Edirne'ye gidelim diyoruz ama gidemiyoruz ne zamandır.
Sonunda kardeşimle yollara düşüyoruz. Otobüs c.tesi sabah 7 ‘de Esenler
otogarından kalkacağı için Cuma akşamı annaneme gidiyoruz. Kadıncağızın gönlü
oluyor ama uyku hak getire. Sabah 5 gibi kalkıp toparlanıyor ve servis ile
otogara geçiyoruz.
Edirne yolu çok rahat. Topu topu iki saat on beş dakika
sürdü. Edirne otobüs terminali ile merkez arasında epeyce mesafe varmış.
Halbuki google earthden baktığımda
yürünebilir bir mesafeymiş gibi görünmekteydi. Neyse ki terminal ve merkez
arasında ücretsiz servisler var. Servisler Selimiye Camii'nin hemen yakınında
belediye binasının yanına gelmekte. Terminale dönerken de buradan binmeniz
gerekiyor. Şehirde ayrıca terminal ve merkez arasında işleyen minibüsler de mevcut.
Edirne'yi gezmeden şöylece bir bahsedeyim tarihinden.
Trakyalılar burada Orestia adında bir kasaba kurarlar. Romalılar gelince
buranın yerini oldukça beğenirler. Nasıl beğenmesinler ki. Su sıkıntısı
yaşanması mümkün olmayan Asya'yı Avrupa'ya bağlayan yolun üzerinde bir yerleşim.
Hadrianus bunun üzerine kasabaya şehir statüsünü bahşeder ve şehrin adı da
Hadrianopolis olarak değişir.
Şehir etrafında
her zaman büyük savaşlar olur. Constantinus Licinius ‘u Roma surlarının dışında
yendikten sonra burada bir kez daha yener. Licinius şehre sığınır ama bir kez
daha yenilince bu kez Byzantium ‘a kaçar. Constantinus peşine düşer. Roma'nın
yeni başkenti Konstantinopolis olunca Edirne Via Egnatia da yani Roma- İstanbul
yolunun üzerinde olduğu için ticari açıdan çok gelişir. Sonrasında Roma ikiye
ayrılır, doğuda kalır. Pek çok kez kuşatılır, kimisi surlarından kös kös geri dönerken
Atilla Edirne'nin içinde gezer bir müddet. Avarlar da duvarları aşar. Sonrasında
bir dönem Bulgarlar ve Bizanslılar arasında pin
pon topu gibi defalarca el değiştirir.
Hatta 2. Haçlı seferinde Haçlı ordusunca kuşatılır ama
saldırının son aşamasında Edirneliler bir halk hareketi ile karşı saldırı
düzenleyerek haçlıların kuşatma araçlarını, kulelerini yakar büyük kayıplar
verdirirler. Şehir kuşatılır, işgal edilir, defalarca el değiştirir ama hala zengin bir ticaret kentidir.
Türkler Gelibolu üzerinden Avrupa'ya çıkınca önce Dimetoka
ele geçirilir. Burası günümüzde belki Yunanistan'daki en fakir, en çaresiz
yerleşimdir ama o tarihlerde yörenin en büyük yerleşimi ve en güçlü kalesidir.
Ardından İstanbul yolundaki kalelerde ele geçirilince Edirne'deki Bizans
güçleriyle karşılaşma da kaçınılmaz hale gelir. Yapılan mücadeleyi bizimkiler
kazanır ve Bizans güçleri Edirne Kalesi'ne sığınır. Ordu Edirne'ye gelince şehri
savaşmadan teslim ederler.
Şehir alınınca sultan gönderdiği mektuplarda şehrin isminden “Edrine” diye bahseder.
Dar-ül Mülk, Dar-ül Karar, Dar-ül Meymene ise diğer isimleridir.18. yy da Edrine
‘de unutulup Edirne ‘ye dönüşmeye başlar.
Sonrasında bir dönem başkent olur Osmanlı'ya. Sultanlar
İstanbul'da olsalar bile sıklıkla buraya gelirler yada işlerine karışan aile
üyelerini buradaki saraya gönderirler. Hatta kimileri burada yaşamayı tercih
eder kimi zaman. Rivayettir başkenti tekrar buraya taşımak isteyeni de
çıkmıştır ama akıbeti pek iyi neticelenmemiştir.
Sakin geçen
yüzyıllar sonunda kötü günlerde gelir çatar. İşgaller tekrar başlar. Nihayet
şehir bizde kalır.
Artık şehre geliyoruz. Selimiye Camii hemen dibimizde. Önce
arastayı gezdik. Bir zamanlar camiye gelir sağlamak için ayakkabıcılar
tarafından işletilen arasta günümüzde zamana daha doğrusu turizme uyarak
hediyelik eşyaların satıldığı bir çarşı görünümüne bürünmüş. Edirne'nin
karakteristik hediyelik eşyaları olan küçüklü, büyüklü oyuncak bebekler, aynalı
süpürgeler, kokulu, meyve şeklindeki sabunlardan badem ezmesine dek her şeyi
temin etme imkanınız var. Meyveli sabunlar için bir parantez açmam gerekiyor
sanırım. Şehre gelen yolda meyve sabunu heykeli var bunu da unutmadan eklemeliyim.
Alacaklarımızı dönüşte alırız diyerek önce camiye
yöneliyoruz. Selimiye Camii hakkında arada çeşitli bilgiler vereceğim. Gerçi
ansiklopedik bilgi ama bazı sayısal bilgiler üzerinde durulmazsa olmaz. Şahsi
açıdan üzerinde durmam gereken mantıksal tutarsızlıklar da var.
