Sabah erkenden uyandık. Az uyumuş olsamda kendimi dinç hissediyorum. Dışarı çıkıp kahvaltı yapmak istiyoruz ama sokak kapısının üzerinde bir asma kilit var. Görevli kimse yok. Ayak işlerine bakan çocuklardan biri sofadaki koltuğun üzerinde yatıyor. Dürttüm, uyandırdım. İki anahtar verdi. Bunlarda açmadı. Başka bir anahtar daha çıkarttı . Bu işe yaradı.
Dışarı çıktık. Güneşli bir gün. Kapıdan çıkar çıkmaz
taksiciler yakamıza yapıştı. Halep civarındaki Serjilla, St. Simeon (Qalaat samaan)
gibi yerleri getirip götürmeyi teklif ediyorlar. Ama ne başkalarının gezi
notlarındaki fiyatlar nede gezi rehberlerinde belirtilen ücretler adamların
dediklerinin yanından bile geçmiyor.
Günlerden Pazar ve sabah daha 7 ‘yi yeni geçmiş. Polisler bile köşelerine daha yeni yeni akşamdan kalmış suratlarla isteksizce gidiyorlar. Kahvaltı için bir yer bulamadık. Halbuki dün bir kaç yer gözümüze takılmıştı. Buna karşın şehri boş görmek daha da ilgi çekici oluyor.
Kale tam dokuzda açılıyor. Daha on beş dakika var. Uğur görevliyi öğrenci olduğuna ikna edip 10 SP ‘ye kaleye girecek girmesine de adamda bir türlü bozuk para çıkmıyor. Paramızı bozdurmak için dükkanları dolaşıyoruz. Esnaf dünyanın her yerinde esnaf. Para bozan yok. Ben elli ver bari diyorum ama Uğur oralı değil. 40 SP yaklaşık 1 TL ‘nin biraz üzerinde bir meblağa denk düşüyor. Neyse ki görevli adam bu kez parayı bozuyor ve biz zaman kaybetmekten kurtuluyoruz.
Kaleyi bizimle beraber bir İspanyol grup daha gezmekte.
Girişi açıp koridorlara girdiğimizde ilk önce sağda bir sanduka çıkıyor
karşımıza. Rehbere soruyorum. Aziz George’ un mezarı diyor. İspanyollardan
uğultulu bir ses geliyor. Uzun koridorlar nihayet bitiyor ve kalenin içine
giriyoruz.
Kale devasa kütlesi kadar ele geçirilmesinin güçlüğü ile de tanınıyor. Suriyeliler her ne kadar hiç ele geçirilmedi deselerde Timur 1400 ‘de burayada misafir olup şehri yağmalarken kaleyi de bir yokluyor. Aslında tepe binlerce yıl önce tapınak olarak kullanılmış. Ama sonrasında önce Araplar daha sonrada her kim Halep ‘e sahip olduysa onlar tarafından askeri garnizonların yerleştirildiği bir kale haline getirilmiş.
Eskiden ne vardı bilinmez ama günümüzde açık hava tiyatrosu
yapılmış burada. Biraz ötesinde kalede
çıkarılan sütun başlıkları sıralanmış. Müze kapısı kapalı. Gençler, yerlilerden
gezeni pek olmadığından buraya gelip buluşuyor yada piyasa yapıyor. Genç
kızların bakımlı hallerinden pekte müze gezmeye gelmedikleri anlaşılıyor. Erkekler
için pek bir şey diyemeyeceğim. İnsan gömleğinin eteğini pantolonunun içine
sokar da öyle gelir. Kafa boş besbelli.
Dönüyorum. Müzenin kapısı açık. İçine dalıyorum ama adam sepetliyor beni. Hamamın önünde bir kuyruk var. Hayırdır diyerek takılıyorum peşlerine. Hamamın içine mankenleri yerleştirip hamam ambiyansı oluşturmaya çalışmışlar. Pek bir numarası yok.
