Timur’un türbesine doğru ilerliyoruz.
Ortalık ana
baba günü. Yerlisi, yabancısı, zengini, fakiri hemen hemen herkesi huzuruna
getirtmiş büyük komutan. Timur benim için büyük bir kişilik. Hatta beni boş
verin, Atatürk’ün hayranlıkla bahsettiği “ben onun yaptıklarını yapamazdım ama
o benim yaptıklarımın fazlasını yapardı” dediği bir asker. Büyük bir adam.
Hepsinden ve her şeyden önemlisi Türk olduğunun farkında ve bundan ölesiye
gurur duyan bir atam.
Türbe
görkemli ve en az yapının kendisi kadar görkemli bir taç kapıdan giriş
yapılıyor. Görünen o ki burası da aslında büyük bir külliyeden geriye kalan bir
kaç parçadan biri ama ne parça...
Sağda
solda yer alan duvar kalıntıları burada hamam ve kervansaray gibi bir şeylerin
olduğunu işaret etmekte. İçeri giriş 30,000 som neredeyse 2,5 – 3 dolar.
Timur ölümünden sonra kendisini rahatsız etmesinler diye bir beddua okur. Nadir Şah bunu umursamaksızın türbedeki yeşim taşından bir kitabeyi Şiraz’a götürür. Ama İranda büyük bir deprem olup ardında şah ciddi bir hastalığa tutulunca o korkuyla taşı aldığı yeregeri koydurur sonrasında da iyileşiverir.
Burada bitmez bu hikaye. Sovyetlerin dinsiz ve hadsiz yönetimi de buraya musallat olur. Burada kazılar ve araştırmalar yapılır. Gerçi halk lanet konusunda uyarmıştır ama Allah'ı tanımayan adamlar kul Timur’u ve lanetini mi takar. Devam ederler. Elektrik sistemi çöker önce ardından da vinçler bozulur. Ama kafir inatçıdır, sonunda başta Timur’un lahdi olmak üzere tüm sandukaları açarlar. Timur’un cesedi iyi bir şekilde, bütün olarak o güne ulaşmıştır ve hemen yüzünün alçıdan bir maskesini alırlar ve cesedi bir Moskova’ya naklederler. (internette Timur’un mezarının açıldığı orijinal görüntüler var. Cesetten bir şey kalmamış sadece kemikler görünüyor.)
Ve lanet işler ve Naziler Ruslara savaş açar. Neredeyse bir seneyi aşkın bir süre naaş incelenir. Gerçekten de aksaklık vardır. Gerçekten de savaşta aldığı bir yaradan kaynaklıdır bu durum. Boyu da o dönem için çok uzundur. 1,73 Ankara Savaşı’nda rakibi olan ve Avrupalı diplomatlarca akılca ve vücutça br dev denen Stefan Lazaroviç’te 1,77 ‘dir.
Sonunda
büyük masraflarla naaş Semerkand’a geri gönderilir. Allah’ın bileceği iş ama
savaşın kader de değişir ve Sovyet orduları karşı saldırıya geçer.
Dış
yüzeyleri muhteşem çinilerle kaplı türbenin içi dışıyla kıyaslanamaz. Dışına harika
diyen ben içi için bir söz bulamıyorum.
Ana
kubbenin altında Timur ve ailesinden gelenler ve Timur’un hocası yatmakta.
Timur çok sevdiği ve saydığı, yanından ayırmadığı hocasının, Seyyid Bereke’nin
ayak ucunda yatmakta. Çok zarif bir düşünce. Timur’un lahdi neredeyse siyaha
çalan koyu yeşil yeşimtaşından olan. Oğulları Şahruh ve Miranşah ile efsanevi
Uluğ Bey ile beraber yatan iki torunu daha (Muhammed Sultan ve Pir Muhammed)
kadroyu tamamlıyor.
Bakınıyorum.
Dünyanın en kudretli adamısın, insanların hatta toplumların kaderleri iki
dudağının ucunda ve şu an bir kat aşağıda tabutunda yatıyorsun. Fatihamızı
okuyoruz ailecek.
Türbeden çıkarken son bir kez daha dönüp dua ediyorum ve anayasasının ilk maddesini tekrar ediyorum. “Türklüğü yüceltmek için yaşa, Türk’e kılıç kaldıran kolu kır”
Şimdi
diyoruz ki “Urkut’a gidelim”.Gidelim de nasıl? Türbe çıkışı bir taksici
musallat oluyor, “hayır” cevabını alınca bozulup “bu güneşin altında yürü de
gör gününü” diyor. Yola çıkıyoruz. “Registan’a gider oradan aktarma yaparız”
diye düşünüyoruz. Şoför bizi ikna ediyor. Daha doğrusu güneşin etkisiyle ikna
oluyoruz.