Önce Osmanlı döneminin hatta tahminen tüm Türk tarihinin en
büyük kubbesi bu. (Yeni yapılan hilkat garebesi kubbeleri kaale almıyorum )
Yaklaşık 31,3 m lik kubbe hakkında yaptığım araştırmalarda tıpkı rakibi Aya
Sofya gibi tam yuvarlak değilmiş. Ama Aya Sofya hafif elipsleşmiş 31 ‘e 32 m.
lik kubbesi ile Selimiye ‘yi hem geçmiş hem geçilmiş. Mimar Sinan ‘ın
eserlerini kaleme aldırdığı tezkirnamesinde Selimiye Camii ile küffar mimarları
alt ettiğini söylemiş. Bana bu mantıksız geliyor. Mimar Sinan kendi inşa ettiği
kubbe ile avcunun içi gibi bildiği Aya Sofya ‘nın kubbelerini ölçemeyecek
birisi olamaz. Bugün Aya Sofya halen ayaktaysa Koca Sinan ‘ın eklediği o iki
minarenin sayesinde ayakta. Bunu Haldun Hürel de düşünmüş ve araştırmış. Aya Sofya
‘nın kubbe ölçülerinin diğer kimi ölçüleri ile orantılandığında hristiyanlıkla
ilgili kimi rakamlara ulaşıldığını bu mantıkla yola çıkılırsa bir üst kademe
kubbenin çapının yaklaşık 47 m olacağını bulmuş.
Sayılar burada da
önemli. Mesela on iki şerefe 2. Selim ‘in onikinci sultan olmasından
kaynaklanıyor.
Yapının inşası 1568 ‘de başlayarak altı sene sürmüş. Neden
Edirne'ye bu büyüklükte bir cami yapıldığı hala bilinmese de pek çok rivayet var
elbette. Bunlardan biri gene rüya yoluyla tebliğ. Bu kez İslam peygamberi
sultanın rüyasına girer ve camiyi Edirne'de yapmasını söyler şeklinde.
Muazzam büyüklükte bir kubbe yapabilmek ancak muazzam bir
meblağın harcanması ile mümkün. Yapının finansmanı içinde türlü söylentiler
varsa da Kıbrıs Adası'nın fethinden sağlanan gelir ile inşa edildiği ağır
basmakta. Araştırırken en merak ettiğim konulardan birinin cevabını bulabildim.
“Daha önce ne vardı?” Daha öncesinde 1. Murat‘ın inşa ettirdiği ve Yıldırım
Bayezıd zamanında da kullanılan Eski Saray yer almaktaymış burada. Mimar Sinan
bu camiyi yaptığında “ustalık” dönemi eserini inşa ettiğini de söylemiş. Bu caminin bir bakıma prototip
sayabileceğimiz bir örneğini ise
İstanbul Azapkapı'daki Sokullu Mehmet Paşa Camii'ni inşa ederken yapmış.
Caminin bahçesine giriş yapılan kapılara zincirler
yerleştirilmiş. Böylelikle eğilmeden giremiyorsunuz. Tahminen camiye saygı
amaçlı.
İç avluda çok sade, bence camiye pekte yakışmayan bir
şadırvan var. Bunun mükemmel olduğunu söyleyenler varsa da benim görüşüm bu
şekilde. Son cemaat yeri ve diğer kısımları taşıyan sütunların arasında epeyce
devşirme parçada mevcut. Çoğunluğunun Enez civarındaki kalıntılardan
getirildiği tahmin edilmekte.
Caminin içi havadar, geniş bir mekan. Bir o kadar da sade.
Devasa kubbeyi taşıyan fil ayakları duvarların arasına öyle ustalıkla
giydirilmiş ki gözü rahatsız etmiyor kesinlikle. Uzaktan da bakıldığında
kubbenin adeta bir kapak gibi yerleşmiş olduğunu görebiliyorsunuz. Ortada zarif
bir müezzin mahfeli var. Altında küçük, mermer bir şadırvan mevcut ve mahfelin
sağında solunda öyle bir ahşap işçiliği var ki uzaktan kadife kaplı gibi gelen
işlemelerin ne olduğunu ancak dokununca anlayabiliyorsunuz.
Meşhur ters lalede
bu mahfelin bacaklarının birindeymiş. Ben ne yazık ki kubbeye şartlanıp gitmiş
ardından da ahşap işçiliğine kendimi kaptırınca lale de aklımdan uçup gitti.
Rivayete göre caminin yapılacağı arazi bir lale bahçesidir ve sahibi aksi bir
insandır. Tüm uğraşlara karşın bir türlü arsasını satmaya yanaşmaz. Baskılar
sonucunda ikna olur ve cami içinde kendisini anımsatacak bir şey yapılmasını
talep eder. Aksiliği nedeniyle ters bir lale deseni konur. Ama yapının inşa
edildiği arazide eski saray olduğunu söylemiştim. Bu rivayette şehir efsanesi
olarak kalıyor. Daha akla yatkın başka bir kurama göre ise Allah ve lale
kelimelerinin benzerliği şeklinde kendini gösteriyor. Ayrıca Arap harfleri ile
lale kelimesini tersten yazar ve okursanız hilal kelimesi oluşuyormuş. Ne yazık
ki üzerinde pek de araştırma yapılmamış ezoterik İslam felsefesi caminin
içindeki küçücük bir şekilde dahi derin anlamlar içerebiliyor. Kim bilir bazı
konular biraz silkelenebilse Da Vinci şifresi gibi kaç kitap çıkacak
ortaya.
