Semerkand
günaydın.
Kahvaltı
sonrası yollardayız. Çocuklar gene kapı önlerinde oynamaya başlamış.
Tanımadığımız insanların yanından geçe geçe gözlerine tanıdık gelmeye
başladığımız için verdikleri selamları alıyoruz. Yaşlıca bir adamın selamını geç
gördüm, sonra nasıl olsa denk gelirim diyerek dönmeye üşenip selam veremedim.
Daha sonra da adama denk gelemeyince adama karşı kendimi borçlu hissediyorum.
Allah biliyor içimi. Buradan yazayım”aleyküm selam”
Eski Farsça “taş” demek olan asmara kelimesi Soğd’ların kale demek olan kand kelimesi ile birleşince taşkale anlamına gelebilecek bu şehir oluşmuş. Anlaşılacağı üzere tıpkı Buhara gibi Semerkand’ı da kuran biz değiliz ama anlayacağınız üzere onları mamur eden biziz. Cengiz fırtınası buraları yok ederken her yere vuran Timur fırtınası bereketli, ılık bir meltem gibi buralara dokunmuş ve tekrar dirilmelerini, etrafındaki şehirleri de kendileriyle beraber ileriye taşıyabilmelerini sağlamış.
Registan’a
uzanmıyoruz. İyi biliyoruz ki o yöne gidersek orada kalacağız. Çünkü yapıların
güzelliğinin yanı sıra insanların renkliliği, ortamın curcunası insanı oraya
bağlıyor ve bundan bizde kaçamayacağız.
O nedenle sola sapıyoruz ve Cengiz’in yıktığı, Timur’un diriltip yücelterek başkent yaptığı şehrin ara sokaklara bırakıyoruz kendimizi.
Bibi
Hanım Camii ve türbesi ilk hedef. Hangi akla hizmet girdiğimi bugün
hatırlamıyorum ama beni oraya götürecek kocaman bir cadde varken neden 8 Mart sokağından
girdim bilmiyorum. Ya sokağın darlığı sabahın bu erken saatinde bile gücünü
göstermeyen and içmiş güneşten beni koruyacak dedim yada ulitsa yazısını görüce
sanki Balkanları turluyorum sandım, kim bilir. Buhara direkt gelen, yakan bir
güneş; Semerkand ise biraz ılık dahi olsa boğan bir sıcağa bağlı. Şehrisabz
sıcağına girmiyorum; onu anlatacak gücüm yok, tüm gücümü ona dayanmak, direnmek
için harcadım.
Yol
bizi önce Bibi Hanım Camii’ne götürdü. Harika bir yapı. Ama gene üzülerek
söylüyorum 1900’lü yılların başlarına dek zamanın insafına bırakılmış ve Sovyet
uzmanlarca elden geçirildiği için günümüze ulaşabilmiş bir yapı daha. Etrafını
dolanırken daha da net bir şekilde zamanın acımasızlığını, Rus uzmanların
çıkardığı işin büyüklüğünü ve orijinal yapının haşmetini anlayabiliyoruz. Öyle
böyle bir yer değil. Timur’un Delhi seferinden elde ettiği ganimetle yaptırdığı
bu yapıyı Timur daha sonra beğenmemiş.
Tüm Timur dönemi eserler elden geçirilirken Şeybani Hanı 2. Abdullah bunları durdurtmuş. Bu adamın genel olarak Timurilere ve onların yaptıkları hemen hemen her şeye bir garezi var gibi.
Yapının
etrafında güzel hediyelikçiler var. Epey dolandık. Tam karşısında ise Bibi
Hanım’ın türbesi yer almakta. Tek başına olsa, bu da “vay be” dedirtecek bir
yapı ama komşusunun güzelliği karşısında eziliyor.
İlerliyoruz.
Güzel bir noktadayız.Aşağı solda Siab Bazar ilerilerde ise Şah-ı Zinde
Mezarlığı...
Siab
Bazar her şeyin bulunabileceği bir pazar yeri. Mesela kadının bizi iki kurt azı
diş sattı. Aslında kurdun postu da vardı da taşınmaz dedik zaten hayvana da
acımadım değil. Görünene göre genç bir hayvanmış. Uğur getiren bir ongun olarak
gördüğümüzden aldık, alırken de enerjisi kaçmasın diye çirkeflik edip pazarlık
etmedim.
İlk kısımda kurutulmuş meyve sebze var. Kavun kurusu değişik, inanılmaz derce de şekerli bir besin. Acayip, saf, kristalize şekerler var. Diğer gezginlere yapıldığı gibi bize bol bol beleş şeyler vermediler ama istesek alabilirdik sanıyorum. Zaten tatmamız konusunda da bonkörlerdi.
