ulaşamıyoruz. Kendimi fazla
zorlamış olmalıyım ki tuvalete gitme ihtiyacı hissediyorum. Su içinde bir yer.
Paçalarımı ıslanmamaları için katlıyorum. (Erzurum'da dönüşe doğru fark ediyorum
paçalarımı bu şekilde katladığımı)
Erzincan garında aracın içi epeyce boşalıyor. Ön koltuğa
geçip arada uyuklayabildiğim kadar yatmak için yayılıyorum. Gün doğana dek
epeyce gün toplamış oluyorum. Camdan gayet kıraç olan coğrafyayı gün doğumu
sırasında seyrediyorum Erzurum terminaline gelene dek.
Garda iniyoruz. Saat daha 7:20 . Terminalde ki derece 12 ‘yi
gösteriyor. Şehrin etrafını çeviren ağaçsız, çıplak tepelerden rüzgar gelmediği
sürece bir problem yok ama geldimiydi insanı titretiyor. Kars ‘a gidecek aracı
ayarlayıp şehir merkezine doğru yola koyuluyoruz.
Şehre ulaşmak için terminalden dümdüz ilerlediğinizde yolun
ortasındaki heykelin oradan sola dönmeniz gerekmekte. Sağ taraflarda, uzakta sanırım
kış olimpiyatları için yapılan atlama
rampası görünmekte. Sola dönüp ilerliyoruz. Önce karşımıza bir havuz çıkıyor ve
onu da geçiyoruz. Şu an şehrin ana caddesi olan Cumhuriyet Caddesi'nin
üzerindeyiz.
Sabahın bu saatinde kimseler yok. Dükkanlarda henüz kapalı
olduğu için kahvaltımızı erteliyoruz alışıldığı gibi. Önce Yakutiye Medresesi
bizi karşılıyor. Üzeri desenli harika bir minaresi var. Taç kapısı da bir o
kadar güzel ama giriş kapısının orijinali kim bilir nerede olduğundan şimdi
yerine konan kapı aşırı sırıtıyor. Koni şeklinde bir kubbesi var. İlhanlılar
döneminden , 1310 ‘lardan kalma bir yapı. Kapalı olduğundan içine giremedik.
Medresenin yanındaki standların arasından yürümeye devam
ettiğimizde bu kez başka bir Osmanlı dönemi yapısı olan Lala Mustafa Paşa Camii ‘ni
görüyoruz. Ardından biraz ötede oldukça hasar alıp yıkılmaya yüz tutmuş
Cimcime Hatun Kümbeti ‘ni geçiyoruz. Yolun sağında şehrin Ulu Camii görülmekte.
Bu da Yakutiye Medresesi gibi kesme taştan yapılmış ama gördüğüm kadarıyla pek
özgün bir şey kalmamış. 1179 ‘da Saltuklular inşa etmiş. Tek minareli çok
girişli bir yapı. Kapalı olduğundan buna da giremedik.
Ulu Cami ‘nin hemen yanında şehrin simgesi olan Çifte
Minareli Medrese var. Burası da restore edildiği için kapalı ve etrafı sunta
bariyerlerle çevrilmiş. Taç kapının her iki yanından da yükselen, işlemeli
gövdeli iki minaresiyle tipik Orta Asya izlerini taşımakta. Elbetteki milli
rengimiz turkuaz kendini göstermekte. Kimin yaptırdığı ortada kitabesi olmadığı
için tam olarak bilinmese de tahminler mevcut. Alaaddin Keykubad ‘ın ın kızı
yapmış olabilir denmekte.
