Sabah erkenden kalkıyoruz her tatilimizde olduğu gibi. Alt
kattaki restorandan bir müzik sesi geliyor ama kahvaltı için girdiğimizde daha
açılmadığını öğreniyoruz.
Bizde sahildeki ahşap yola dek yürüyoruz. Kenarda oturup
atıştırıyoruz. Topu topu iki İngiliz geçip gitti yanımızdan onca zaman. Yine
burçların orada birbirimizin fotoğrafını çekiyoruz.
Müzenin hemen yanında kağıt işleri yapan bir atelye var.
Kapısındaki kadın o kadar içten ki eşimle içeri giriyoruz. İçeride Gutenberg
döneminden kalma bir baskı makinası da var. Harfler de orjinalmiş. Heyecanla
harflere dokundum. Kıvrımlarını hissetmeye çalıştım. Bu ilkel görünümlü, hantal
makine gibi birkaç makine dünyadaki bilginin halka yayılış hızını inanılmaz
ölçüde arttırdı. Neyse bu atelyede kağıt geleneksel metodlarla yapılmakta.
Mesela beyaz kağıt kavak, kırmızı kiraz, sarı ise dut ağacından elde ediliyor.
Kağıt için gerekli ahşap, bir sıvı içinde bekletilerek çamurumsu hamurumsu bir
hale gelene dek bekletiliyor. Sonrasında süzülüp preslenip kurutularak kağıt
elde edilmiş oluyor.
Meydandaki kafelerden birine kurulup kapuçino içiyoruz. (80
md) Kapuçinolar üzerlerinde kocaman bir krema tabakası ile geliyorlar. İnsanın
içini ısıtan bir güneş var. Sv. Naum tekneleri adam başı on euroya düşmüş.
Planlarıma göre iki sene sonra Temmuzda Makedonya'ya döneceğim. Sv. Naum ‘a o
zaman uğrayacağım.
Üsküp ‘e giden otobüste on kişi yok. Yolda iki çocuk yaşlı
bir adamın elini öpüyorlar otobüse bindirmeden hemen önce. Eşime bu da
bizimkilerden diyorum. Önümüzdeki japonun yanına oturuyor ama eşimle konuşurken
bize bakıyor dönüp dönüp konuşmak istercesine.
Mola veriliyor. Ters yönden köhne bir araç geliyor bize
doğru ve oda duruyor. Prontotur ‘un aracı imiş. İçinden tombulca bir arkadaş
bize yaklaşıyor. Konuşuyoruz. Bayramlaşıyoruz.
Garda ilk iş Belgrad biletini halletmek. O iş kolay oluyor
ama adam başı on beş euro olan bilet yirmiiki buçuk euro olmuş. Nakitleri
dikkatli harcamak amacıyla kart ile ödeme yapıyorum. Pin ile işlem yok. Eski
yöntem devam ediyor. Çantamı ise emanete bırakamıyorum çünkü saati bir euro
diyor.
Ters istikhametten gelen Türk turist gruplarını yarıp
başçarşıya doğru yolumuza devam ediyoruz. Geçen sene oturduğumuz, taş köprünün
sultan köşkü denen çıkıntısı kapatılmış.
Geçen sefer geldiğimizde fasulye deriz dediğimiz dükkanın
önündeki kalabalık yine bir Türk turist kafilesi. Eşim üzgün bir şekilde “bu
insanlar hiç bir şey göremediler bu saatte ve hatırlamak istemeyecekler” diyor.
Alışveriş edemedikleri bir yer Türk çarşısı bile olsa bizim insanımız haz
etmez. Eşim yıllarca Yunanistan turlarının Türk köylerine girmesini sağlamam
için bana destek olmuştu. Hangi köy olursa olsun köy hayatını insanların
görmesi için. Hala Yunanistan'da Türkler olduğunun hatırlanması, bilinmesi için.
Yunanistan'da doğup büyüyen Türk çocuklarının Türkiye'ye geldiğinde Türkçelerinin
bu kadar iyi olmasına şaşırılmaması için, annelerinin mi yoksa babalarının mı
Türk olduğunun sorulmaması için… Hangi
köy olursa olsun Balkan Türk ‘ünün kesesine üretip sattığı ürünün bedelinin
girmesini sağlamamı istemişti. Elbetteki tüm çabama rağmen olmadı bir şeyler.
Halen tüm turlar on, on beş euro toplar ekstra tur adı altında insanları
İskeçede saat kulesinin etrafında tur attırıp Gümülcine çarşısından şöyle bir
geçirirler. Oysa sadece üç saat ekstra bir zaman harcayarak bazı şeyler
başarılabilirdi. Rodos'taki Türklerden bir arkadaşımın dedesinin dediği gibi
“eşek olmamız için bile daha yüz sene zaman var”
Soğuk çökmüş şehrin üzerine iyice. İnsanın iliklerine
işleyen bir soğuk. Vardar'ın üzerinde pus
yoğunlaşmaya başlamış. Hızlıca Makedonya
Meydanı'nı aşıp etrafındaki kafelerden birine geçiyoruz. Her masanın üzerinde
bir ısıtıcı var. Biz de birini açtırıp oturuyoruz. Anında farkı hissediyoruz.
