Gün –
2
Aksaray'da bir yerde daha duruyoruz. Derin bir uyku için neler vermezdim. Yolculuk boyunca kah uyuyup kah uyanıp gitmekten iyice sersemlemiş durumdayım. Saatlerdir Ankara'dan binen bir kadın yanındakiyle konuşuyor. Bir ben mi rahatsızım bilemiyorum. Sonunda Adana'da iniyorlar. Nispeten rahatlıyorum. Adana'da tek tip ama güzelce inşa edilmiş apartmanların arasından geçiyoruz.
Önce İskenderun sonrasında Antakya. Adana'dan sonra manzara da değişti. Görülmeye değer. Deniz kıyısı ise yaşanılır bir yer olduğunu gösteriyor buraların. Deniz ve büyük nehirler her şeyi nasılda değiştirebiliyor.
Nihayet Antakya garajında iniyoruz. 8:30 servisi kaçmış.
Saat 9 ‘a gelmekte. 9 :30 ‘da bir servis daha var. Bu arada gardan Ürdün'e dek
gidebileceğimizi de öğreniyoruz. Servisle Hatay ‘a inip Uğur ‘un telefonunun
pin sorununu çözüyoruz ama Hatay'dan gara 12 TL ödeyerek ancak taksi ile
ulaşabiliyoruz.
Neyse ki Halep servisi daha kalkmamış. Aradığımda
bekletiyoruz dedikleri aracın kalkacağı da yok gibi. Bu boşlukta ayın 22 ‘si
için dönüş biletlerini ayarlıyoruz. Son iki yer. Alıyoruz. Hemen bize Ürdün 'de
katılacak arkadaşımıza SMS gönderiyoruz dönüş biletinde yaşanabilecek problemi
bildirmek için. Bu arada Halep biletini de ödüyoruz. (10 TL/ adam başı ).
Araçta altı kişiyiz. Biri kız iki Yeni Zellandalı, bir Lübnanlı kadın, bir Suriyeli adam ve biz.
Araç harekete geçiyor. Civarda değişik yerleşimler var.
Burada da çok sayıda tümülüs benzeri yükselti ovalarda pıtrak gibi bitivermiş.
Türk sınırından çıkış yapılacak önce. Burada herşey oldukça
kolay ve çabuk bitiyor. Aracımızla tampon bölgede ilerliyoruz. Bir virajı
dönüyoruz ve karşımıza üç katlı, yarı yıkık, kesme taştan bir yapı duvarı var.
Belki de civardaki yediyüze yakın ölü şehirden biri bu. Nelerle karşılaşacağımızın
olumlu bir örneği olmalı diyoruz.
Artık Suriye
sınırındayız. Bab el Hawa sınır kapısının adı. Pasaportlara giriş mührü
vurulsun diye şoföre verdik. Ben turizm bürosuna gidip harita vb peşinde
koşuyorum ama bula bula sadece Halep ve civarının haritasını temin
edebiliyorum.
İşlemlerin bitmesini bekliyoruz. Beşar Esad resimleri
heryerde. Elimdeki haritayı yelpaze gibi yüzüme sallıyorum. Bunaltıcı bir hava
var. Binadan dışarı çıkmaya cesaret edemediği için sadece kapının eşiğine dek
ilerleyip dışarı, vahşi coğrafyayı seyrediyorum. Gri kayalar tepeyi kaplamakta.
İlerideki tepelerden birinde büyükçe bir bina kalıntısı var. Fotoğraf
çekebilsem yapının ne olduğunu anlayabilirim ama sınırda fotoğraf çekerken
yakalanmanın sonuçları korkutuyor insanı.
Başka bir seçeneğimiz olmadığı için bekliyoruz. Epeyce hareketli bir kapı burası. Çok sayıda yolcu otobüsü ve özel araç karşılıklı olarak giriş çıkış yapmakta. İlginçtir binada sigara içilebilmekte. Bağıra çağıra tartışanlardan tutun her çeşit insan mevcut.
Nihayet işler tamam. Pasaportları alıyoruz. Otobüse gidiyoruz.