Kubbeden de bahsedelim. Oldukça büyük. Aya Sofya yada San
Pietro kadar yüksek olmadığından daha da büyük görünüyor perspektif nedeniyle. Yüksek değil dediğime bakmayın gene de kırk
metreyi aşan bir yüksekliğe sahip.
Minber güzel. Üstündeki külah İstanbul'daki bir iki camideki
benzerlerinde de olduğu gibi çini kaplı. Aynı zarif çinilere mihrap kısmında da
rastlanmaktaki caminin çinilerinin önemli bir kısmı 77-78 Rus savaşında şehri
işgal eden Ruslar tarafından götürülmüş.
Minareye çıkma hayalimiz suya düşüyor. Konuşup izin
alabileceğimiz bir yetkiliye denk
gelmiyoruz. Çıkamamış olsakta minarelerden bahsetmemek olmaz. Eski
yoldan şehre yaklaşırken belli bir noktada cami iki minareli gibi görünürmüş.
Minarelerden iki tanesinde şerefelere giden üçer yol var. Öyle ayarlanmış ki üç
koridorda daracık minarenin içinden geçmekte. Fakat her yol ayrı bir şerefeye
çıkmakta. Yani üç kişi ayrı koridorlardan giripte en üstteki şerefeye kim
çıkacak diye yarışma şansınız yok, ancak acaba hangimiz en üst şerefeye çıkacak
deme şansınız var. Bunun bir evvelki örneği daha sonra anlatacağım “üç şerefeli
cami”nin şerefesinde görülebilir.
Küçük bir detay ise klasik İslam ve Türk mimarisinin en
yüksek ikinci minareleri bunlar. Babürlülerin Delhi'de diktikleri Kutup Minar
biraz daha yukarıya ulaşabilmiş.
Camiden çıkıyoruz. Hedefimiz haritaya göre hemen caminin
yanında yer alan arkeoloji müzesi. Arada eski medrese binasında Selimiye Camii Müzesi diye de bir yer var ama oraya sonra uğrarız diyerek eliyoruz. Sonradan
görüyorum ki epeyce bir şey kaçırmışız bu şekilde.
Cami ile müze arasında mezar taşlarının sergilendiği bir
kısım var. Genelde son dönem taşlar mevcut fakat İstanbul'dakiler kadarda göze
güzel gelmiyor. Bununla beraber burası mutlaka dolaşılması gereken bir yer.
Neden derseniz çok sayıda yeniçeri mezar taşı burada görülebilir. Yeniçeri
ocağının kaldırılması sonucunda mezar taşlarına dek imha edilen bu kültüre ait
hurafe ve efsaneler dışında çok az bir şeyler kalabilmiş günümüze.
Müzeye giriş 3 TL. Giriş sırasında her yerde olduğu gibi
sırt çantamı bir kenara koyabilmeme olanak sağladılar. İyi de oldu. Tahminen
fazla gelen giden olmadığı için yakın davranabiliyorlar bizlere.
İlk kısım Edirne ve yöresine ait etnografik eserlerin
sergilendiği kısım. Genelde çok ilgilenmem ama burası gerçekten görülmeye
değer. Yöredeki yerel kıyafetler oldukça renkli ve kaliteli imiş. Kardeşimle yine
konuşuyoruz bunu. Neden Avrupa'nın bazı kırsal bölgelerinde yaşayan insanlar belki turistik olduğu belki de
bir yaşam biçimi olduğu için halen kendi
özgün kıyafetlerini giyip korurken biz neden bu yaşam biçimini terk etmiş
olabiliriz. Salonda kilimler, halılar, çeşitli mutfak eşyaları var. Nispeten en
büyük kentlerden biri olduğu eşyaların materyallerinde de kendini gösteriyor.
Ayrıca Isparta'nın gülcülüğünün kökeninin Edirneli üreticiler olduğunu da
öğreniyoruz. Isparta'nın gül yetiştirmede yetersiz toprağında bu işi
başarabilecek yetkinlikte bir buranın çiftçileri bulunmuş. Başarmışlar da. Burada
ayrıca detayını bilemediğim “Edirnekari ” tekniğiyle yapılan çeşitli ahşap
parçaların yanı sıra Atatürk ‘ün Edirne'ye geldiğinde kullandığı eşyalar yer
almakta.
Buradan bilimum fosilimsi kalıntıları da geçerek arkeolojik
kısma geçiyoruz. Önce bizi ortada bir ştel karşılıyor. Roma şteli ama yunanca
yazılmış. Yunan kültürü nasıl Roma'yı bu denli etkileyebildi, Roma vasıtasıyla
mı korkunç bir coğrafyaya yayıldı? Bir başka tartışma konusu daha. Diğer ştellere de bakıyoruz. Lahitlerde
mevcut.
Biraz ötede pişmiş topraktan yapılmış çok sayıda Afrodit
heykelciğinin sergilendiği camekana bakınıyoruz. Oldukça kadınsı hatları olan
heykelcikler. Aynı tarzda duran, çeşitli boylarda çok sayıda heykelcik. Bu
taraftaki camekanlarda küçük bronz yada mermer heykelcikler de sergilenmekte.
Karşısındaki duvarda ise daha büyükçe parçalar var. Bunların içinde benim
oldukça hoşuma gidenler bir maymun maskı, büyükçe bir mezar şteli ve üzerinde
üç kadının betimlendiği bir başka ştel.
