Takip Et

8/recent/ticker-posts

Doğu Anadolu Turu : Gün 2


Sabah kahvaltımızı yapar yapmaz yola çıkıyoruz. Eşyaları otelde emaneten bıraktık ve oteldekilerden en ufak olumsuz bir tepki gelmedi. Zaten görevli çocuk Divriği'li olduğu için nereleri görebileceğimizi bana anlatıp birkaç tane de rehber mahiyetinde broşür bana temin etmişti.

Terminale gittiğimizde ilk otobüsün erken bir saatte olduğunu öğrendik ve iki saat sonraki araca yer ayırttık. Zaten topu topu iki firma gidiyor ama şu saat diye net bir şey diyen yok. Dolayısıyla beklemek yerine paşa paşa şehri bir de gündüz gözüyle görmek için dönüyoruz.

Buruciye Medresesi sabah kapalı. Ama gündüz gözüyle yıların yaptığı tahribatı fark edebiliyoruz. Zaten restorasyonlarda konulan taşlar kendini belli ediyor. Ama gene de taç kapısı çok güzel. Buradan Şifaiye  ‘ye gidiyoruz. 1217 yılında İzzettin Keykavus tarafından yaptırılmış. Günümüzde burası da restorasyonda ama kapıyı itince içeri girebiliyoruz. İçeride çalışan adama selam verip sessizce, bir ruh gibi ana avluda biraz dolanıp bakınıyoruz.  Geçmişten günümüze çok şey kalmamış ama biraz dikkat ederek bakarsanız geçmişin izleri duvarlarda, tonoslarda her yere görüyorsunuz. Ek olarak İzzettin Keykavus 1220 ‘de öldüğünde medrese içerisindeki bir kısımda gömülmüş. Yani sultanın türbesi de burada.

Gece her nereyi gezip, nereye kadar gittiysek aynı rotayı gündüz gözü ile de yapıp yine zor bela minibüse son saniyesinde yetişerek Divriği ‘ye gidiyoruz.

Aracın gene en önündeyiz. Bunu devamlı inanılmaz derecede iyi giden şansımıza yoruyorum ki Çağlar da bu konuda benden farklı düşünmemekte. Yol inanılmaz derecede tek düze. Sanki Suriye'de, Palmira ‘ya giden yolda olduğumuzu düşündüğüm anlar oluyor. Gayet kıraç manzaraları uçarcasına saatte yüz km ‘nin altına inmeksizin geçiyoruz. Uyumamak için kendimi zorluyorum. Çare olarakta şoförle konuşmayı görüyorum. Neyse ki adamın benden geri kalır yanı yok

Sivas çıkışının artık ağaçlandırılmaya başladığını söyleyerek başlıyor konuşmasına. Definecilerle başlayan konuşmamız daldan dala atladıktan sonra Kangalda verilen mola ile kesilip yola koyulmamız ile tekrar başlıyor. Kangal ise ufak bir yerleşim. Köpeğinin yanı sıra balıklarının şifalı olduğu söylenen kaplıcaları ile de meşhur.

Divriği ‘nin etrafında çok fazla maden olduğunu söylüyor ben çok yıllar sonrasında yeni bir Kapadokya olacak diye bir yerlere bakarken. Şu an yabancılar tarafından işletilen bir altın madeninin olduğunu ve çalışanların 2500-4000 TL maaş aldıklarını söylüyor. Bunun burası için çok iyi bir para olduğunu düşündüğümü söylediğimde hepsinin iki sene sonra hastalandıklarını, testislerinin alındığını anlatıyor.

Sonunda Divriği ‘ye ulaşıyoruz. İner inmez ilk iş dönüş biletini ayarlıyoruz. Tamamen rastlantı eseri yola çıkmadan bir hafta önce TRT ‘de yöreyi anlatan bir belgesele denk gelmiştim. Divriği ‘nin halihazırda yıkılmaya direnen konakları anlatılmaktaydı.