Meyve,
sebze pahalı. Türlü alet, edevat, pılı pırtı var. İzmir Kemeraltı burada Çin
malları ile boy ölçüşen en büyük dünya markası. Timur’un feth ettiği İzmir;
Semerkand Pazarı'nda Çinliyle mücadele etmekte. Ama biz de bir ton ıvır zıvır
sorduk, alış veriş yaptık; normalde almam dediğim pek çok şeyi alıp yolumuza
devam ettik. Eğlendik gezinirken. Sonuçta bizdeki pazarlar gibi. Bizim dilimiz,
bizim insanımız. Bizim familyanın Türk olduğunu duyunca çok gururlandılar. –
Bana pek ilgi gösterilmedi ama, neyse – bol bol fotoğraf çektirdiler.
Sıcakta
yürümekten perişan olduğumuz için pazar çıkışındaki çimenlik alanda oturduk.
Sulama yapılan yerlerdeki fıskiyelerde ayaklarımızı yıkadık ve serinledik.
Hedefimiz Şah-ı Zinde. Uzaktan yakın görünse de güneş altında mesafe gözümde büyüdü. Gene de yürüdük. Burası türbelerden ve mezarlardan oluşan bir tepe. Yan tarafında Efrasiyab Antik Kenti var ama bir çalışma görmedim. Gerçi bu güneşin altında çalışmak intiharımsı bir davranış sayılabilir.
Rivayete
göre peygamberimizin amcaoğlu Kissam ibn Abbas buraya gelip dini yaymaya gayret
ederken burada öldürülünce, gömüldüğü bu tepe mübarek sayılmış ve hemen hemen
her kültürde de olduğu gibi burada da mübarek kişiye yakın olalım zihniyeti ile
etrafı dolmuş. Aslında bunlar orjinal türbeler de değil. Cengiz ve taifesi tüm türbeleri
temellerine dek yıkmış; Timur ve özellikle de torunu Uluğ Bey tekrar dikmiş.
Kalabalıklar giriyor ve dualarını okuyup çıkıyorlar. Ferah bir yapısı var ve soğuk içme suyu veren hayratlardan istifade edilebiliyor. Türbeler Orta Asya stili, turkuaz kubbeli. Hayratın olduğu yerde dinlenirken Bibi Hanım Camii’e doğru bakıyorum tekrar. İhtişamlı ama kesinlikle hantal değil. Mükemmel. Timur burayı yaptırtırken “Semerkand’ın tüm erkek nüfusu Cuma vakti için geldiğinde buraya sığabilsin” talimatını vermiş.
Epeyce
dolandık hatta ben bizimkileri güvenli bir ağaç altına bırakıp kendi başıma biraz
daha turlandım. Eskiden olsa buralarda nasıl da dolanırdım. Ama kene olayından
sonra biraz çekingenlik üzerime sinmiş durumda. Gene de mezarlığın nispeten
ıssız bölgelerine de girmedim değil. Şunu anladım. Cengiz Han bir belaymış
insanlığın başına ama zamanın kendisi Cengiz’e rahmet okuturmuş.
Aşağı
indim bizimkiler ahbaplar edinmişler bile. Polislere de sordum. Uluğ Bey
Rasathanesi'ne giden araç var mı diye. “Var” dediler “taksi”. “Yürünmez mi?”
dedim, gülerek güneşi işaret edip “bunun altında mı?”diye cevapladılar. Cevabı
aldım. Küçük bir aile istişaresi ile geze geze dönelim ama Siyab Pazar’ın orada
bir şeyler yiyelim kararını aldık.
Yol bitmek bilmedi. Hem sıcaktan hem de bilimum dükkanlara girip çıkmaktan... Oğluma, “Kazakistan pahalı ne alacaksak Özbekistan alabiliriz” demiştim demesine de Özbekistan da ucuz gelmedi gözüme. Aylık geliri 250, 350 dolar aralığındaki insanlar bu uyduruk dükkanlardan bile alış veriş edemez bence. Gerçi bizim ülkede de fiyatlar uçmuş. Semerkand pahalı gelince, “ülkemizde alırız, tekstilde iyiyiz hem para yurtdışına çıkmasın” demiştim. Neyi seçtiysem elimde patladı anlayacağınız.
Normalde
bir pazar yerinde yemek yemem. Ama burada başka bir yer bulamadık. Güzeldi.
Şaşlıklar biraz yağlıcaydı ama büyüktü. Ayran ise iki haftalık yolculuğumuzda
gördüğümüz en iyisiydi. Büyük bir tas içinde geldi ve içecekten çok soğuk çorbayı
andırmaktaydı. Normal bir ücret ödedik ve pazarı bir tur daha dolandık. Ben Özbek
şapkalarından alıp gezineyim dedim ama beğendiğimi bir daha bulamadım. Alana
hayırlı olsun.
Registan etrafına doğru ilerledik yemek işini halletmenin keyfi ve bu süreçten elde edilen enerjinin etkisiyle. Burada da epey takıldıktan sonra otele dinlenmeye döndük.
Akşam yemeğini aynı yerde yedikten sonra Registan Meydanı’na gittik. Geceleri burada ışık ve ses gösterisi yapıyorlar. Güzel, hoş ama olmazsa olmaz değil. Gece de kalabalık. Yaklaşık bir saat kadar süren gösteriden sonra son günümüze hazırlanmak için otele döndük.
0 Yorumlar
Yorumlarınız