Suriyeliler çantaları çıkarıyor. Benim çantanın üstü ıvır zıvır dolu, çıfıt
çarşısını andırmakta. Zaten zar zor doldurmuşum diye tasalanırken adam sadece
şöyle bir bakıyor. Ben çantayı iyice açıyorum. Gerek yok der gibi bir hareket
yapıyor ama teşekkür edip “Suriye'ye
hoş geldiniz” diyor kırık dökük bir
İngilizce ile. Araçlara biniyoruz tekrar. Gümrük sahasından çıkmadan tekrar durduruluyoruz. Bir kez daha görevliler araca
girip pasaportlara ve araçtaki bölmelere laf ola beri gele tarzında bir göz atıp
çıkıyorlar. Artık işler tamam. Tam anlamıyla Suriye'deyiz.
Halep ‘e uzanan yolda ilginç pek bir şey yok. Hemen hemen her yerde daha sonra da hemen hemen her yerde göreceğimiz gibi Beşar Esad resimleri görülmekte. Birde şehir girişinde, yolun solundaki ağaçlar yere doğru neredeyse 45 derece eğik durmakta. Eğer bu eğikliğin nedeni rüzgarsa durulmaz bu diyarlarda.
Halep şehrinin isminin kökeni için türlü söylenti mevcut.
Amorit dilinde bakır yada demir anlamına gelirken, Aramice de beyaz demek. Bu
da şehir civarında elde edilen mermer ve taşlardan kaynaklanıyor deniyor. Bir
başka rivayet Hz. İbrahim ‘in yöreden geçen yolculara süt verdiği için süt
sağmak fiilinden geldiği yönünde. Evliya Çelebi de seyahatnamesinde ( ki ilk
seyahatini bu yöreye yapmıştır ) bu rivayetten bahseder.
Tarihi de adı gibi renklidir ama bu renkler arasında
coğrafyanın vaz geçilmez rengi olan kan rengi de sıklıkla karşımıza çıkar.
Ortadoğu'da akla gelen her millet mutlaka şehri bir süre yönetir. Persler, Yunanlılar,
Makedonlar, Romalılar, Bizanslılar. 637 ‘de Halid bin Velid şehri İslam
ordularının başında fetheder. Kısa bir dönem için Bizans şehri geri alsa da bu
pek uzun sürmez. Binli yıllarla beraber Ortadoğu'da yeni bir ulus daha at
koşturmaya başlar. Selçuklu Türkleri artık buradadır ve başta Bizans herkesle
savaş halindedir. Yeni bir aktör uzaklardan bölgeye dahil olur. Haçlılar şehri
iki kez kuşatırlarsa da başarılı olamazlar.
1138 ‘de rivayetlere göre 230,000 kişinin öldüğü bir deprem olur. Şehrin kültürel harcı iyidir ve tekrar ayağa kalkar. Zengi hanedanından şehri Selahaddin Eyyübi devralır. Bu kez çok daha hızlı ve acımasız bir dönem başlar. Moğollar ilkin 1260 ‘ta şehri kuşatır. Altı günde surları yerle bir ederler. Şehrin valisi Turanşah (bir memluk ve elbette ki bir Türk) direnir. İç kale dört hafta daha dayanırsa da Moğollar buraya da girerler. Müslümanların neredeyse hepsi katledilir, Hristiyanların canı bağışlanır. Alışılmadık şekilde Turanşah Moğollardan saygı görür ve ailesiyle şehri terk etmesine izin verilir.
1516 ‘da ise Memluklerden Osmanlılara geçer şehir. Topu topu 50,000 kişinin yaşadığı bir küçük şehirdir. Osmanlı zamanında tekrar gelişir, serpilir ve Osmanlının en büyük kentleri arasında yer alır. 1.Dünya Savaşı sırasında kaybedilen toprakların arasındadır Halep. Mustafa Kemal şehrin son Türk subayıdır.
Gelelim günümüze...
Halep araçları Bab el Faraj'da, arkeoloji müzesinin
çaprazındaki köşeye park etmekte. Burası şehrin önemli noktalarından ve her yere
yakın. Burada bulunan turizm bürosundan Türkçe kaynak ve haritada (sadece Halep
vardı ben sorduğumda) temin etmeniz mümkün. Görevliler yardımsever.
Siz siz olun ve bizim gibi yapmayın ve sınırı yanınızda bir
miktar Suriye Paundu ile geçin. En kötü durumda dahi sınırda 100 usd bozdurun.
Ülkede sabit kur uygulanmakta. 2009 kuruna göre 1 usd 46,7 Suriye Paund ‘una
karşılık gelmekte. Ellilik ve yüzlük kupürler fazla el değiştirmekten acınacak
durumdalar.