Zaten ilginç bir tarihi var bu kasaba ve çevresinin. Anadolu'nun heretik tarihinin bir başka safhası da burada yaşanır. Paulikan yada Pavlikan denilen düşünce akımı Samsatlı Paulus ‘un felsefesini takip etmiştir. Buna göre dünyadaki kötülüklerin kaynağı kilisenin kuralları ve İstanbul'daki imparatorun yönetimi hatta varlığından ötürüdür. Bizans'ta ikonalar kırıldığında kilise ile savaşan İstanbul yönetiminin yanında mücadele ederler ama rüzgar tersine dönünce ortada kalırlar. Önce Araplara sığınırlar ama bu çok sürmez. Önderleri Karbeas, Paulikanları Divriği ‘ye getirir. Bizanslılarla yapılan bir savaşta öldürülse de yerine geçen generali savaşa devam eder. Efes'teki katedralin vaftiz havuzundan atlarına su içirip kilise otoritesini aşağılar hatta rivayete göre Kadıköy ‘e dek gelir ama denizi aşamaz. Hamle sırası Bizans'tadır ve onlar Divriği ‘ye girer ve Anadolu'daki tüm muhalif Hristiyan gruplara yaptığı katliamlardan birini daha yapar, şehri yakarlar. Her nasılsa canlı kalanları ise Trakya ‘ya sürüp asimile ederler.

Divriği ‘nin küçük çarşısına giriyoruz. Çarşı içerisinde ekonominin epey daraldığının işareti olan kapalı dükkanları fark ediyoruz. CHP tarafından kullanılan yapı çarşı içindeki en güzel konak. Bulunduğumuz yerden kaleye bakıyoruz. Bu güneşte çıkmamız çok zor görünüyor. Ama epeyce yıpranmış olduğu belli.

Yokuş yukarı yürüyoruz. Kasabanın ortasındaki bir kümbetin solundan dönüyoruz. Her zamanki gibi kahvaltı ile duruyoruz ve akıl edip içecek bir şey de almış değiliz. Yine de karşımızda görünen Ulu Cami bunu unutturuyor. Cami ile ilgili bulabildiğim en detaylı ve işe yarar siteler  http://www.divrigim.com/divrigiulucamii.asp ve http://www.divrigiulucami.net.tc/ Gitmeden önce buna bakmak gerekli. Bu siteye denk geldikten sonra acaba hiç mi gezmedim diyorum.

Neyse, yapı sadece camiden ibaret değil. Tipik Türk mantalitesi olarak aslında bir külliye. Cami kısmı Mengücekoğlu beyi Ahmet Şah tarafından 1228 ‘de yaptırılmış. Yapının sağında bitişik duran kısım olan darüşşifa ise eşi Melike Turan tarafından yaptırılmış. Bir zamanlar var olan kısımları ise daha modern bir Türk mantalitesi olan “yok olmasına aldırış etmemek” davranışı ile kaybolup gitmiş. Mimarı Ahlatlı Hürremşah. Zaten Ahlat'ta taşa can verildiğini Selçuklu Mezarlığını seyrettiğimden beri biliyordum ama canlı görmek ayrı bir duygu imiş.

Cami kısmına tek şerefeli güdük bir minare var. Kubbe ise kümbet tarzı. Ortada bir kubbemsi çıkıntı var ama bunu pembeye kim boyamış bilinmez. Zaten bu yapının restorasyonu son yılların üzerinde en çok konuşulan konularının başında gelmekte. Yapı kesme taştan yapılmış. Arkasında fon görevi yapan yamaçla uyumlu kum rengi bir yapı. Fakat olay yapının taş işçiliğinde saklı.

Önce yapıya sol tarafından yanaştık. (Kuzeyinden yani) Hali hazırda kapalı olan harika işlemeler ile çerçevelenmiş bir giriş kapısı bu. Aslında yapının orijinal giriş kapısı da bu ama elli yılı aşkın süredir kapalı tutulmakta. Bu kapıya kuzey taç kapısı da denmekte ama kale kapısı, cümle kapısı ve gayet hak ettiği gibi cennet kapısı gibi isimleri de var. Bu girişte iki emanet sandukası varmış. Kapının üzerinde ayet-el Kürsi yazılmış. Harika bir iş.

Caminin giriş kapısından içeriye giriyoruz. Dışarıdaki öldürücü sıcaktan sonra burası cennet gibi geliyor. Halılar sanırım yeni döşenmiş. Yüksek tüyleri sanki çimlerde yürüyormuşum gibi hissettiriyor. Yapının içi dışındaki işlemeler ile kıyaslandığında çok sade ama içerisindeki işlemeleri diğer camiler ile kıyaslarsanız pek çoğunu açık ara geçer.