Biraz ileride nispeten yeni parçalar var. Burada da Aziz Giorgios
kültürünün İslami versiyonunun Hızır olduğunu öğreniyoruz. Pullu bir canavarı
öldüren Aziz Giorgios temalı pano da
mutlaka görülmeli.
Asıl bomba ise sırada bekliyor. İki taş kabartma levha var.
Geç Hitit dönemine ait bu taşlar Pazarkule mi Kapıkule mi sınır kapılarının
oralarda bulunmuş. Trakyada Hititlerle ilgili bir şey olduğunu hiç bilmiyordum.
Daha neler öğreneceğiz kim bilir…
Bahçesinde sağ tarafta yeni dönemlere
tarihlendirebileceğimiz taş parçalar var. Önemli bir Musevi nüfusu barındırdığı
için çok sayıda İbranice taş kitabe ve lahit var. Biraz ötede ise hristiyan ve
İslami dönem mezar taşları yer almakta. Müze binasının arkasını dönünce çok
sayıda mezar taşını sıralanmış bir şekilde görüyorsunuz. Burada bir dolmen
ikide menhir görülebilir. Dolmenlere halk “kapaklıkaya ” da demekte. Özellikle
Lalapaşa taraflarında bunlara sıkça rastlanmakta. Kökeni Keltlere dayanan
İrlanda'dan Edirne'ye dek uzanan coğrafyada karşılaşılabilen örnekler bunlar.
Dolmenin yanında
kapaksız bir lahit daha var. O epey
hasarlı ama yanındaki büyük lahit görmeye değer. Özellikle lahdin kısa
kenarlarında yüzlerdeki gözlerin biri normal bakarken diğeri havaya bakmakta.
Neyi ifade ettiğini bilmiyorum ama bu güzel detayı fark edip bana gösterdiği
için kardeşime tekrar teşekkür ederim.
Muradiye Camii'ne doğru giderken yolumuzun üzerinde minaresi
yıkık, viran görünümlü ama alışılmadık bir başka camiye denk geliyoruz. Kalın
duvarlı, kubbesiz yapının adı Atik Ali Paşa Camii. 1506 ‘da inşa edilmiş.
İlginç yanı (içine giremediğimiz için sadece gördüğümüz kadarı üzerinden yorum
yapabiliyorum) son cemaat yerinde tamamen devşirme malzeme kullanılmış olması.
Fark edilmeyen bir değer olarak görüyorum bu yapıyı.
Yürüyoruz. İleride
bir tepeciğin üzerinde Muradiye Camii görülüyor. Güzel bir yerde ama ona doğru
giderken fakir semtleri aşıyoruz. Kimi bahçelerde uzun geçmişe sahip yapılardan
arta kalan duvarları seçebiliyoruz. Sonunda caminin bulunduğu bayırdan yukarıya
doğru arnavutla kaplı yokuşu tırmanıyoruz abi, kardeş.
Sonunda giriş kapısında sokak köpeklerinin miskince yattığı,
çöplerin gelişi güzel bir şekilde fırlatılıp atılmış olduğu camiye
girebiliyoruz. Manzara çılgınca. Selimiye tüm heybetiyle o ev kalabalığının
üzerinde vakurca dikilmekte. Öteki taraflarda ise tarlalar, ekili alanlar vb
varsa da şehrin genel durumu nedeniyle çekim yapmak çokta mümkün değil.
Caminin bahçesinde bir de şadırvan var. Giriş kapısının
dibine kadar park edilmiş araba nedeniyle ön cepheden de güzel bir resim
alamıyoruz. Ama pes etmek yok. İçine giriyoruz. Ters T tipi, Bursa camilerine
benzer bir yapı. Restore edilmekte gibi. Neden “gibi” ekledim derseniz
açıklayayım. Beyaz badananın altına inilip bazı bezemelere, kalem işlerine
ulaşılmış. Zaten caminin içindeki duvarda yapılanlar, ne neydi, ne oldu
gösteren fotoğraflar da var ama çalışmalar ne aşamada , bitti mi devam mı
ediyor anlaşılmıyor. Yine de işlemelerinden zamanında çok güzel bir cami olduğu
aşikar. Özellikle mihrabının renkli çini işlemeleri, nakışları anlatılacak gibi
değil.
Burada işimiz bitti. Nehrin karşı kıyısına geçeceğiz.
Günümüzde Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı Sarayardı Çayırı'na giriyoruz koyu
sarı akan Tunca'yı aşarak. Burası güzel düzenlenmiş bir alan. Her ne kadar
güreşlerin yapıldığı alana girmemişsek de etraftaki heykeller dikkate değer. Kurtdereli,
Kel Aliço ve Koca Yusuf gibi efsane güreşçilerin heykellerinin yanı sıra kimi
Kırkpınar ağalarının da bronz heykelleri mevcut.
Kırkpınar Türk güreş kültürünün en eski, en organize
örneklerinden biri. Anadolu'da, Batı Trakya'da ve Orta Asya'daki pek çok yağlı
güreş turnuvasının en önemli örneği bu. Rivayete göre Süleyman Paşa döneminde
Trakya'nın altını üstüne getiren akıcılardan bir grup mola verdikleri bir yerde
güreşe tutuşur. Fakat akıncılardan ikisi bir türlü birbirini yenemez, son
güreşlerinde ise ikisi birden cansız yere yığılırlar. Arkadaşlarını bu çayıra
gömen akıncıların yıllar sonra yolları yine buraya düştüğünde mezarların olduğu
yerde akan bir pınar görürler. Halk ise burada yatanların “kırklardan” yani
ermişlerden olduğunu düşünür ve Kırkpınar adını verip burada her yıl güreş
tutmaya başlarlar ve gelenekleştirirler. Araştırmalara göre buradaki güreş
geleneği bir yüz yıl kadar geriye inip Sarı Saltuk efsanesinin başladığı
günlere değin geriye çekilir. Osmanlılar 1. Murat döneminde efsaneyi
sahiplenir. Aaslında Kırkpınar çayırında yapılan güreşler bu alan sınırlarımız
dışında kaldığı için Sarayiçi mevkiindeki alanda yapılmaktadır.