Araçtan indik. Halep ‘e ayak bastık. Şoförlerden de Yeni
Zelandalılardan da burada ayrılıyoruz. Onlar Lonely Planet ’ten seçtikleri
Tourist Hotel'e gidecekler biz ise Virtual Tourist ‘ten seçtiğimiz Spring Flower
Hotel ‘e.
Oteli bulmamıza yarayacak kerteriz noktası Baron Otel. Atatürk, Agatha Christie gibi pek çok ünlü şahsiyet bu otelde konaklamış. Tabii bu otel ailecek gelinirse kalınacak tarzda bir mekan. Backpacker için biraz ağır kaçmakta. Neyse Baron Hotel ‘i geçer geçmez ilk sola dönüp sağdaki ikinci sokağa girmemiz gerekecek. Ama öncelikle Baron Hotel bulunmalı. Caddenin üzerinde. Zaten caddede otele doğru yürürken THY bürosu görüyoruz ki bu kendimizi güvende hissetmemize yetiyor.
Oteli arıyoruz ama ilanlar o denli yoğun ki bulamıyoruz. Bu
sırada yaşlıca, ak sakallı, hacı kılıklı bir adam yanımıza geliyor. “Hello” deyince “Aleyküm selam” diye yanıtlıyoruz. Adam aradığımız oteli gösteriyor.
Lokantası olduğunu, bize göstereceğini söylüyor. Artık konuşmalar Türkçe. Güzel,
temiz görünümlü bir restoran ama önce bir otele girip yerleşmemiz gerekmekte.
Otele giriyoruz. Adam bir şey demeksizin küçük bir kağıda 650 SP yazıp “cheapest” diyor. Hesaplı. Epeyce hesaplı. Çantalarımızı odamıza atıp yukarı terasa çıkıyoruz. Orada dururken gümrükte konuştuğum Macar kızlar da geliyor. Kılıksız adam şoförleriymiş. “Acayip bir adamdı” diyor ötekisi. İki üç dakika geçmeden iki Şilili çocuk damlıyor aramıza. Zalim tipli, gece görmek istemeyeceğim tipler. Biraz oyalanıp laklak ediyoruz milletle terasta. Gezi planlarını sorduklarımızdan spesifik cevaplar alamıyoruz. Bugün buradayız yarına Allah kerim diyen bir anlayış hakim buradakilerde. Terasta bir manzara yok. Etraftaki tüm binaları zumluyoruz ama herhangi bir ilginçlik ile karşılaşmıyoruz. Odayı tutacağız ama kayıt yapacak adamda yok. Ayak işlerine bakan çocuğu bulup anahtarı bir şekilde temin edip sokaklara bırakıyoruz kendimizi.
Önce müzenin çaprazındaki turizm bürosuna gidiyoruz. Türkçe,
Suriye tanıtım kitapçığı alıyoruz. Bu saatte banka bulamazsınız diyen kadına
inat yola devam edip banka arıyoruz. Ama nafile, bankalar kapalı. Bir eczaneye
soralım deyip dükkandan içeri giriyoruz. İngilizce olarak para bozduracak bir
yer soruyorum adam Türkçe konuşun diyor. Ardından varyasyonları ile para bozdurulacak
yerleri tarif ediyor. Tek seçenek karaborsa. Adamla konuşuyoruz. Türkmenmiş.
Ama çocukları Türkçe bilmiyor. Ufku olmayan bir ülkenin, sınırları dışında
kalan çocuklarına hiç bir faydası yok.
Sora sora kuleyi buluyoruz. Burası şehrin modern kısımlarından Bab al Faraj. Sonradan anlıyoruz ki çoğu yer birbirine çok yakın ve biz haybeye yürümüşüz.
Kule Abdülhamit döneminde hemen hemen tüm Osmanlı
şehirlerinde inşa edilen kulelerden biri. Dört yüzünde de saat olan, kesme
taştan yapılmış kule renk itibariyle şehir ile tam anlamıyla bir uyum sağlamış.
Şehrin ana merkezlerinden birisi burası.
Karaborsa para bozanlar saat kulesinin civarındalar. Kum
gibiler desem yeridir. Biz Türkçe konuşulan bir dükkana girip 45,2 ‘den adam başı ellişer dolar
bozduruyoruz. Kaleye taksi ile gidelim diyor bir taksiye atlıyoruz. Çılgın
trafiğe rağmen şoförümüz oldukça rahat. Sinyalsiz sollama alalade bir davranış.