Önce minareye belki çıkabiliriz diye merdivenlere yöneldiysekte kapalı bir kapı tarafından püskürtüldük. Tavanı çok sayıda taş kolon sırtlamakta. Ama sırıtan, gözü yoran tek bir şey bile yok. Her bir küçük kubbenin içi ayrı bir taş şekil ile düzenlenmiş. Sütun başlıkları kalın ama zarif. Ne can sıkan, insanı boğan nakış yükü ne de insanı bakmaktan soğutacak basitlik var. Her şey dengesinde konulmuş

Mihrap basit gibi görünmesine rağmen insanı yutacak bir çiçek gibi yaklaştıkça insanı kendine çekiyor. Minber zamanın birinde çalınmış. İstanbul'da bulunup geri getirilmiş. Rivayete göre iki usta on iki senede bitirmiş. Elbette ceviz, elbette kündekari. Aslında o kadar çok şey çalınmış ki camiden. Kimi bulunabilmiş kimisi kim bilir nerede…

Çıkıyoruz. Artık kapıları anlatmıyorum. İki kafadar hayranlığımızı dile getirmeye çalışıyor ama pekte sağlıklı cümleler kuramıyoruz. Ama yapamayacağım. Mesela bir kapının köşesinde çift başlı bir kartal ile tek başlı bir kartal var. Çift başlı ve dik duran Selçukluları, tek başlı olan ise Mengücekleri simgeliyor. Zaten boynu bükük. Neden derseniz yanında bulunduğu çift başlı kartalın yani Selçukluların hakimiyetine boyun eğdiğini işaret ediyor.

Çıkıp darüşşifaya geçiyoruz. Sade bir eyvan bizi karşılıyor, tam ortasında yer alan küçük havuzda zarif bir detay var. Çift kanaldan gelen su havuzu doldurduğunda elbetteki taşmıyor, Küçük bir kanal suyu dışarı tahliye ediyor. Ama bu kanal öyle zarif bir spiral ile yapılmış ki…

Eyvanın solundaki kısımda Mengüceklere ait sandukalar var. Çağlar çağırıyor beni. Böyle bir yapıyı yaptıkları için, ülkemizdeki türlü okumuş görgüsüze rağmen kültürümüzü gösteren başka bir deyimle boynumuzu dik tutturan böylesine bir yapıyı yaptıkları için bende görevimi yapıyor, sessizce duamı okuyorum.

Bir kadın tarafından yaptırılan ve kadınlar tarafından işletildiği söylenen bir yapı. Üst katındaki odacıkları dolanıyorum. Pencereden dışarı bakıp yüzyıllar öncesinin iptidai tıp imkanlarını düşünüyorum. En azından burada insanlar su sesi ve Kur ‘an eşliğinde iyileştirilmeye çalışılmış. Hayran olmamak elde değil


Soluklanmak için dışarı çıkıp gölgede kalan taç kapısında serinliyoruz. Başka detaylara denk geliriz diye yapının arkasından dolanarak geldik ama ön kısımla karşılaştırdığınızda burada çokta bir şey yok. Sadece geçmiş restorasyonların birinde kapatılan “şah kapısı” mevcut. Oturmuş zamanın gelmesini bekliyoruz. Ne zamanı derseniz mimar Hürremşah sadece taşa can vermekle yetinmemiş. Zamanı ve gölgeleri de kontrolü altına almış. Nasıl mı? Anlatayım…

2005 yılında bir Japon grubu buraya geldiğinde rastlantı eseri ikindiye doğru kapıya pervazdan vuran gölgenin kıyamda duran birine benzediğini fark ederler. 800 yılda neden bizden biri fark etmemiş demeyin lütfen çünkü biz neyi fark edebiliyoruz ki… Neyse bende bunu rastlantı eseri bir akşam önce otelci çocuktan öğrenmiştim. Kısmetmiş kapıda bekleyen çocuklara sorduğumda bizim orada olduğumuz saatlerde görebileceğimizi öğrendik. Ama gölgede konuşurken rastlantı eseri saati hatırladım ve koşa koşa gittik.

Gerçekten de gayet açık bir şekilde kıyamda duran bir gölge var. Oraya gelen bir grubun da gölgeyi görebilmesini sağladık. İlginç, şaşırtıcı bir olay. Sonradan öğrendim ki sabah 7 ‘de taç kapısında namaz kılan bir kadın, 9 ‘da ise şah kapısında Ahmet Şah ‘a ait olduğu varsayılan bir kafa silüeti daha belirmekte imiş. Ben bunu görebildiğime şükrediyorum.