İçeri giremiyorsakta etrafını turluyoruz. Suntaların
gerisinde kaldığı için anlatılan süslemelerin çok azını görebiliyoruz. Medresenin
arkasında medreseye bitişik bir kümbet var. Kümbetin silindirik dış yüzeyi bir
süsleme ile kenar gibi bir şekle sokulmuş. Sanırım bir düzine kenar var gibi
görünüyor. Kümbetin içi çok ilginçmiş okuduklarıma göre. Dışarıdan koni
şeklinde olan medresenin üstü içeriden kubbe şeklinde imiş ve iç mekan mermer
kaplıymış. Bununla beraber kümbetin de etrafında bazı yıkıntılar göze çarpıyor.
Muhtemelen burada bir başka yapı daha belki de hamam gibi bir eklenti vardı.
Buradan iç mahallelere
doğru ilerliyoruz. Fakir görünümlü evlerden çıkan insanlar bizi epey yabacı
görüyorlar. Çevredeki çoğu bina son zamanlarda yıkılmış olmalı. Burada “üç
kümbetler” var. Müze kart ile gezilebilen bu mekanda saat 9 ‘da açılıyor.
Birbirine yakın üç tane büyük kümbet burada bir arada bulunuyor. Bunlardan
birinin Saltukluların kurucusu Emir Saltuk ‘a ait olabileceği sanılmakta. İçeri
giremediğimizden etraftaki parmaklıklara tırmanıp çekebildiğimiz kadar fotoğraf
çekiyoruz. Kümbetlerden ikisi konik kubbeli ve bunların gövdeleri de tıpkı
Çifte Minareli Medrese'ye bitişik olan kümbeti andırıyor. Öte yandan hafif
bombeli kubbeye sahip kümbet hem daha zarif hem de gerçekten sekiz köşeye
sahip.
Buradan kaleye doğru yönelirken bir tur otobüsünün de öteki
yoldan döndüğünü görüyoruz. Şaşırtıcı iki durum var burada. İlki aslında sevindirici
de. Bir tur firması buralara gelmiş. Ama biz Üç Kümbetler'den ayrılırken turdan
kimseyi görmemiştik. Turdakiler her nasıl yaptılarsa biz dönerken hem gitmiş
hem gezmiş hem de dönmüşlerdi.
Kalenin içine doğru ilerlemeden önce etrafında bir tur atıyoruz.
5. yüzyılda Theodossius yaptırmış kaleyi. Kalenin arkasından şehrin tüm çarpık
yerleşimini görmek mümkün. Sonrasında kaleye giriyoruz. Burası da müze kartı
olmayanlar için ücretli. Kalenin ortasında cami olarak kullanılan kümbet
şeklinde kubbeli bir yapı mevcut. Tam köşede ise saat kulesi olarakta istifade
edilen bir kule var. Muhtemelen zamanında bir minareydi. Buraya çıkılabiliyor
ve buradan şehri güzelce görebiliyorsunuz. Kalede şu an kazılarda yapılmakta ve
bu kazılarda minareden görülebilmekte.
İniyoruz kahvaltıyı yaptıktan sonra müzeyi ve gidebilirsek
tabyaları gezeceğiz planımıza göre. Cadde üzerinde “Geleneksel 1.Ramazan
Şenlikleri “ yazısının durup fotoğrafını çekiyorum. İlk kez yapılan bir şey
nasıl geleneksel olabiliyor daha ilk seferinde halen çözebilmiş değilim. Neyse,
ilk uğradığımız yer servis açmadıklarını söylüyor. Bunun bizim için problem
olmadığını masamızı kendimizin silebileceğimizi söylüyorum ama yalvarırcasına
bir tavırla patronunun görürse ceza vereceğini söylediğinde uzatmıyorum. Nasıl
olsa biraz daha geride güzel görünümlü bir pastane takılmıştı gözüme.