Yarışlara katılacak güreşçiler kırmızı dipli mum ile
Kırkpınar ağalarınca çağırılmakta.
Buradan bir köprü
daha geçeceğiz. Hemen sağımızda Abdülaziz ‘in Avrupa gezisinden dönüşü
sırasında Edirne'ye de uğraması anısına diktirdiği dikilitaş mevcut. Köprüyü
geçmeden güzel bir kule ile karşılaşıyorsunuz. Bu kulede İstanbul'daki benzeri
gibi adalet kasrı adını taşımakta. Sivri külahlı bir çatısı olan çok katlı,
şirin bir kule. 1561 yılında yapılan bu dört katlı yapının en üst katında bir
de mermer, fıskiyeli bir havuz olduğu söyleniyor. Yanındaki yeni restore
edilmiş taş köprüyü de (Fatih Köprüsü ) aşarak eski Edirne Sarayı'nın
kalıntılarına geliyoruz.
Burası Osmanlı'nın Edirne'yi başkent olarak kullandığı
dönemlere değin uzanan bir tarihe sahip. İstanbul sonrası zamanla iyiden iyiye
gözden düşmüş nihayetinde içerisinde saklanan mühimmatın havaya uçurulması
sonucunda epeyce bir kısmı yok olmuş dev bir kompleks. Günümüze sağlam olarak kalmış diyebileceğimiz
önemli bir parçası yok. Sadece sarayın hamamına ait olan bir kısım nispeten
ayakta. Birde ileride yolun kenarında yer alan bir kapı duruyor. Sarayın av
için kullandığı devasa bahçedense kala kala günümüzde “Tavuk ormanı” denilen
ağaçlık alan kalmış.
Nehir kıyısında ise Balkan Şehitleri Anıtı mevcut. Hazır buraya
gelmişken kısaca şehrin son dönemlerinden de bahsetmek gerekli. 1361 ‘de
aldığımız şehir son iki yüzyılda epey hasar almış. Muhtemelen günümüzde dahi
şehrin fakir görünümünün temellerinde bu durum yatıyor olmalı. 1828-29 Rus
savaşında Rus orduları şehre girer. Bunun sonucunda Ruslarla Edirne anlaşması
yapılır ve anlaşmaya istinaden Ruslar Prut Irmağı'na dek ele geçirdikleri
toprakları boşaltırlar ama bunun karşılığı Osmanlı için çok ağır olur.
İkincisi, 93 harbi olarakta bilinen 1877-78 Rus savaşında gerçekleşir.
Burada da Ruslar bir evvelkinden daha da ağır şartlar karşılığında şehirden
ayrılırlar. Gidişleri sırasında Selimiye Camii'nin çinileri gibi pek çok eseri
de yanlarında nakletmeyi ihmal etmezler.
Bu alanda yatan
şehitlerimizin dönemi ise ilk Balkan savaşına denk gelmekte. Bulgar Orduları
karşısında Osmanlı Orduları dağılır. Bulgarlar Çatalca'ya dek ilerlerler.
Edirne'de bulunan Şükrü Paşa ‘ya İstanbul Hükümeti kırk gün direnmesini söyler. Şükrü
Paşa görgülü, kültürlü, dirayetli bir Türk subayıdır; Balkanlardan sel gibi akıp
gelen Müslüman ahalinin halini görünce direnmesi gerektiğini hemen kavrar. Şehrin
ve halkın tüm yokluğuna karşın yüz
elli beş gün direnir. Bu direniş sırasında çevresindekilere şöyle emreder. “Düşman hatlarımızı
geçtikten sonra ölürsem beni mezara koymayın. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan
şehit olursam, kefenim, lifim ve sabunum çantamdadır. Beni bu mahalde
gömeceksiniz ve gelen nesiller üzerime bir âbide dikeceklerdir”
Fakat savaş iyice çığırından çıkıp da şehrin
akıbeti açıkça ortaya çıkınca karar değişir. Şükrü Paşa‘nın her şeye rağmen
geleceğe güveni vardır. Edirne'nin tekrar bizim olacağına emin olduğundan bize
ait işaretlerin yok olmaması gerektiğini düşünür. Anıt yapıların yıkılmaması,
mezarlıkların, türbelerin yok edilmemesi için teslim olmaya karar verir.
Haklıdır, çünkü bir Bulgar güllesi Selimiye'nin kubbesini delip içeri düşmüştür.
Teslim olur, teslim olduğu sırada Bulgar generale teslim ettiği kılıcını
törenle bizzat Bulgar çarı kendine iade eder.
Altı aylık Bulgaristan sürgününden sonra döndüğü
ülkede kendisine karşı dolaplarda dönmeye başlamıştır. Halktan uzak tutulur,
gözden düşürülmeye çalışılır. 1916 ‘da hastalanarak ölür.