Korna sesleri arka planı dolduruyor. Bir trafik dersinde anlatılan temel
kuralların hepsi sanki burada uygulanmasada olur diye öğretilmiş. Adama kale
diyorum, kal’a diyorum,kalaat diyorum ama adamdan tık yok. Aynı trafiğe olduğu
gibi bize karşıda tepkisiz. Sonunda yanımdaki haritayı kullanmak aklıma geliyor
ve parmağımla kaleyi işaret ediyorum. “Kaalaath” diyor gülerek. Arapçadaki bir
iki tını farkının sonuçları epeyce ilginç sonuçlara varabiliyor. Adama 50 SP
ödüyoruz.
Yapacak birşey yok. Halep ‘in çarşılarını (suk) dolanacağız
artık. Rivayete göre şehrin kapalıçarşılarının uzunluğu onüç ila onaltı km
arasında değişmekteymiş.
İlkin kalenin girişinde yer alan Adliye Sarayı'na uğruyoruz. Sıkı bir restorasyon koşturmacası var. Görevliler bahçeye davet ediyorlar gezmemiz için ve fotoğraf çekmemize aldırış etmiyorlar. Onun yanında, kalenin girişinin tam karşısında, palmiyelerin ardında giriş kapısının üzerindeki tek minaresiyle Sultaniye Medresesi görülebilir. 1223 yılında tahminen Eyyübilerin Halep valisi için yapılan binanın iç mekanında pek bir şey yok. Girişin sağ çaprazındaki camide de restorasyon yapılmakta. Bunun içinde fotoğraf çektirmiyorlar. Fakat yapının fotoğrafını çekmemizi engelleyen adamlar kendi fotoğraflarını çektirmek için yırtınıyorlar. Çekilen fotoğrafa da pek bakanını da görmedik. Çekerken hızlıca, tarzanca ağırlıklı olarak konuşuyoruz. Türk olduğumuzu söyleyince akşam gelin fotoğraf çekmeye diyorlar. Ülkede büyük ölçekli bir restorasyon söz konusu bunu da unutmadan ekleyelim.
Suriye'de en ilginç ve zamanla da en sıkıcı olay insanların
size sürekli seslenip tokalaşmaya hatta öpüşmeye çalışması. Başta ilginç
geliyor, zamanla kendinizi pop star gibi hissediyorsunuz. Ama bir müddet sonra
“hello”,”hello mister” ,”my name is bilmem ne “ diyerek uzanan eller can
sıkmaya başlıyor.
Neyse kapalıçarşılara dönelim. Pek bir düzen söz konusu
değil. Kimi kısımlar gerçekten kapalı olarak inşa edilmiş. Genelde 1550 ve 1700
‘lü yıllar arasında yapılan bu kısımlar tonozlu tavanları ile kendini
göstermekte. Kapalı mekanlarda halı, süs eşyası ve kuyum tarzı pahalı mallar
satılmakta. Ama geri kalan çarşıda yani dar sokakların bir şekilde üstünün
kapatılmasıyla oluşturulan kısımlarda meyve-sebzeden tutun ete kadar her şeyi
bulabilmek mümkün. Çarşıda dolaşırken Türkçenin de Arapça kadar yaygın olduğunu
en azından sizinle Türkçe konuşurken insanların pekte zorlanmadığı dikkatinizi
çekecektir. Türk olduğunuz anlaşıldığı anda eğer zorda kaldığınızı düşünürlerse
insanlar yardımınıza gelmekte. Özellikle İstanbul buralarda bir ütopya adeta.
Hemen yakınında güzel bir cami daha doğrusu bir medrese var.
Vakti zamanında pagan tapınağından bozularak Konstantin zamanında annesi adına katedral
olarak inşa edilmiş. Sonrasında şehre saldıran haçlı birliklerinin çevre köylere
verdiği zararlar bahane edilerek camiye çevrilen yapıya Zengiler döneminde
medrese vb gibi kısımlar eklenmiş. Sağında solunda ben Roma dönemindenim, beni Bizanslılar yaptı diyen parçalar
görülmekte.