Buradan çıkınca camiye giriyorum. Bahçesinde bir sebil var
ama musluk olmadığı için çalıştıramıyorum. İki kız yardımıma koşup musluğu
çalıştırıyorlar. Buz gibi su ile yüzümü yıkayıp kendime geliyorum. Kızlar "içme" diyorlar. Vardır bir bildikleri deyip teşekkür edip caminin içine giriyorum.
Anlatacak fazla bir şeyi olmayan iddiasız bir yer.
Çıkış tarafındaki burçlara yönelip şehre bakıyorum. Adliye
sarayının oradan üç,dört çocuk bayırı tırmanıyor. Düşünüyorum, kim bilir kaç
bedeni ruhundan bu bayırı tırmanmaya çalışırken ayırdılar diye. Kaç kişi bir
zamanlar su dolu hendekteki timsahlara yem oldu. Evliya Çelebi bile hendeklerin
sazlık olduğundan etrafının türlü sahipsiz hayvan ile dolu olduğundan bahseder.
Arkamı dönüyorum. Kalenin içi ufakça bir kent. Halep Müzesi olsun, Şam Müzesi olsun hala kaledeki kazılarda çıkan eserlere ev sahipliği yapmakta.
Müze bahçesinde alışılageldiği üzere heykelleri, ştelleri,
türlü nesneyi görebiliyorsunuz. Müzenin girişi oldukça egzantrik. MÖ önce 1000
‘li yıllarda Tel Halaf denilen yerde yapılmış Arami tapınağının girişi müze
girişi olarak canlandırılmış.
Müze girişinde çantalarımızı alıp emanete koydular.
Fotoğraf çekimine izin yok. Gerçi çaktırmadan görüntü almak pekala mümkünse de
denemedik.
İlk katta, sağda, Halep yakınlarında bulunan bir iskelet ve ondan yola çıkarak elde edilen canlandırmalar görülebilir. Alt katta yörede yaşamış çeşitli uygarlıklardan kalma pek çok parça sergilenmekte. Suriye bu konuda epeyce zengin. Ağırlıklı olarak Ugarit medeniyetine ait parçalar burada. Ayrıca salonun sonunda Hitit dönemine ait büyük kaya heykellerde görülebilmekte. Kimi taşlardaki Pers etkisi de dikkat çekici.
Üst katta ise ise sikkeler, çeşitli heykeller
gözlemlenebilir .Burada müze görevlisi bize takıldı. Varlığı iyi olmadı
diyemem. Epeyce sohbet ettik. Üst kattaki salon sola doğru kıvrılırken Zengi
döneminden başlayarak Osmanlılara dek uzanan İslami döneme ait kalıntıları (
anıları mı desem acaba?) görme imkanınız oluyor. Taş ve tahta üzerindeki hat
sanatının neresi süsleme , neresi yazı bu kısım görevli tarafından bize
gösterildi. Bende bir iki şteli Yunancadan İngilizceye çevirmiştim. Ne yazık ki
taşlarda çeviri yok. Zaten bizde bile bir iki müzede yazıtların tercümesi
bulunmakta.
Bir iki mezar taşı, çok sayıda mühür, bakraç vesaire. Adam sonunda ağzından baklayı çıkarıyor. Türklerden bahşiş almadığını söylüyor. Biz de vermiyoruz zaten. Türkiye'ye selam gönderiyor.
Müzeden çıkar çıkmaz taksiye atlıyoruz. Hama ‘ya gitmek
için Ramussiya garına gitmemiz gerekli. Şoförümüz Kürt. Üç cümle Türkçe
biliyor. Gaza basar basmaz birisini ezmesine ramak kalıyor. Beriki mülayim bir
tip. Ağzını açamadan bizim şoför susturuyor bile adamcağızı.
Adam bu coğrafyadaki çoğu kişi gibi İbrahim Tatlıses diyor.