İşte bu kahraman askerin komutasındaki
yiğitlerden yaklaşık yirmibini ırmağın kenarındaki, mütevazı anıtın altında
yatmakta. Devletin her yerinden Edirne için savaşan askerlerin bazılarının
isimleri taşlara kazınmış. Kardeşimle isimlere, doğum tarihlerine teker teker
bakıyoruz. 25 yaşını görmüş kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Susuyoruz,
konuşacak bir şey yok. Zaten konuşsak sesimizin titremesinden ne dediğimizi mi
anlayabileceğiz. 17 yaşında kuşatmada şehit olan bir askerin isminin önünde
kardeşim dayanamayıp soruyor “abi 17 yaşında insan ne kadar yaşamıştır ki”. Diyecek
bir şeyim yok. Dahası günümüzde tarihini, ülkesini, kültürünü bilmeyen
kitleleri görünce daha da sinirleniyorum.
Daha da kötüsü buradaki şehitlerin çok büyük kısmı teslim
sonrası esir alınan askerlerden oluşuyor. Esir alınan askerlerimiz sistematik
olarak işkenceden geçirilip öldürülmüş yada sakat bırakılmış. Tipik Avrupalı
vahşeti. Girişte, solda Kayseri Develi ‘den bir şehidin üzerinden çıkarılan bir
şiir kazınmış. Bunu unutmayın, intikamımızı alın yazıyor anlam olarak.
Nihayetinde ilk fırsatta şehir geri alınıyor. Ne yazık ki çok büyük bir
mücadele bu geri alış. Enver Paşa‘nın kurdurduğu fedai teşkilatı ne yoklukları
nede İngiltere'nin sürekli savaş açma tehditlerini umursamaksızın ilerler ve
sonunda Edirne'yi geri alır. Sırf Edirne mi? Günümüzde Nestos denilen İskeçe'nin
batısındaki nehre dek ilerlerler. Amaç Makedonya'da kalan Osmanlı toprakları ile
ana toprakları birleştirmektir. Bu kez İngiltere daha da sertleşir ve Rusya da
ona katılır. Bunun üzerine stratejik bir karar alınır, fedailer bu işleri
merkezi hükümetten bağımsız yapmışçasına Gümülcine merkezli bir devlet
kurarlar.
Neyse Edirne'ye
dönelim. Şimdi rotamız Darüşşifa. Bu sırada solumuzda nehir olmak üzere önce
restore edilen bir kervansarayı geçiyoruz. Yol boyunca tarlalar. Selimiye her
yerden görünüyor. Kimi yerlerde taşları sağa sola dağılmış, devrilmiş
mezarlıkları aşıp fakir semtlerden geçiyoruz. Kapının önünden yaşlıca bir kadın
selam verip nereden geldiğimizi soruyor. Cevap verince de para istiyor. Üzücü
durumlar, dilencilik çok yaygın burada.
Darüşşifa aslında 2. Bayezıd Külliyesi'nin bir bölümü.
Günümüzde cami kısmı restore edilmekte. Bu nedenle içine giremedik. Ama dış
görünümü epeyce güzel. Muhtemelen kare planlı. Tek kubbeli, selatin camilerinin
geneli gibi çifte minareli.
Darüşşifa kısmı ise ücretli gezilmekte. Giriş 5 TL. Öğrenci
iseniz 1 TL ‘ye de gezebilmektesiniz.
Darüşşifa tam teşekküllü bir hastane değil. Ama şunu
söyleyebilirim ki mantık olarak bir üniversitenin eğitim hastanesinden farklı
değil. Avrupa'da insanlar akli dengelerini yitirdiklerinde şeytani güçler esir
aldı diye yakılırken burada su sesi, musiki gibi alternatif yöntemlerle
iyileştirilmeye çalışılıyordu. Zaten odaların birinde hangi makamın hangi derdi
iyileştirmekte kullanıldığı da anlatılmış. http://www.trakya.edu.tr/kulliye/
adresinden benim yazacaklarıma kıyasla daha doğru bilgiler bulacağınızı
sanıyorum.
Burada üzerinde durduğum tek bir nokta var. Bu mekanın
hocalarından biri yapılan tedavileri resimli olarak kitabında anlatmış. Resim
günahtır diyen çıkmamış ki yıllarca kullanılmış bu kitap. İlginçtir kitapta
kadın ve erkek üreme organlarının da gösterildiği ürolojik hastalık tedavileri
de mevcut. Bundan yüzyıllar önce, dünyayı yönettiğimizdeki mantık bu. Bilim deniyor,
ilim deniyor, tıp deniyor ve bağnaz zihniyet buralardan ayrı tutuluyor. Halbuki
bundan yıllar önce bazı hanım kızlarımız erkek kadavralarla çalışmak
istemiyorlardı. Kadavra ne kadar bu arkadaşları tahrik ediyordu bilinmez ama
günümüzdeki hemen hemen her alandaki geriliğimizin nedeni bu düşünce.
İleride, uzaklarda Yıldırım Camii de görülüyor. Gidemedik
ama haç planlı olduğu için kiliseden devşirilme olduğu söylenen bu camiyi de
merak etmedik değil.
Köprüyü aşıp karşı tarafa geçiyoruz. Bu köprünün adı Bayezıd
Köprüsü. 1488 ‘de Mimar Hayrettin‘e külliyenin bir parçası olarak
yaptırılmış. Ardından bir Mimar Sinan yapısı köprü olan Yalnızgöz Köprüsü'nü
geçiyoruz. Nehrin getirdiği toprak suyun rengini bozmuş. Buradaki köprünün her
iki tarafında da nehre ilerleyen çıkma uzantılar var. Fakat kıyılar
alabildiğine bakir. İtalya'daki, Almanya'daki gibi nehrin etrafı yapılarla da
doldurulmamış. Belki de doğayı kontrol eden batı kültürü ile doğayı doğasına
bırakan doğu kültürünün kıyaslamasını yapıyoruz abi, kardeş.