Oraya gidiyoruz. Orada da durum farklı değil. Servis
açmıyorlar. Ama yiyeceklerimizi alıp gidebiliyormuşuz. Nedenini sorunca görevli bayan bana, Ramazanı
burada bu şekilde yaşadıklarını, bunu bilmemiz gerektiğini söyledi. Ben de
elimden geldiğince nazik bir şekilde “Allah yaşanacak nice Ramazana kavuştursun
da, sokakta yemesini ben de biliyorum. Orada beni yerken gören herkesin canı
çekmeyecek mi?” dediğim de cevap vermiyor. Artık uzatmanın faydasız hatta
zararlı olabileceğini benden önce kavramış olan arkadaşım beni uyarıp dışarı
çıkıyor. Kalmanın anlamı yok. İlk otobüsle Kars ‘a geçmek için terminali
arıyorum. Neyse ki yarım saat içinde bir araç var ve çarşıdan heykele kadar minibüsle
gidip oradan da yürüyerek gara ulaşıyoruz.
Çağlar yolda gördüğümüz Çinli çiftin de aç kalacağını
söyleyince Çinlilerin geniş bir yemek spektrumu olduğunu ve açlıklarını
rahatlıkla doğadan temin edebilecekleri şeylerle dindirebilecekleri söylüyorum.
Araç ilk başta pek dolu değilse de yolda dolmaya başlıyor. Çoğu
tarlada ayçiçeği ekili ve bu bizi şaşırtıyor epeyce. Arada bir çift iki çocuğu
ile binerek aracı dolduruyor. Bayram tatili nedeniyle kimi Bursa'dan kimi
Denizli'den yollara düşüp gelmişler. Çocuklar iki yaşından ufak ve ikizler. Biri
ağlamaya başladı mı diğeri de onu takip ediyor. Yolun sağında Malabadi
Köprüsü'nü andıran tarihi bir köprüyü geçiyoruz ama ben hazırlıksızım. (Çobandede
Köprüsü olduğunu İstanbul ‘a döndüğümde öğreniyorum.) Makinamı çantasından
çıkarana kadar köprü gerilerde kalmış oluyor. Zamanla yolun tekdüzeliğinden
olsa gerek uyuyup kalıyorum. Araç Horasan ‘da duraklıyor. Caddenin başından
sonuna sağlı sollu kıraathanelerle çevrili olduğu ve insanın kafasında şark
denildiğinde akla gelen görüntünün vücut bulmuş hali burada karşıma çıkıyor.
Sonra yine uyku.
Şehre yaklaşınca uyanık kalmayı başarabildiğim anlarda
konuştuğum ve beni içtenlikle yanıtlayan arkadaşa Ani ‘ye gidişi soruyorum.
Elinden geldiğince anlatmaya çalışıyor. Hatta köyüne de davet ediyor ama
gelmemizin mümkün olmadığını söylediğimizde yüzü asılıyor. Üzüntüsü ve hayal
kırıklığı yüzünden açıkça okunuyor adamın.
Sonunda Kars'tayız. Meşhur Edirne'den Kars ‘a lafının (Her ne
kadar artık Ardahan ‘a olmuşsa da) diğer bacağına da ulaştık. İlk izlenim
olarak ilginç karmakarışık bir yere geldiğimizi düşündük.
Ani ‘ye gidiş ilk aşama. Öncelikle çarşıdan eski terminale
yürüdük. Sırtta çanta kalabalık sokaklarda dolanmak pek hoş değil ama yapacak
bir şey de yok. Buraya vardığımızda sadece taksilerin gittiğini öğrendik ki bu
da 100 TL karşılığı oluyor. Bu kez köy minibüslerine yöneldik.
Köy minibüslerinin tek bir kalkış noktası yok. Pek çok
yerden minibüsler kalkmakta. Ani ‘nin yakınındaki köye giden minibüsleri bulana
dek epeyce bir turluyoruz. Burada artık
daha farklı bir kültüre geçiş yaptığımız anlaşılıyor. Ama problem yok. Sonunda
Ani ‘ye giden minibüsü buluyoruz. Aracın içi tıka basa dolu. Minibüsün üstünde
ise eşyalardan abartısız küçük bir piramit oluşmuş. Bu sadece bir piramit için
küçük yanlış anlamayın yoksa bir minibüs boyuna yakın eşya bağlanmış aracın
üzerine.