Bilmesem de “he’s the best “ diyorum. Başlıyorum arkadan leylim ley diye. Adam
İbrahim Tatlıses kasetleri ararken kaldırımda bakınan kızlarıda sıyırıyor
geçerken. Bir ilahi kaseti buluyor önce. Ardından İbo ‘nun kasetini bulup
takıyor ama kaset sarınca da suratını asıyor. Korku dolu ama bir o kadarda matrak
yolculuğumuz biterken bizden 200 SP istiyor. Bozuk para olmadığı için 3 USD
veriyoruz. Az diye dövünüyor. "Helal, helal" deyip iniyoruz. İki Avrupalı kız
etraflarını saran taksicilere tedirgin bakışlar fırlatırken bizim şoförü
öneriyorum. Kızlar teşekkür edip taksiye biniyorlar. En son gördüğüm, şoförün
memnuniyetten sırıtan bembeyaz dişleriydi. Kızların akıbetini merak etmiyor
değilim. J
Hama ‘ya gitmek için çok araç var. Yolculuk 80 dk kadar sürmekte. Yolculuk rahat. Al-Alniah firmasının otobüslerini tavsiye ederim. Otobüsleri iyi ve kesinlikle turistsiniz diye kazık atmıyorlar. Şehirler arası otobüslerde perdeler mutlaka kapatılıyor ve klimalar sonuna dek açılıyor.
Hama garajından merkeze gitmek için taksiler ideal.
Gideceğiniz oteller aynı cadde üzerinde. Backpacker olarak geldiyseniz fazla
seçeneğinizde yok gibi. Kahire ve Riyad Otelleri yan yana. Naura ise yolun karşısında.
Taksi ile 50 SP ödedikten sonra Kahire (Cairo) oteline geldik. (1000 SP 2
gece/adam başı) Hesaplı ama akılları sıra kazık atmak için fırsat kolladıkları
için yanındaki oteli tavsiye ederim.
Önerilen bir başka mekanda Al Baroudi. Yolun karşısında bir
ara sokakta.
Çıktık. Hama “naura”ların kenti. Naura ilkin Roma döneminde yapılan sonrasında Türkler tarafından da kullanılan dev su çarkları. İnanılmaz berbatlıkta bir ses çıkaran, şiyaha yakın koyulukta yeşil yosunlarla kaplı çark dönerken sanki onlarca buzağı aynı anda boğazlanıyormuş gibi ses çıkarıyor. Çarkların yakınlarındaki binalarda oturuyor olmak sabır gerektiren bir durum. Şehirde şu an onyedi naura olduğu yazmakta.
Ecnebilerin Orontes bizim Asi dediğimiz nehir boyunca on,
oniki tane daha naura var. Kimisi çalışıyor, kimisi ise durmuş. Yanında
durduğumuz dönen çarkın çaprazındaki naura çalışmamakta mesela. Sadece bu iki
nauradan su kemerlerine bağlantı var.
Yemyeşil suya balıklama atlayanlar için birşey diyemeyeceğim. Cesaret mi, akıl noksanlığı mı bunu o atladıkları suyun rengini gördükten sonra düşünmeyi bile bıraktım.
Köprüden dümdüz ilerleyerek kaleye ulaşabilirsiniz. Kalenin
günümüze sadece adı gelebilmiş. Bunu peşinen söylemekte fayda var. Ama
yukarıdan nehri ve bir iki naurayı, yeni şehir kısmını seyretme imkanı var.
Kalenin ortasında kazı yapılan ve etrafı lahitlerle sarılı
bir çukur var. Çukurda bizim Harran'daki konik çatılı evlere benzer,çatısı
kısmen çökmüş, kerpiç bir yapı yer almakta. Aşağıya inip çatısına tırmanıp
içine baktıysamda çöplük olarak kullanıldığını görebildim sadece.