Yine fakir semtler, viran yapılar. 1800‘lü yıllarda
İstanbul, Paris ve Napoli'den sonra dünyanın en zengin dördüncü kentiymiş Edirne
halbuki. Arkamızdan tipimizden olsa gerek turist sananların İngilizce seslenmeleri, laf atmaları. Günlük
turlarla gelsek kesinlikle göremeyeceğimiz yada aracın içindeyken dikkat
etmeyeceğimiz manzaraları aşıp tekrar merkeze ulaşıyoruz.
Merkezde camileri
sona bırakıp önce Makedonya Kulesi'ni gezelim diyoruz. Tarihi Edirne kalesinin
ayakta duran son burcu burası. Aynı zamanda modern şehir içinde
Hadrianopolis'ten kalan tek eserde bu. Zamanında üzerine bir saat konmuş sonrasında
şehrin silüetini bozuyor diye dinamitle havaya uçurmuşlar. Kulenin yakınlarında
bulunan parçalar müzede sergilenmekte. İçerisinde görevli iyi bir abimiz bilgi
de vermekte. Salt alan hakkında değil, yemek yenecek yerler konusunda da bilgi
alabiliyorsunuz.
Kuleye döneyim. Ne yazık ki kuleye çıkabilme imkanı artık
yok. Bu alanda yapılan kurtarma kazılarında dört seramik fırını ile bir buzhane
çıkarılmış. Onun dışında pek bir esprisi yok.
Artık yemek vakti diyor ve önerilen mekanlardan birine
giriyoruz. Şehrin yemek konusunda epeyce zengin olduğunu belirtmek gerek.
Köftenin yanı sıra, ciğer tavası hatta yayın balığından yapılan döneri de
meşhur. Sakatatla aram olmadığı için köftecilerden birine girdik.
Düzgün bir mekan. Köftenin yanında domates, biber, kıyılmış
kuru soğan ve salçalı sos verilmekte. Köfte gerçekten çok güzel. İnsanı
doyuruyor ve fiyat olarakta can yakmıyor.
Yemekten sonra tatlı olarak peynir helvası alıyoruz. Helva
ile tahin helvası dışında bir yakınlığım olmadığı için tereddütlü yaklaşıyor ve
ortaya bir tane alıyoruz. Tatlı sarı, büyük bir tabak geliyor. İyi ki ortaya
bir istemişiz, adam başı bir yiyebileceğimi sanmıyorum. Tadı güzel ve
tahminlerimin ötesinde hafif bir lezzet.
Tekrar yollardayız. Edirne'nin merkezinde geçen Saraçlar
Caddesi'nin sağında solunda dükkanlar, kafeler mevcut. Bayan grupları yolun
kenarındaki kafelerde oturmuş biralarını yudumluyor, kimsenin aldırış ettiği -tahminlerime
göre benden başka- yok. Yolun ortasında büyükçe ama suyu akmayan, üzerinde
aslan başlarının olduğu bir çeşme sağda solda 1900'lü yılların modasını
yansıtan tarzda iki, üç katlı binaları geçip kardeşimin isteği doğrultusunda
Meriç nehrine doğru yürüyoruz.
Bir taş köprüyü, Tunca Köprüsü'nü aşıyoruz. Diğer adı ise
Ekmekçizade Ahmet Paşa Köprüsü. Ardından Meriç ‘i görüp oldukça zarif olan ikinci köprüyü de (bunun adı da Mecidiye
Köprüsü ) aşarak karşı kıyıya geçiyoruz. Eski gümrük binası kafe olarak çalışıyor.
Yakınlarında büyükçe bir çeşme yer almakta. Güzel, etrafı yemyeşil ağaçlarla
çevrili bir yol Karaağaç'a dek uzanıyor. Epeyce yürüyoruz ama manzarada değişen
bir şey yok. Kavaklar, üzerinde meyveleriyle erik ağaçları usanmaksızın eşlik
ediyor bizlere. Yolun ne kadar süreceğini bilemediğimiz için vaktin darlığını
göz önüne alıp dönüşe geçiyoruz. Bu yol, bu köprüler Nazi saldırısı ihtimaline
rağmen bir zamanlar her ağaç kavuğuna kadar dinamitle doldurulmuş.
Taşköprü üzerinden
nehrin geldiği yöne bakıyoruz. Doğanın vahşiliği hala canlı. İlerilerde küçük
adalar, nehrin bükülüp dirsek yaptığı yerlerde küçük kumsallar manzaranın
parçaları.
Saraçlar Caddesi'nde ilerliyoruz. Solda bir yapının temelleri
görülüyor tellerin ardından. Kim bilir ne? Alış veriş yapmak ve gezinmek için
Semiz Ali Paşa‘nın Mimar Sinan‘a yaptırdığı kapalıçarşıya giriyoruz. 1569 ‘da
yapılan cami bugün bile ana baba günü. Durup iyi bir poz yakalayabilmek
mümkün değil. Zamanında altın, gümüş gibi kıymetli metallerin ve değerli taşların
ustalarını bir arada tutmak için yaptırılmış. Çok uzun bir çarşı ki sonradan
öğrendim ki 300 m imiş çarşının uzunluğu.
Buradan çıkıp
Rüstempaşa Kervansarayı'na girmeye çalışıyoruz. Başlangıçta açık bir kapı
bulamayınca etrafında epeyce dolanıyoruz. Sonrasında kapalı kapıya bir ihtimal
yükleniyorum ve kapı açılıyor. Mimar Sinan yapısı hanın içine giriyoruz.