Ayaklarım donuyor masanın altında kaldığı için ısı ulaşmıyor. Çok sayıdaki
televizyonun yarısında İngiltere liginden maçlar var diğerlerindeyse iç
çamaşırlı, bikinili mankenlerin görüntüleri gösterilmekte. O kadar çok ki ben
bile artık bakmaktan vazgeçiyorum doğrusu.
Sekizde terminale varıyoruz. Daha dört saat var. Kapı açık
ve nedense kimse kapatmıyor. Kendiliğinden kapandığında da açıyorlar. İlk iki
saatlik kısımda bilgisayarda bir film seyrediyoruz. Burnum akmaya başladı. Eşim
ise Üsküp ‘e uğramasaydık ya da Ohrid ‘e uğramadan Belgrad ‘a gitseydik diyor.
Bana otobüs direkt Ohrid ‘e gidiyor denmese ben farklı bir şey mi yapardım.
Biraz ısınıyoruz. Çünkü kapı kapalı. Kumarhaneye girseydim
keşke. İki üç euroluk bir şey oynar sıcakta dururdum ama geç geldi bu fikir
aklıma. Ayaklarım donuyor. İyi ki oğlanı bu durumu düşünüp getirmemişiz
yanımıza. Eşim bir daha bu mevsimde yola çıkmamamız gerektiğini söylüyor.
On iki de Belgrad otobüsünün gelip gelmediğine bakmak için
dışarı çıkıyorum. Üsküp garında otobüslerin kalkış noktasına geçebilmek için
bilet göstermeniz gerekir. Göstermiyorum. Bana pek iyi bakmayan kapıdaki yeni
görevli ise bir şey demiyor. Sinirliyim. Benden bir kafa yüksek adam. Bu da
vuracak daha fazla alan demek benim için. Ama dediğim gibi çıkış yapan
başkalarının biletlerini incelerken bile benim gözlerimin içine sinirli sinirli
bakıyorsa da bir şey demiyor bana.
Otobüsün içi sıcak ; böylelikle ayaklarım hariç her yerim
ısındı. Kızlar önce çikolata dağıtıyorlar sonra da muavin kola dağıtıyorlar.
Kızlar benim boyda ama demek ki sıcaklık algısı kişiden kişiye değişiyor. Biri
göbek açık dolaşırken diğeri epeyce süper mini eteği ile dolanıyor koridorda.
Kızların epeyce güzel olduğunu söylemeliyim bu arada ama bir Allahın kulu da
dönüp bakmıyor onlara. Öte yandan Sırp erkeği denen nesne kavak ağacı gibi. Hep
diyorum bizim dedeler de aynı benim gibi bu adamların boylarını kıskanmış
olmalılar ki doğudaki zayıf milletlere akın düzenlemek yerine burarla
dalmışlar. Nasrettin Hoca nasıl leyleğin bacaklarını normal bir kuş boyutuna
getirmek için kesmişse dedelerde bu adamların kafalarını, boylarını normal bir
insanın boyutuna getirmek için uçurmuş olmalılar.
Bir müddet sonra sınıra ulaşıyoruz. Araçtan inmeksizin
pasaportlarımız toplanıyor. Polis bir müddet suratıma bakıyor. Sonrasında
herkesin pasaportu iade ediliyor ama benimki ortada yok. Neyse araç kalkarken
benim pasaportu da veriyorlar. Bilmiyorum belki de Sırp polis beni tutup
döndürecekti. Ama asıl ilginç olan eşimin dikkatini çektiği gibi tüm idari
yapıların prefabrik olması. Eşim bana bunu işaret ettiğinde “bu adamların
sınırları durmadan değişiyor. Prefabrik olunca taşıması da kolay oluyor” diye
cevapladım.
Bu arada hala ayaklarım donuyor. Arkada bir çocuk ile iki
kız konuşmaya başladılar. Sonrasında ise Sırpça alt yazılı bir film konuldu
televizyona. Ben bu adamlar tam anlamıyla deli diye düşünürken bir iki tipin
filmin içerisine düşercesine seyrettiklerini gördüm.
Sislerin arasında yolculuk ediyoruz. Kim bilir neresi.
Durduk temel ihtiyaçlar için. Sonra bir ihtiyar alındı araca. Adam sanırım
yörenin şarap üretimini bu gece tüketmeye niyetlenmiş olmalı ki leş gibi şarap
kokuyor. Tam yanımdaki koltuğa kızlarla konuşan çocuğun yanına oturttular. Ben
kolonyalı mendili yapıştırdım burnuma. O bile yaramadı bazen. Sanırım dalmışım.
0 Yorumlar
Yorumlarınız