Sabaha doğru dalmış olmalıyım. Otobüsün hoplaması ile
kendime geliyorum. Eşim yanımda hala uyumakta. Sabah 5 ‘i geçene kadar sürekli
konuşan çift ise sarmaş dolaş olup uyuyakalmışlar.
Artık Belgrad ‘a yaklaşıyoruz. Herhangi bir büyük kentin
girişi gibi ruhsuz, cansız ağaçlar, dağınık yerleşimler kendini gösteriyor.
İyice yaklaştığımızda ise büyük bir bina denizi ile karşılaşıyorum. Gözümün
korkmasından çok gezmeye değer bir şey bulacak mıyız kaygısı ağır basıyor bu
anlarda.
6:30 ‘u biraz geçe otobüs bizleri indiriyor. Sinan gerek
otobüs gerekse tren garına çok yakın bir yer ayarlamış ve gün be gün bizi
durumdan haberdar etmişti. Yolda henüz araçta iken rastlantı eseri kalacağımız
oteli gördüm. Genelde böyle detayları eşim fark ederdi. Fakat hosteli görmeye
çalışırken farkına vardığım detay tıpkı Sofya'da da olduğu gibi bir zamanlar çok
güzel olan bakımsız binaların çokluğu oldu. Ama bir farkla burada durum daha
vahim.
Hostele giriyoruz. Kız parayı almasının ardından (32 euro
gecelik 2 kişi) pasaportlarımızı kaydedip bize küçük birer kağıt veriyor.
İkimizde başlangıçta önemsemiyoruz ama bu bir nevi registeration (konaklama
kaydı) belgesi. Normalde bunun ülkeden çıkarken görevlilere ibraz edilmesi
gerekmekte. Biz verdiğimizde kimse bakmadı ama gene de kaybetmemekte ve ne olur
ne olmaz diye Sırbistan'dan çıkarken el altında bir yerlerde tutmanın faydası
var.
Ana cadde üzerinde değil de bir paralel caddedeki
şubelerinde kalacağız. Bence daha iyi çünkü merkez şube ana ulaşım noktalarının
tam karşısında.
Kız bize eşlik ediyor ve kalacağımız mekana ulaşıyoruz.
Bizden iki gün kadar önce şehre gelen Sinan (Corto Turco) bizi karşılıyor. Güne
hazır görünüyor. Selamlaşıp, bayramlaşıp eşyaları bırakıyor ve yola
düzülüyoruz.
Sinan ulaşımı çoktan çözmüş. Ben de Sremsky Karlovci ‘ye tren ile
gidelim diyorum. Otobüs ile arasında yarı yarıya fark var ama Sırbistan'daki
trenler için pek iç açıcı şeyler söylenmemekte. Ben ise trenlerin en azından
Avrupa'nın bu kısmında daha ucuz olacağını vurguluyorum daima. Bu nedenle
dışarıdan güzel,sarı bir bina olan tren garına giriyoruz.
Yaklaşık adam başı 3,5 euro ‘ya gidiş dönüş bilet alıyoruz.
Dönüş açık. Gün içinde istediğiniz saatte bu bilet ile dönebildiğiniz gibi aynı
hat üzerinde duraklar arasında da seyahat ediyorsunuz. İlginç olan başka bir
nokta ise şehirde kredi kartınızı oldukça ender kullanabileceğiniz noktalardan
birisi olması. Fakat bu bilgiye ulaşabilmemiz ve işlem yaptırabilmemiz pek
kolay olmuyor. Yabancı dil kavramı burada pek ilgi çeken bir anlayış değil.
Ayrıca kamu görevlilerinin pek yardımcı olmadıklarını, biraz soğuk
davrandıklarını da eklemem lazım. (Neyse ki bu duruma alışık bir yerden
geliyoruz)
Üç beş bir şeyler bozdurup
perona geçiyoruz.
Hangi trene bineceğimiz muammasını zor da olsa halledip
araçlara biniyoruz. Araçlarda birinci sınıf, ikinci sınıf diye bir kavram yok.
Bulduğunuz yere geçiyorsunuz. Kimi yerler koltuk iken kimisi kompartıman. Fark
yok. Bileti içeride devamlı gezen kondüktörlerden almanız mümkün ama dil sorun
olacaktır.
Trenler söylenenin aksine temiz sayılır ve oldukça sıcak.
Çabucak doluyor. İlk duraklar olan Novi Belgrad ve Zemun en azından
görebildiğimiz kadarıyla pekte bir özelliğe sahip değiller. Ama Zemun nehir
kıyısında bir yerleşim ve tren yolunun olduğu yerden nehre dair bir şey
görünmekte. Sanırım banliyölerden geçiyoruz.