Sözün özünü gene Evliya Çelebi demiş her zamanki gibi. Özetle, günümüz Türkçesi ile  "Üstad, mermer bu camiye öyle emek sarf edip, kapı ve duvarları öyle nakış bukalemun eylemiş ki, methinde diller kısır, kalem kırıktır."

Caminin önünden Divriği ‘ye bakıyorum. Yeşili var olan bir yer. İlerilerde orijinal konaklar belli oluyor. Onlara gitmek için ara sokaklara dalıyoruz. Yaşayan, konak olmasa da orijinal evlerin arasından geçip önce bir kümbete uğruyoruz. Nureddin Salih Kümbeti ‘nin önünden kasabaya bakıp tekrar çarşıya oradan da yolun karşısında konakların olduğu bölgeye geçiyoruz. Geçmeden büyük bir hamam daha var. Bir kaç yıl öncesine dek yani restore edilmeden evvel çalışıyormuş. Restorasyon sırasında modern çözümler üretmek istemişler. Böylelikle hamamın su sistemi bozulmuş. Bazı işler demek ki kopya çekip mezun olunan okuldan alınan eğitimle yapılamıyor. Neyse…

Karşıya geçiyoruz. Belgeselde gördüğüm konaklardan birine denk geliyoruz. Burada tarihi konakların üzerlerinde bilgi mahiyetinde plaketler yerleştirilmiş. Böylelikle yapılar hakkında bilgi sahibi olabiliyorsunuz. Daha fazla konak görebilme umuduyla yoldan birini çevirip soruyoruz. İnsanlar epeyce yardımcılar burada da. Fakat vaktimiz olmadığı için sokaklara dalamıyoruz. Ama gene de elimizden geldiğince büyük bir yay çizip çarşıya dönüyor ve uzun dönüş yolculuğumuza başlıyoruz.

Terminalde ilk iş olarak planladığımız gibi, Erzurum’a gidiş için bir otobüs bulmamız gerekiyor. Tam gece yarısı kalkan daha önce adını hiç duymadığım bir firmanın otobüsünü buluyoruz. (35 TL) Fakat terminalden şehre giden halk otobüslerinin hepsi boş ve yarım saatten önce hiç biri şehre gitmeyecek deniyor bize. Yürümeyi bir seçenek olarak düşünürken şoförlerden biri bizleri alıyor ve servisi dışında olduğunu ama zaten eve gideceğini yolda kalanları toplayıp iftara yetiştirip sevap kazanacağını söylüyor. Tahmin edersiniz ki ilk dualar bizden geliyor.

İlkin terminalden dışarıda yeni yapılan modern apartmanların önündeki Aksu denilen parkın yanından şehre giriyor ve bizi merkezde indiriyor.

Önce karnımızı doyuruyoruz.  Sonrasında yine meydanı geziyor ardından hiç giremediğimiz Ulu Cami ve  Gök Medrese ‘ye yöneliyoruz. Etraf çok karanlık ve mekan restore edilmekte olduğundan kapalı. Gene de içeri girelim derken içeriden elen köpek sesi bizi frenliyor. Nede olsa burası Sivas ve şehrin kendine has, Afrika ‘da çitaları bile parçalayan bir köpeği var. Bu nedenle olabilecek en iyi açıdan fotoğraf çekmeye çalışıyorum ama tripod getirmemekle iyi etmemişim. Pek bir randıman elde edemiyorum ama flaş ile ortalığı aydınlattığımda minarelerinde ve taç kapının yanlarında hala turkuaz rengin hakim olduğunu fark ediyoruz.

Yapı 3. Gıyasettin Keyhüsrev döneminde 1271 ‘de Vezir Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından yaptırılmış. Mimarı Konyalı Kaluyan imiş.

Giriş kapısının yanında çeşitli figürler görülüyor. Bunlar on iki hayvanlı Türk takviminden alıntı imiş.

Buradan Ulu Cami ‘ye geçiyoruz. Camide ibadet yapıldığından içeri giremiyoruz. Bildiğim kadarıyla şehrin en eski camisi burası ve gördüğüm kadarıyla minaresi de eğri.

Yorum Gönder

0 Yorumlar