Yaklaşık bir saatlik bir yolculuğun ardından Urkut’a ulaşıyoruz. Paramız pul olmasaydı buralarda krallar gibi gezerdik. Yazıklar olsun. Gerçi buna da şükür.
Orta
Asya’nın en büyük pazarı denilen Urkut Pazarı'ndayız. Çocukluğumun Salı Pazarı
adeta. Her kalitesizlikte ıvır zıvır var. İnsanlar iletişime oldukça açık hemen
muhabbet kurulabiliyor. Gene de bir çok şey alıyoruz. Ucuz, değişik ve satıcılar
gerçekten de aldırıyor. Hatta fazladan bozdurduğuma inandığım 50 doları da
bozabilmem için seferber oluyorlar. Parayı bozduran kadın suzani denen
yastıklardan tanesi 3 dolara satmaya çalışıyor. “Kullanmıyoruz” diyorum ama
Türkler İstanbul'dan gelip çuval
Ucuza
bavul buluruz demiştim ama yok. Pılı pırtı inanılmaz kalitesiz. Kemerler fena
değil. Beğendiğim bir tanesi İzmir malı çıktı. “Pes” dedim.
Yemek
için pazar içinde bir dükkana girdik. Salaş ötesiydi. Dükkanı yöneten kadın
İstanbul'da çalışmış, üşenmedi bizim yanımıza geldi, oturdu bizle sohbet etti.
Tüm bu binayı bizde kazandığı parayla yaptırmış, çocuklarını evlendirmiş.
Sonrasında da yeter bu kadar deyip dönmüş. Gözlemlediğim şöyle bir şey var.
Özbekler yeteri kadar kazandıklarına inandıkları zaman memleketlerine
dönüyorlar. Bir de bu kadar insan içinde bizleri hayır dua ile anmayan yok.
Laf lafı açtı. Bizim oraların çok bozulduğuna geldi konu. Gelinleri İstanbul’a gitmiş. En son “burada Suriyeliler var, iş bulmama yardım edecekler” benzeri bir mesaj göndermiş sonrası kız sır olmuş. Anası, babası, kocası gelmiş ama yok. Nasıl bulunsun ki koca İstanbulda? “Ya boğup bir yere attılar ya birilerine sattılar” diyor çaresizlikle. Baba oğul birbirimize bakınıyoruz. O an oralarda Arap birini görseydik Timur’a rahmet okuturduk.
Bu
Asyalı kardeşlerimizin bizim memlekette çektikleri eziyetin haddi hesabı yok.
Türk olmak yerde zor ama Türkiye'deki de anlaşılmaz bir durum.
Dönüşe
gidiyoruz. Büyücek bir minibüse binip yaklaşık bir saatte Registan'a dek güzel
manzaralar eşliğinde yol alıyoruz. Şehir dışında bir yerde bizi indiriyorlar.
Koşa koşa önde bekleyen otobüse koşup yaptığımız aktarma ile Registan
yakınlarında bir yere geliyoruz. Az biraz yürüyüş ve ardından mola verdiğimiz
yerde bir, iki soğuk bir şeyler içerek vakit geçiriyoruz.
Eşim Registan’a girmeye istekli değil. Böyle görkemli yerlerin içlerinde pek bir şey olmadığını söylüyor. Ben de açıkçası farklı düşünmüyorum ama oğlum çok ısrarcı. Buralara kaç kere gelebiliriz diyor, sonuçta ona uyuyorum.
Registan’a
giriş adam başı 50000 som. Farsça kumluk kelimesinden geliyormuş. Registan’da eskiden gelen kervanların konak
noktası olduğu için zemine kum dökülür böylelikle etrafın batmasının önüne
geçilirmiş.
Üç
büyük medrese var. En eskisi 15.yy ‘dan 1417 -1420 yılları arasında inşa edilen
Uluğ Bey Medresesi. Bizzat Uluğ Bey’in ders verdiği, genelde de din dışı
bilimler üzerinde eğitim verildiği medrese burası. Uluğ Bey bizim topluma bugün
için bile bir kaç gömlek fazla biri. Buhara'daki medresesinin girişinde yazan
yazı bile bizden ne kadar uzak olduğunun kanıtı. “Aklını aydınlatmak her
müslüman erkek ve kadının görevidir”
Diğerleri
Tillekari ve Şirdar Medreseleri. Bunlar Şeybani Hanlığı döneminde yaptırılmış.
Burası
benim için efsanevi bir öneme sahip. İlkokula başladığıda alına ansiklopedinin
sayfalarında burası da vardı. Gitmeyi hayal etmiştim 40 küsur yıl önce. Elbetteki
o zamanlar buralara gelebilmek anca hayal idi. Sovyet döneminde nasıl olacak da
buralara gelinebilecekti ki? Allah nasip etti ve Komünist Rusya çöktü. Halklar
özgürleşti. Umarım Putinist Rusya da çökünce biraz daha gevşeme söz konusu
olacak.