Yol manzaraları pek iç açıcı değil. Her ne kadar hava kasvetli
bir fon oluşturuyor olsa da gene de yerleşimlerde bir düzensizlik, bir baştan savmacılık
kendini belli etmekte. Boyanmamış evler, sıvanmamış duvarlar, toplanmamış
çöpler…. Ama ne zaman Tuna ‘yı yanımıza alıyoruz değişim başlıyor. Belki
ağaçlar pislikleri kapatıyor belki değişik bir görüntü aklımızı dağıtıyor belki
de Tuna büyülüyor. Aslında görsel açıdan büyüleyici bir yanı yok. Ama manevi
değeri bunu yapan.
İndije diye bir duraktan geçiyoruz. Adı ilginç geliyor.
Benim internetten baktığımda gördüğümden daha da çok durakta duruyoruz. Neyseki
Sinan ‘ın yanındaki kızcağız geldiğimizi haber veriyor da iniyoruz.
Sremsky Karlovci ‘nin epey bir köhne duran tren istasyonunda
Novi Sad ve Belgrad trenlerine bakıp yola düzülüyoruz.
Neden geldik buraya. Çok mu tarihi yapı var derseniz “eh,belki”
cevabım olur. Doğal güzellikler derseniz “fena değil” diyebilirim. Sırpların
Sremsky Karlovci dediği ama başşehri Beç olan Nemçelilerin Karlowitz diye
adlandırdıkları bu kasaba Avrupa seferimizin “buraya kadarmış” deyipte bunu
resmen kabullendiğimiz noktası olan yer. Bizim Karlofça ‘mız.
Tren istasyonundan çıktığımızda kapının birkaç adım önünden kasabanın
içindeki kiliselerin kulelerine bakıyoruz. Küçük bir yerleşim ama dini açıdan
önemli bir merkez. Sırp patrikhanesinin yazlık sarayının bulunduğu metropolitlik
seviyesinde bir şehir burası. Eskiden Belgrad bir Macar kenti iken burası
şehrin aristokrat ve zengin kesiminin evlerinin olduğu bir sayfiye kenti imiş.
1521 ‘de Belgrad seferinin ardından Bali Bey pekte zorlanmadan buraları da ele
geçirmiş. Kente kısa sürede Sırp nüfus yerleştirilmeye başlanmış. Öyleki bir
dönem en fazla Sırp ahalinin yaşadığı kent konumuna bile gelmiş kısa sürede. Çok
az da Türk aile burada iskan edilmiş. Onlardan bir iz var mı? Yok. Peki bu
ailelere ne olmuş derseniz Almanların yok ettikleri Yahudi nüfus için
kullandıkları bir deyim vardır. “Duman olmuşlar” . Avusturyalılar 150 yıl kadar
sonra şehre tekrar girdiklerinde küçük bir nüfus ayarlamasına gitmişler. Sırp
olmak, Avusturyalı olmamak gibi suçları işleyen insanlar sürülmüş buna karşın
Türk olmak gibi ağır suçları işleyenler ise “duman olmuş”.
Gayet bozuk bir satha sahip asfaltı geçip yolun kenarındaki
turizm bürosuna yöneliyoruz ama çoktan terk edilmiş burası. Allah'tan şehrin
planını gösteren bir pano var. Pek kullanmayacağımızı bildiğim halde gene de
fotoğrafını çekiyorum.
Yağmur şiddetli ama geri dönecek halimiz yok. Soldaki ikinci sokaktan
dalıyoruz. Solda tek katlı binalar sıralanmış. Üstlerinde ilginç detaylar var.
Kars'taki Rus yapılarını andırıyorlar ama daha renkliler.
Yol kısa sürede bizi meydana ulaştırıyor. Zaten ne varsa bu
meydanın etrafını sarmış. Şansımıza ne zamandır beni her yerde takip eden
restorasyon furyası bizi burada da buluyor. Yolun solunda bir kısmı müze
olarakta kullanılan Patrikhanenin yazlık residansı var. Tipik Avusturya
mimarisinin etkisine sahip bir çatısı var. Heybetli gövdesi ise Venedik
sarısına boyanmış ve Rus mimarisinden esintiler taşımakta. Eskiden burada “Paşa Konağı” yer alırmış. Bir
Sırp mimar tarafından 1892-1895 yılları arasında inşa edilmiş.
İkinci hedefimiz içine de girdiğimiz Sırp Ortodoks
Katedrali. Bir Ortodoks kilisesi için alışılmadık tipte her birinin üzerinde
birer saat yer alan iki kulesi ile dikkat çekmekte. 1762 yapımı ve Aziz Nikolas
‘a adanmış. Biri 14. yy dan kalma çocuk İsa ve Meryem ikonası ile yerel
azizlerden birine ait kalıntılara ev sahipliği yapmakta. İçi dışarıdan yaratığı
izlenime göre epeyce ufak. Buna karşın oldukça aydınlık ve temiz. Altar kısmı
(madem Ortodoks kilisesindeyim ikonaklasm kısmı demeliyim) resimlerle
kaplanmış. Aslında yapının hemen hemen her yerinde tablolar var. 1848 ‘de yerli
Sırpların yaptığı Voyvodina Sırpları Milli Duyurusu ‘nu gösteren tabloda girişe
göre sağdaki duvarda.