Araçlar Kars'tan Ani ‘ye
akşam gidiyor ve ertesi sabah dönüyorlar. Bense bu durumda bir evde Tanrı
misafiri olarak kalırız nasıl olsa Anadolu'da kimse kapısını adam gibi çalan
birini sokakta bırakmaz diye düşünmüştüm. Yanlış düşünmemişim ama ertesi gün
bayramın ilk günü olduğu için Kars ‘a araç yok. Dolayısıyla iki gün kalmak zor
. Belki zor değil ama zaman kaybı. Belki turistlere ait araçlar bulunabilir diyorlar
ama kesin değil. Köyün gençleri bizi götürüp getirebilir diyorlar yaşlılar.
Araya girip iki üç genç buluyorlar. Çocuklar 60 diyor bense yuvarlak 50 olsun
diyorum. Suriye de biz giderken arkamızdan koşup tamam derlerdi ama burada
kimse seslenmiyor arkamızdan. Kös kös dönüyoruz. Buraya kadar gelipte Ani ‘yi
görememek çok kötü olacak. Üstelik babam buraya gitmelisin diye bir nevi
vasiyet koşmuşken. İçimden dışarıya belli edipte Çağlarında moralini bozup
canını sıkmamak için saydırıyorum halime. Üç kuruşum daha olsaydı ‘dan başlayıp
daha iyi bir yerde çalışsaydım daha çok kazanırdım ‘a uzanan hayıflanmalar
bunlar.
Kalacak bir yer bulmalıyız. Sora sora öğretmen evini
buluyoruz. Adam başı 30 TL. Oldukça hoş karşılanıyoruz. Bizden önce kalan pek
temiz tutmamışsa da iyi bir odaya geçiyoruz.
Buradan çarşıya atıyoruz
kendimizi. Arife günü olmasının da etkisi vardır elbette ama sokaklar ana baba
günü. İnsanları yararak ilerliyoruz ancak. Arada Ruslardan kalma tek katlı
yapılar kendilerini belli ediyorlar. Sonunda cadde üzerinde salaşın salaşı bir
yerin üst katına çıkıp tavuk dürüm yiyoruz. Başta epey çekindim ama hayatım
boyunca yediğim en güzel dürüm buradaydı. Tavuk incecik kesilmiş sanki baklava
gibi. Oldukça beğendim.
Bu arada diğer kötü bir durumda yarın bayramın ilk günü
olduğu için hiçbir yere araç yok. Ya çıkarsa diye dükkanlara girip girip çıkarken
rastlantı eseri Ani turları diye bir yazıya gözüm takılıyor. Sorduğumda 80 TL
diyor araç başı. Yüksek ama. Hoş Çağlar her kararıma uyacak gibi. Düşünmek
düşünürken de gezmek için yollara düşüyoruz gene. Cadde de Erzurum'da
karşılaştığımız Çinlilere denk geliyoruz.
Çağlar ‘a “konuşacağım bunlarla” diyorum. Maliyet yarıya
düşecek ve gidebileceğiz .” Tamam abi” yanıtını almamla Çinlinin yolunu kesmem
bir oluyor. Hızlıca bir tanışma faslının ardından Ani ‘ye yarın gideceklerini
söylüyor bize. Bayram nedeniyle araç olmadığını söylüyorum. Panik halinde
birbirlerine bakıyorlar. Sonunda onları da ikna ediyorum.