İlk girilen medrese Uluğ Bey Medresesi. İçinde hediyelik eşyaların satıldığı çok sayıda mağaza var. Ortasındaki avlu ise kafeterya olmuş. Ders verilen kısımda ise büyükçe bir sergi var. Müze gibi de algılanabilir. Semerkand'da özellikle de Registan'da bulunan eserler sergilenmekte. Sergi sonundaki oda ise Uluğ Bey’e adanmış, onunla ilişkili evraklar, çizimler vb var.
Bir
dükkanda dolanıyoruz. “Almayacağız” desek de mallarını anlatmayı seviyorlar.
Üst kata da çıkıp balkondan çevremize bakınıyoruz.
Bir
sonraki medrese Tilyakari Medresesi. Tilyakar altın işleyen, kuyumcu demek. Yaldızlı
Medrese olarak da anılıyor bu mekan. Buranın da avlusu oldukça güzel ama
nispeten sade. Medresenin içi ise çılgınca diyebileceğim düzeyde. Çiniler,
bezemeler çılgınca. Sanki yüzyıllar önce adamlar “fotoğraf makinası diye bir şey
icat olacak. Gelip fotoğraf çekeceklere güzel bir şeyler yapıp bırakalım”
demiş. Tarifi zor bir mekan.
Son olarak
Şirdar Medresesi’ne giriyoruz. Bu medresenin adını giriş kapısının üzerindeki kaplandan
gelmekte. Şirdar “Aslan Kapısı” olarak da çevrilebilir. Aslanlar asimetrik bir
şekilde birbiriyle yüz yüze olacak şekilde küçük geyikleri kovalıyor. Burada
vurucu olan nokta ise aslanların insan yüzü ile betimlenmiş olması. Eski dönem
Avrupa gravürlerini andırıyor.
İçine
giriyoruz. Buranın da iç avlusu dükkanlarla çevrili. En uçtaki dükkandaki kadın
bize el ile ”gel gel” yapıyor. “Yok, bir şey almayacağız, bakınıyoruz sadece”
diyoruz. “Olsun” diyor, “en sondaki medresenin en sonundaki dükkan burası.
Kimse gelmiyor, kalabalık görünür”.
Sonra
ekliyor, “Türkçe konuşmasanız Türk olduğunuzu anlamazdım”
Oğlan neşeyle, “Türkiyede olsan kavga sebebi” deyip nereliye benzetildiğini soruyor. Kadıncağız “Fransızlara benzettim” diyor. Aradığımız muhabbet buradaymış meğer. “Burada da kavga sebebi abla” deyip beni nereli sandığını soruyor. “Amcayı Rus sanırdım” diyor kız kahkahalarla gülüyoruz.
Ah
garibim Bora... Amca olmana mı Rus sanılmana mı yanayım? Yok en iyisi buralara
gelmeyi nasip ettiren, bu insanlarla kendi dilimizde muhabbetler yapıp
kahkahalar attıran Tanrına şükret.
Kız
ağzımızdan girip burnumuzdan çıkıp bize de bir şeyler satıyor. Helal olsun.
Buradan çıkınca resim müzesi gibi kullanılan sekizgen bir binaya giriyoruz. Ardında Şeybani Hanedanlığı'nın önemli kişilerine ait mezarlar var.
Otele
dönüyoruz. Biraz dinlenip yemek için “Milli Taamlar”a gidiyoruz. Son yemek.
Bizimle ilgilenen kızla vedalaşıyoruz. Burada iyi yemek yedik.
Otelde
son hazırlıkları yapıyoruz. Otelci ile de vedalaşıyor taksi geldiğinde.
Semerkand
Havalimanı da bizimkiler tarafından renove edildi. Harika görünümlü, temiz,
ışıl ışıl bir bina. Bizimkiler istedimi harika işler yapıyor, bu aşikar. Keşke
hep istekli olsak. Kalan Özbek Som’larını döviz büfesinde bozduruyorum.
Sokaktan çok da farkı yok. Bozamadığı artan para ile de kuruyemişçiden bir
şeyler alıyoruz. Özellikle erik kurusu için tekrar gidilir. Bademler de
harikaydı.
Özetle
yanlış zamanda gitmiş olsam da harika bir gezi oldu. Belki çoğu yere giremedim,
gidemedim ama öyle insanlara denk geldim ki... Gerçekten kelimeler yetersiz
kalıyor.
Son olarak şunu söylemek istiyorum, mutlaka ama mutlaka gidin.
0 Yorumlar
Yorumlarınız