Kaleden inipte yolunuza devam ederseniz önce fakir bir
mahalleyi geçerek Hristiyan mahallesine ulaşabilirsiniz.
Bu şehir bir dönemler Müslüman kardeşler adıyla bilinen
dinci örgüte de ev sahipliği yapmış. Suriye'yi bilirsiniz, yönetim olarak bir
dönemler terörist yetiştirme gibi bir hobileri vardı. Nasıl su meselesini
bahane edip bize karşı Kürtleri eğitip PKK’yı desteklerken benzeri bir
örgütlenmeyi de Lübnan ve Filistin'deki İran destekli Şii güçlere karşı Hama
merkezli olarak bu örgütü kullanarak yaptı. Tabii zamanla bu güç kontrolden
çıkıp Suriye yönetimine karşı çıkmaya ve bombalı eylemlere girişmeye başlayınca
yönetim şehre saldırmaya karar verir. Suriye ordusu ayrım gözetmeksizin şehre
saldırır. 30 binden fazla insan öldürülür. Bunun önemli bir kısmı elbette ki
sivillerden oluşur. Buna karşın 1000 kadar da Suriye Ordusu'ndan ölen olmuştur.
Şehrin pek çok tarihi yapısı da bu esnada yitirilir.
Neyse günümüze dönelim. Güzelce bir kilise var. Yan
tarafında tahtaperde ile çevrilmiş, yaklaşık bir apartman temeli alacak
büyüklükteki alan ise tarihi bir mekana
ev sahipliği yapmakta.
Camide dolanırken Ahmet isimli tahminen Boşnak yada Makedon
birisi ile Türkçe sohbet etme imkanı yakaladık. Bir parça üzerinde uğraşılsa
Türkçe büyük bir coğrafyada rahatlıkla kullanılabilir tekrar.
Ulu camiden çıkıp biraz daha ilerledik. Ama ilgimizi
çekecek birşey göremeyince (varsa da bilemiyoruz) kaleye dek geldiğimiz yoldan
geri döndük.
İftara yaklaşılınca koşuşturmaca da başlıyor. Fırınlar
pidelerini çıkartıp sergiliyorlar. Ama bu pideleri yola dizmeleri beni bile
zıvanadan çıkarttı. Üstü açık satılmasına Uğur gibi tepki vermiyorum. Bu durum
bizde de ne yazık ki pek farklı değil. Ama nimeti yere koyma konusunda küfür
etmeksizin bir şey diyebilmem pek mümkün değil.
Otelde dinlendikten sonra, iftarın ardından tekrar yola koyulduk. Burada da suk denilen çarşılarda bulunmakta. Hatta Rüstem Paşa burada da bir çarşı yaptırmış.
Akşam da olsa sokaklar canlı. Kadınlar çarşıda, erkekler ise
meydanlarda dolanmakta. Dediğim gibi rahatsız olacak tek bir an bile
yaşanmamakta. Yolda yürürken bir kadınla karşı karşıya kalırsanız mutlaka size
yol veriyor, erkeklerse izin alıyor yada teşekkür ediyor. Belki bana denk
gelmiştir ama Hama'daki insan gözlemlerim bu şekilde. Dar sokaklar, ana baba günü
gibi kalabalıkta bazı durumları da hoş görmek büyüklüğün şanından. J
Geceleyin nauralar aydınlatılmış. Dönüşte marketten çilekli
süt, fırından ise pide aldık. Çilekli süt korkutsa da tadı damağımda kaldı.
Pide ise doyurucuydu. Aama bu memlekette hamurlulara hindistancevizi katma
hastalığı var. Bizim (belki de sadece benim) zevkimize göre hindistancevizi biraz
ağır kaçıyor.
Komşu otele uğrayıp adaşımla görüşüp yarın için anlaştık. O
otelinde sahibi kaleler için tur satmaya çalışıyor ama fiyatlar biraz yüksekçe.
0 Yorumlar
Yorumlarınız