Yazıhaneye dönüyorum. Adam kısa sürede bize araç
ayarlatıyor. 50 km gidiş iki saati aşan bir süre bekleyiş ve aynı yolun dönüşü
araç başı 100 TL. Gerek Çinlilerle gerekse şoförle konuştuğumuz için zaman
hızla akıyor. Çinliler evliymişler. Çocuk Uygur bölgesinden dolayısıyla bizim
kültürümüz yakın, kız ise ülkenin güneyindeki bir şehirden. Üniversiteyi
okudukları Belçika'dan 20 euroya yakaladıkları bir uçakla İstanbul'a gelmiş
oradan da Anadolu'ya dalmışlar kısaca söylemek gerekirse. Bizim yerli turistin
dahi gitmediği Çorum, Sivas, Erzurum ‘u dolaşmışlar. Sonrasında planları İran
‘a geçmek. Ama İran ‘a geçene dek rotamız aynı. Düzgün tipler oldukları anlaşılıyor.
Şoförse olmadık bir anda
ekstradan para kazanmanın sevinci içinde. Yarın sabahtan bir ihtimal Iğdır ‘a
gidecek bir otobüsten bahsedildiğini istersek bize yer ayırtabileceğini
söylüyor. Talihimiz gene tam zamanında lehimize döndü. Çinliler de bizle gelmek
isteyince yarına dört kişilik yeri de halletmiş olduk. Böylelikle bir gün
kazanmış olduk.
Ani ‘ye vardığımızda bizi önce şehrin yuvarlak burçları ve
süslemeli duvarları ile surlar karşılıyor. Ermeniler için önemli bir merkez
burası. Bildiğim kadarıyla dini açıdan Eşmiyadin ‘den sonraki en önemli merkez
burası. Ayrıca burası çok önemli bir Ermeni krallığı olan Bagratlılara da
başkentlik yapmış.
Neyse bizim tarihimiz
burada Alparslan ‘ın şehri 1064 yılında alması ile başlıyor. Giriş kapısının yanındaki duvarlardan birinin
üzerinde aslan rölyefi yerleştirtmiş kendi adına. Giriş kapısı şimdilerde ise
metal desteklerle güçlendirilmiş.
İçeri giriyoruz. Sürpriz. İçerisi uçsuz bucaksız bir alan
ama az da olsa sağlam yapı sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Ne şekilde
gezeceğimize dair elimde sadece telefona yüklediğim LP pdf ‘leri var. (Siz siz
olun
http://www.virtualani.org/citymap-turkish.htm
bunu kullanın yada bunu
http://www.karskentrehberi.com/ani_antik_kenti.asp
) Haritanın küçük olmasını geçtim telefondaki görüntünün elimin her
titreyişinde bir yatay bir dikey olması beni çileden çıkarıyor. Patikayı
izleriz derken sabah Erzurum'da gördüğüm yolcuların burada bizden biraz ötede
gezdiklerini fark ediyorum. Böylelikle rehber de bulmuş oluyoruz.
Girişe göre solda 11 yada 12. yüzyılda yapıldığı tahmin
edilen küçük hamamın kalıntılarının civarında kafileyi yakalıyoruz. O kadar çok
yıkıntı var ki. Yıkıntılara bakıldığında taşlardaki zarif işçiliği ve Ermeni
alfabesiyle yazılı levhaları görüyorsunuz.
İlk gezilen yer dik bir yara çıkıntı yapan noktadaki Boyalı
Kilise. Orijinal ismi Tigran Honents.1215 ‘te yaptırılmış. Bu tarih şehrin
yönetiminin Ermenilerde değil de Gürcülerde olduğu dönem oluyor. Hemen
aşağısında Ermenistan ile aramızda sınır teşkil eden Arpaçay yer almakta.
Dolayısıyla karşı taraf artık Ermenistan. Ermenistan tarafında sadece taş
ocakları ve boş araziler yer almakta.