Çarşıya girdik sonrasında yukarılara uzanan bir yola
girelim dedik. İyi ki girmişiz. Birden kendimizi Antakya Kapısı yakınlarında surların
üzerindeki bir sokakta sağa sola koşturup oynayan çocukların arasında
buluverdik. Koşup oynayan çocuklara bakarken Araplar esmer olur düşüncemin de
yanlış olduğunu anlıyorum. Aleni sarışın, renkli gözlü çocuklar var burada. Yukarıdan
yeni şehre bakıyoruz. İlerilerde bir yerlerde büyükçe bir cami yer almakta. Tüm yeni şehirler gibi bakılacak
pek bir şeyi yok gibi.
Buradan sola sapıldığında güzel taş işçiliği olan dar
sokaklara giriliyor. Öyle ki bir araba girdiğinde duvarla bir oluyoruz. Bunu
yapmaya mecburuz. Öyle ki buranın şoförleri gayet umursamaz bir şekilde araç
kullanmakta. Bir köşeyi dönerken duvara mı çarptı, zararı yok. Geri geri
giderken arkada duran araca mı vurdu, hasar yok gibi, Kornaya basıp bir iki
kere bağırıyorlar o kadar.
Emevi Camii şehrin en önemli İslami yapısı. Çok eski
dönemlerde şehrin agorası olan bu araziye 150 * 100 m gibi akıl almaz
boyutlardaki caminin ilkin adından da
anlaşılacağı üzere Emeviler'in zamanında 715 yılında 1. Velid zamanında inşasına başlansa
da Süleyman zamanında genel anlamda nihai halini alıyor. 1090-1092 yılları
arasında Selçuklu sultanı Tutuş günümüzde de gördüğünüz dört yüzünün dördü de
birbirinden farklı olan minareyi diktiriyor. Sanırım bu noktadan itibaren neden
bu topraklarda bin yıldır varız dediğim anlaşılacaktır. Depremler ve 1260 Moğol İstilası camiye epey zarar veriyor. Cami de Zekeriya Peygamber'e ait bir mezar
var ama cami kapalı olduğundan girip göremedik. Ayrıca meşhur kör imamları da
aynı nedenden ötürü dinleme imkanımız da olmadı.
Avlusuna doğru ilerledik.Aylardır yağmur yağmayan şehre tam
da biz camiye girerken bir iki damla düşüverdi.
Caminin içerisine giremedik. Akşam ezanına dek caminin
kapalı tutulacağını öğrenince beklemeye gerek yok deyip gitmeye karar
veriyoruz. Minareye çıkmaya yeltensekte yetkili merciden yazı isteniyor. İki
kuruş para verir minareye çıkarız düşüncemizde boşa çıkıyor.
Sheraton Oteli büyük bir tapınağın üzerine inşa edilmiş.
Bizim Sultanahmet'te inşa edilmesi düşünülen otelin prototipi anlayacağınız.
Eski tapınağın duvarları lalettayin bir şekilde sergilenmekte. İnşaat sırasında
bulunan parçalar Halep Müzesi'nde sergilenmekte. Özellikle altın bir bilezik var
ki sadece onu görmek için bile müze gezilebilir.
Sarayın daha doğrusu Sheraton ‘un duvarlarına yaslanmış
otururken Koreli arkadaşımıza denk geldik. Hostelde gözümüze çarpmıştı.
Yanımıza gelip “Kırk şehitler ermeni kilisesi” ni sordu. Bendeki haritada
görünmemekle beraber Cedide kısmında bir yerlerde olabileceğine dair bir tahmin
yürütebildim.
Karşıya geçip bir polise kiliseyi soruyoruz. Adamda
kilisenin önündeki meydana dek bizi götürüyor. Tabii adam bizi Ermeni kilisesi
yerine Maruni kilisesine götürmüş bunu ancak istanbulda öğrenebildim. Kilisede
akşam ayini vardı. Bununla beraber
fotoğraf çekmemize ve dolanmamıza izin verdiler. Ayin sırasında okunan ilahi
gerek makam gerekse tını olarak bizimkileri andırmakta. Arapça da olabilir.
Arada düzenli olarak tekrarlanan “kirya ” kelimesini farketmesem müslüman
ilahisi sanabilirdim de. Güzel aydınlatılmış, sevimli bir kilise.
Kiliseden çıkıp sola saptık. Burası Cedide yani Hristiyan
mahallesinin dar sokaklarında başlangıcı. Şehir nüfusunun neredeyse %20 ‘den
fazlası Hristiyan. Bu arada Koreli bayan ile tanışma ritüellerini yapıyoruz.