Kanımızca akşam yapılacak bir düğüne ev sahipliği edecek yapının bir zamanlar
ortasında mescit ve şadırvan varmış. Günümüzde şadırvan var ama mescit Rus
işgalinde yıkılmış. Tekrar elden geçirildiği sırada Ağahan ödülünü kazanmış
yapı günümüzde otel olarak kullanılmakta. Üşenmeyip üst katlara çıkıp fotoğraf
çektik. Çıkarken kapıyı kapatmak için çekmem gerekti ama o ağır kapıyı kapatmak
için kapıyı kendime doğru çekerken aslında işkence mi çektim Allah bilir.
Şimdi sıradaki
yapı Eski Cami. Adından da anlaşılacağı üzere şehrin Ulu camii. Mimari açıdan
Bursa'daki, Kastamonu'daki benzerleri gibi çok kubbeli bir yapı. Kubbeleri
taşıyan ayaklar ise oldukça kalın. Burada var olan dokuz kubbe dört paye ile
(“ayak” kelimesi de aynı anlama gelir. ) taşındığı için daha geniş bir kullanım
alanı daha ferah bir görünüm mevcut. Süslemeler ise Bursa Ulu Camii'ndeki gibi
süslü hatlardan oluşur. İnşası 1414 ‘te tanımlanmış. Mihrabın sağındaki
duvardaki süslemede üzeri cam ile kapatılmış siyah taşın ise Kabe’ den
getirildiği söyleniyor. Burada iki rekat namaz kılmak bir gelenek haline
gelmiş. Burada dua edilince kabul olacağına inanılmakta. Ayrıca vaaz kürsüsü de
Hacı Bayram Veli‘nin kullandığına inanıldığı için anısına ve ilmine saygıdan
kullanılmamakta.
Buradan az ötedeki Üç şerefeli cami ‘ye geçiyoruz. Camiye
girerken yolun karşısındaki Sokullu Hamamı'ndan kalan tuğla tonozları görüyoruz.
Edirne'de beni en
çok etkileyen yapı işte burası oldu. 1438-47 yılları arasında ( kimi yerlerde
1443 yılı başlangıç olarak gösterilse de bana 1438 daha akılcıl geliyor) 2. Murat tarafından inşa ettirilen cami çok
kubbeli ulu cami tipinden tek kubbeli yapıya geçişin ilk örneklerinden biri
olarak kabul edilmekte. Alçak ama 24 m. gibi dev sayılabilecek ana kubbe insanı
epeyce sarsıyor. Tıpkı İstanbul'da Aya Sofya ile kıyaslandığında ne yazık ki pek
akla gelmeyen Küçük Aya Sofya gibi Edirne'de de burası Selimiye‘nin gölgesinde
kalmakta.
Mihrapta ayar terazisi denilen döner silindirlerden mevcut. Dikkatimi
çeken bir özelliği ise tüm pencerelerde renkli camlar kullanılmış.
Avlu revaklı ( portiko
deseydim daha havalı olurdu). Osmanlı tarihinde revaklı avluların görüldüğü
ilk örnekte burası. Selçuklu camilerinde de bu tip bir avlu olduğunu
hatırlamıyorum. Sadece Türk mimarisinde örnek olarak Mısır'da Tolunoğlu ve
Memluk dönemi camilerde revaklı avlular var daha öncesinde. Revaklardaki küçük
kubbeciklerdeki kalem işleri de tarz açısından bir ilk imiş.
Caminin dört minaresinin de işlemeli ve birbirinden farklı
olması da cabası.
İstemeye istemeye
vaktimiz daraldığı için camiden çıkıyoruz. Önce hediyelik badem ezmesi almak
için bize önerilen Keçecizade ‘ye gidiyoruz. Edirnenin Osmanlı sarayı kökenli kendine
has pek çok tadı, lezzeti var. Bunlardan birisi de badem ezmesi. Önerilen başka
bir firma ise Ezmecioğlu. Badem ezmesinin formülü Avrupa'ya gidip biraz
değişince ise karşımıza marzipan denilen tatlı çıkıvermiş.
Şehrin diğer bir tatlısı ise deva-i misk. Bu da saray
kökenli. Saray'ın burada olduğu günlerden birinde sultanın hasta kızlarından
biri bu tatlıdan yiyerek sağlığına tatlı da adına kavuşmuş.
Şimdi bakalım neleri atlamışız…
Şehirde önemli bir Musevi nüfus varmış. Hatta bugünlerde
yıkıntı olan zamanında Avrupa'nın en büyük havrasını kaçırdık. Bulgar Kilisesi'ni
ise gerçek anlamda bir zenginlik olduğunu sanmadığımız için aramadık bile.
İlginçtir, o kadar renkli ve garip bir şehir ki burası.
Anlatımı zor. Bahailerin bile en kutsal kentlerinden birisi imiş burası.
Bahailere ait bir ev ve bir de mezarlıktan bahsedilmekte.
Elbetteki ve ne yazık ki tabyalara da gidemedik.
Sonuç olarak Edirne için en az iki gün ayrılmalı gezmek için
diyorum. Ayrıca unutmadan http://www.edirnevdb.gov.tr/kultur/
adresinde Edirne ve Edirne'deki eserleri tanıtan kapsamlı bir pdf dosyası var.
Yapıların mimari özellikleri hakkında inanılmaz detaylı ve yararlı bilgiler
vermekte.
0 Yorumlar
Yorumlarınız