Yapının dış cephesinde
pek çok hayvan şeklinde işleme var. Bunların İlhanlılar tarafından eklendiği
sanılmakta. İçine giriyoruz. İç tarafta Eski Ahit ‘e ait çok sayıda betimleme
kilise duvarlarına resmedilmiş. İsa ‘nın Mecdelli Meryem ile olan ilişkisi ve
yaşadığı toplumun tepkisine ait çizimler önemli bir yer tutmakta. Ayrıca
kilisenin inşa edildiği günden kalan fresklerde Ermenilere Hristiyanlığı
öğreten Krikor Lusaroviç ‘in hayatı da yer almakta.
Bir sonraki durak şehrin
katedrali ve Anadolu'nun ilk Türk camii. Alparslan şehri aldığında katedrali
camiye çeviriyor. İlk iş olarak kilisenin tepesindeki haçı indirtip ilk hilal
alemi yerleştirilmiş. Günümüzde o kubbeden iz yoksa da yapının duvarları halen
sağlam. Duvarlarda halen Ermenice yazıların yanı sıra süslemeler mevcut.
Baktığımızda aslında yapının göründüğü gibi kesme taş değil de moloz taştan
inşa edildiğini daha sonra dış yüzeye plakaların yapıştırıldığını fark ettik. Güzel,
heybetli bir yapı. Burada grubun rehberine gidip kendi grubuna katılmak için
izin istiyorum. Olumlu bir tip. Sorularıma sıkılmaksızın oldukça tafsilatlı
cevaplar veriyor. Hatta turumuzun diğer duraklarında bakmam gereken detayları
bile kısaca listeliyor.
İleride buna benzer bir yapı daha var. Bu kısımda Türk toprağı
ama askeri bölgede. Sadece görebiliyoruz.
Burada ilk Türk yapımı cami olan Manuçehr Camisi karşımıza
çıkıyor. İsmini yörenin yönetimini AlpArslan ‘dan alan Selçuklu emirinden
almakta. İç yapısı oldukça değişik. Kalın tonozların taşıdığı Helen sağlam görünüşlü
bir yapı. Alt katında ise türbe kısmı var. Minare ise Harran'daki gibi Ortadoğu
izleri taşıyan yanılmıyorsam sekizgen gövdeli bir kule. Keşke çıkabilseydim dediğimde
görevli bana “Bu kalabalık olmasaydı çıkarırdım oraya ” diyor. “Buna şükür”
diyorum teşekkür etmeden hemen önce. Gerçekten şükretmem gerek. Hiç
gelemeyebilirdik. Burada tur dönüş yoluna koyuluyor ama bizim şehri gezmememiz
için bir sebep yok. Devam ediyoruz.
Çinlilerle beraber fotoğraf çektirmeden önce yardan aşağı
biraz iniyorum. Nehrin bizim tarafımızda tel örgülerden bir set oluşturulmuş.
Beri tarafta herhangi bir şey yok. Nehrin üzerinde bir köprü yıkıntısı var. Çok
eskilerde ipek yolunun üzerinden geçtiği böylelikle şehre zenginlik taşıyan
köprü bu. Bizim kıyıda ilerilere dek irili ufaklı çok sayıda yapı kalıntısı
uzanmakta.
Çok ilerilerde üç tepe var. Sanırım Erivan tarafları olmalı.
Aşağılarda ise tepesi karlı yüksek bir dağ var. Biz Ağrı olduğunu sandık ama
sorduğumuzda şoförümüz değil dedi ama sanırım Ağrı Dağı olmalı. Yol boyunca
tepesi karlı tek dağ Ağrı idi.
Nehirle bağlantılı bir
kolu takip ederek şehri turluyoruz. Bu taraflarda görülebilecek sağlam bir yapı
yok. Ama derenin karşı kıyısındaki
yamacın üzerinde çok sayıda oyuk var. Belki kaya mezarı belki bir yaşam alanı.
O yamacın üzerinde ise çobanlar koyun otlatıyor. Bizi görüp bağırıyorlar.
Bizden mi Ermeni bunlar bilemiyorum. O kısım bizim mi ondan da haberim yok.