Adını soruyorum, adı Bora. Benim adımda Bora diyorum neden adımı tekrarlıyorsun
diyor. Sonunda ismimi hecelettirdi ve donakaldı. Meğerse Bora, Korede yaygın
olan bakış anlamına gelen bir bayan adı imiş J Adaşımla
tanışmamız bu şekilde gerçekleşti. Fakat ne kadar uğraştıysa da Uğur ‘un adını
bir kez olsun başarılı bir şekilde telaffuz edemedi.
Yol boyunca konuşarak daracık sokaklarda dolandık. Bir
kiliseye girdik kapalı olan bir iki tanesinin önünden geçip gitmek zorunda
kaldık. Şehrin meşhur restoranlarından Kan Zaman ‘da bu sokakların arasında.
Karanlık, kasvetli sokaklarda tek tük açık olan dükkanlardan kimi zaman Türkçe
pop müzik parçaları geliyor. İstanbul'da olsa diken üstünde yürüyeceğimiz sokaklarda üç kişi, güven içinde rahat rahat
dolaşıyoruz.
Otele girmeden, sokağın başında yan yana duran, taze meyve
suyu satan dükkanlara uğruyoruz. Büyükçe bardak meyve suyu 50 SP ve bardak
boyutları epeyce büyük. Su ve kola alarak otele dönüyoruz.
Otele iyice yerleştik. Börekleri yiyoruz. Backpacker
aleminde en iyi öğün en ucuz olanıdır ilkesi doğrultusunda börekleri
atıştırıyoruz. Kola ve fanta şişeleri güneşte epeyce bekletilmiş olmalı ki daha
ilk yudumda yoğun plastik tadını aldık.
İçmedik.
Gece çökünce tekrar dışarı çıkıyoruz. Uğur'un büyük planları
varsa da benim gece hayatı bazında dünyamın dar olduğu bilinen bir şey. Tripod
getirmediğim için fotoğraf çekebilmekte pek mümkün değil. Yine de yabancı bir
kültürün gecelerini nasıl değerlendirdiğini izlemek için kaçınılmaz bir fırsat
bu.
Sokaklar canlanmış. İftar sonrası canlanan bedenler
kendilerini sokaklara atmış. Yürürken seslenenler, döviz satmaya kalkanlar...
Her tipten insan gene sokaklara dökülmüş. Güneş batınca dirilip kalkan
vampirler gibi her yerdeler. Trafik ise iftar öncesi çılgınlıktan sadece biraz
uzak ama hala riskli.
Saat kulesinin çokta iyi olmayan aydınlatmasını seyredip ne
olduğunu çözemediğimiz sarımsak heykeline varıyoruz. Kilisenin oradan Hristiyan
mahallelerine dalıyoruz. Sokaklar insan seli. Artık şehrin bu kısmında bu
saatte nüfusun ağırlığını kadınlar oluşturmakta. Türlü insan var. Kapalısı
açığı, feracelisinden frapan giyimlisine çeşit çeşit kadın yollara dökülmüş.
Yine de dükkanlarda satılan o çılgın iç çamaşırlarını, o kısa etekleri, yüksek
topuklu ayakkabıları kim, nerede kime giyiyor hala çözebilmiş değilim. Bununla
beraber kızlar insana cesurca bakıyor. Önce insanı tepeden tırnağa süzüyor
sonra ise bakışlarını kaçırmaksızın gözlerinizin içine bakıyorlar. Genelde iri
kalçalı, orta boylu hatunlar. Bakımlılar, saçları kumral tonlarda olanların
sayısı azımsanmayacak ölçüde. Yabancı olmamız bakılır olmamızda faydalı
olmuştur sanırım. O gece Halep ‘in kralı gibi gezdim. İnsanın morali tavan
yapıyor.
Neyse toparlayalım. Geceler güvenli. Saat kulesinden Rahibe
Teresa Meydanı'na dek gidip döndük, ara sokakların hemen hemen hepsine girdik.
Problem yok. Biraz daha ilerlemiş olsak büyük parklara ulaşacakmışız. Olmadı.
Tekrar oteldeyiz. Dışarıdaki Arapların bağıra çağıra
konuşmaları uykuya dalmamı epeyce geciktirdi.
0 Yorumlar
Yorumlarınız