Sadece tel örgülerden karşısı Ermenistan diye düşünüyorum. Biraz daha kıyıya
gidince bizim tarafta da oyuklar görüyorum. Fakat ulaşabilmek mümkün
değil.
En son Gagik Kilisesi'nin merkezi haç planlı kalıntılarının
arasında dolanıyoruz. Çinliler gerçekten bilgililer ve anlayışlılar. Bu yörenin
kendi geldiği yere benzediğini söylüyor erkek olanı. “Orası da bizim diyorum.
Göçten sonra en benzeyen yere yerleşmiş olmalılar” diyorum. Faşizan bir cevap
gelmiyor misafirlerden. Bilakis geçmiş dönem Türk – Çin ilişkilerine dalıyoruz.
Geçmişi geçmişte kaldığını bilecek kadar tarafsızlıkla irdeliyorlar. Onlar da
pek çok soru soruyorlar. Bana en ilginç geleni ise Çinlilere neden Çinli
dediğimiz oldu. Soru “Çin'de o kadar çok hanedan geçtiği halde neden siz Çin
hanedanının adını kullanıyorsunuz bizim için (Çing de bir hanedan adı) ”idi.
Şaşırmadım çünkü Kazaklar da Çinliler için “Kıtay” kelimesini kullanıyorlardı.
Tam cevabı veremedim ama sadece duvarı yapan Çinglerdi. “Atalarımız Oradan
ayrılmadan önce Çingler vardı başta, ondan olabilir” diyebildim sadece.
Dönüş yolunda da sohbetimiz devam ediyor. Çinliler Kars
balının namını duymuş. Buna ben peyniri ekliyorum. Şoför bize alışveriş
yapabileceğimiz yerleri de gösteriyor Kars ‘a girdiğimizde. Kaz etini ise bu
mevsimde lezzetsiz olur diyerek önermiyor. Halbuki heves etmiştik Çağlarla.
Kaleye yetişiyoruz. LP ‘ye göre bir kapanış saati var ve
buna göre kapanmış olmalı. Biz iftar vaktini biraz geçe yetiştik. Top nasıl
atılıyor diye seyrederiz demiştik. Kale henüz kapanmamış. Bununla beraber kale
civarındaki yerleri sonraya atıyoruz. Zaten kaleye girmemizle birkaç ufak çocuk
çevremizi sarıp birazdan kapatacaklarını
söylüyorlar. Bende sadece silüet olarak kale duvarlarında oturan ve
sadece neşeli sesleri bana ulaşan gençleri gösterip onlar durduğu sürece
gezebileceğimizi düşündüğümü söyleyince çocuklarda gençlerden oluşan kalabalığı
haşlıyorlar.
Kale 1153 ‘te Saltukoğulları tarafından yaptırılmış.
Gerçekten iyi bir yeri var. Konum olarak Ankara kalesine benzetiyorum. 1386 ‘da
Timur şehri ve kaleyi kuşattığında ona epeyce zayiat verdirmiş şehrin halkı.
Şehri alınca da Timur yakıp yıkmış tüm nefretiyle.
Gün henüz daha tam
anlamıyla bitmediği için şehri görebilme imkanımız oluyor. Anadolu ‘daki
isminin orijinali de Türkçe olan az sayıda yerleşimden biri. Bulgar
Türkleri'nden bir oymağın ismini taşımakta kent. Ama Kars, Rus savaşlarıyla özellikle
de üçüncü seferle duyulmuş dünyaca. 50,000 kişilik tam teçhizatlı Rus ordusu
şehri kuşatır. Şehir on iki bin kişilik ama hazırlıksız garnizonu ile direnmeye
çalışır. Karslılar da savaşır ve sivillerden de çok kayıplar olur ama Ruslar
geri çekilir. Kars'ta Osmanlılarla beraber savaşan bir Kanadalı bir subay
ülkesine döndüğünde zaten dünyanın takip etmeye çalıştığı savaşları anlatır.
Rivayete göre bu kahramanlığa ithafen küçük bir kasabanın ismi Kars olarak
değiştirilir.
Sonrasında yirmi yılı aşkın süre Ruslar şehri işgal eder. Bu
kez Gazi Muhtar Ahmet Paşa ismi çıkar karşımıza. Güçlü ve kalabalık Rus
ordusunu dört kez yener. Ruslar insan ve mühimmat takviyesi alırlar daima. Türk
ordusu ise sadece dua. Sonunda Türk ordusu Erzurum ‘a çekilir ve Ruslar geri
gelir. Kars ve çevresindeki köylerdeki 40,000 Türk katledilir ilk etapta. Suç
bellidir. “Türk ordusu Kars ‘a girdiğinde sevinmek”
Sonrasında Kars ancak 1920 ‘de geri alındı. Ama bu fethin
çok büyük bir anlamı vardı. Ankara hükümetinin geri aldığı ilk toprak,
kazandığı ilk zaferdi.
Kaledeki köpekleri ürkütmemeye ve karanlıkta başımızı derde
sokacak bir kazaya neden olmamaya özen göstererek kalenin en yüksek burcuna
kadar çıkıyoruz. Bir sonraki burca giden kapı kilitli.
İnişe geçiyoruz. Bagratilerden
kalma cami yada eski adıyla Kars
katedrali kapalı. Defalarca bir kilise bir cami olmuş yapı. Yarın bayram olduğu
için teravih olmayacak. Bu nedenle herkes evinde sanırım. Şöyle bir bakıp
aşağıya iniyoruz. Karanlık nedeniyle meşhur süslemelerini göremiyoruz.
Buradaki cami şehrin Ulu camii. 1643 yapımı. Gördüğüm en
yeni ulu cami. Cemaatle söyleşiyoruz. Eşimin dedesine tıpatıp benzeyen bir
adama denk geliyorum. Gümülcine nere Kars nere? İzin isteyip caminin içine
girmeye çalışıyoruz. Gayet olumlu karşılanıyor isteğimiz. Yalnız Çinli kız
duruyor ve başını kapatıyor. Cemaatten durumdan memnun olduklarını belli eden
sesler yükseliyor. İçeri girip dolanıyoruz. Pekte farklı bir şey yok.
Şehrin girişindeki Ruslardan kaldığı belli olan ve Namık
Kemal ‘in ilk şiirini yazdığı eve bakıyoruz. Yakınlarda hamam ve bir de taş
köprü var.
Sonrasında şehir merkezine gitmek için yolları aşındırırken
ilk peynirciye dalıyoruz. Burada şansımıza bal da satılmakta. Zamanın nasıl
geçtiğinin farkına varmaksızın uzun süre burada takılıyoruz. Epeyce peynir ve
bal tattıktan sonra hepimiz alışveriş yapıyoruz. Adamlar bir miktar peyniri de
kahvaltıda yememiz için ücretsiz olarak yanımıza veriyorlar.
Buradan dükkan sahiplerinin önerdiği lokantaya gidiyoruz.
Burada şuursuzca atıştırıp çok makul bir ücret ödedikten sonra bizimle beraber
kader birliği eden Çinli çifti de öğretmen evine sokuyoruz.
Bize durmak haram. Tekrar çıkıyoruz yollara. Sokak sokak
şehri dolanıyoruz. Tek katlı yada çok katlı, Rusların Baltık mimarisi denilen
ve kırk yıllık işgal döneminden kalma yapılara bakıyoruz. Bize ait eski bir
yapı ise günümüzde müze olan Gazi Muhtar Ahmet Paşa ‘ya ait mütevazı konak.
Sokaklarda geziyor, insanlarla konuşuyoruz. Manavdan gelen kavun kokusu
unutulmazlar arasında.
0 Yorumlar
Yorumlarınız