Giriş kapısının
üzerinde güzel bir vitray var. Elips şeklindeki kubbesi de ilginç.
Dışarı çıktığımızda güneşin çıktığını görüyoruz. Karşımızda
Avusturyalıların 1799 ‘da İtalyan bir mimara Sırbistan'da yapılan ilk şehir içi
su tesisatının tamamlanmasının şerefine yaptırdıkları kırmızı mermerden
“Dört Aslan Çeşmesi” var. Kasabalılar için ise
kısaca “çeşme” buranın adı. Şaka yapmıyorum bu topraklardan ayrılalı her ne
kadar üç yüz yılı aşkın bir süre geçmiş olsa da halen bizden kalan sözcükler
günlük hayatta kendine sağlam bir yer bulmakta. Rivayete göre bu çeşmeden su
içenler kasabaya bir daha gelirmiş ama evlenmek için. Çok güzel bir şey
olduğunu söylemek güç ama kasabanın bu ana meydanına ruh katıyor doğrusu.
Buradan meydanın yukarısında kalan “Gramer Okuluna”
giriyoruz. Buraya “Cimnazyum” da denmekte. Ortodoks Katedralinin hemen bitişiğinde yer
alan Katolik kilisesi restorasyon nedeniyle kapalı.
Yapı epeyce büyük. İçerisindeki gençler gerçekten yardım
severler.
Ayak üstü yapının tarihçesini
anlatıyorlar ama isimler kafamdan uçtu gitti. Gezme süresi yirmi dakika kadar
sürüyor ve 100 SD istiyorlar ama vermeseniz de ısrarcı olacaklarını sanmam.
Halen okulun sınıflarında eğitim sürmekte. Okulun mimari özellikleri yerine
neden inşa edildiğini anlatayım diyorum.
Osmanlı bu topraklardan püskürtüldükten sonra yerini Avusturyalılar
alır. Osmanlı için, vergi ödendiği sürece ve de gürültü patırtı çıkartılmadıkça
bir problem yoktur. Hatta Ortodoks katedrali Osmanlı döneminde inşa edilen bir
başka kilisenin yerine yaptırılmıştır. Fakat Avusturyalılar hemen bu kilisenin
yanına bir Katolik kilisesi dikerler. 1768 ‘de ise son halini verirler. Kasabada 550 Sırp haneye karşılık 13 katolik
hane ikamet etmektedir. Muhtemelen bu 13 hane yalnızlık ve dışlanmışlık
çekmesin diye kasabalılara zorla (ama bu adamlarda zorlama yoktu unutmuşum,
ruhani bir şevkle diyelim) dil olarak Almanca, din olarak Katolik inancı empoze
edilir. (yine yanlış kelime kullandım, gerekli bilgiler verilir diyelim)
Değişime karşı duranlar Allah ‘a havale edilir.
Sırplar başlangıçta Türklerden yardım geleceğini umarak
birkaç kez isyan ederler ama bizim
kaybettiğimiz savaşlardan sonra umutlar kırılır. Gerçi Sırplar Türklerden de
pek haz etmezler ama Avusturyalılar ile kıyas ettiklerinde tercih edilebilir
olarak görmektedirler. Ama Avusturyalılar için de olaylar pek olumlu cereyan
etmemektedir. Herkes kendi derdinde iken Sırp patriklerden birisi bu okulun
temelini atar. Amaç Sırp dili ve kültürünü yaşatıp milli yapıyı korumaktır. Ama
dürüst olmak gerekirse akıllı ve sabırlı davranmışlar. 1724 ‘de okul Latince
eğitim veren bir okul olarak gelişir. Avusturyalılar yüklüce bir tahsisat
ayarlarlar. Her geçen yıl okul büyütülür. 1791’de ise zamanı gelir ve Sırp
okuluna dönüşür. Avusturyalılar yavaş yavaş ısıtılan tenceredeki kurbağa gibi
olayların farkına vardıklarında iş işten geçmiştir.
İçeride ilginç bir şey göreceğimizi ummadığımız için gençlere
teşekkür ederek dışarı çıkıyoruz. Şunu unutmadan söylemeliyim ki çocuklar
gezmeyeceğimizi söylememize rağmen yardımcı olmak epeyce uğraştılar. Kimse de
Türk olduğunuzu duyunca ters bir tepki vermiyor.
Asıl hedefimiz Karlofça Anlaşması'nın imzalandığı “Barış
Şapeli”. Bir tepenin üzerinde olduğunu biliyorum ve gimnazyumu solumuza alıp
tepeye doğru yürüyoruz. Yolun başında, sağda belediye binası var. Güzel
sayılabilecek türden neoklasik bir yapı. 1811 yılında bitirilmiş.
Zaten bu yolun sağında solunda içinde hiçbir yaşam
belirtisinin olmadığı çok güzel evler var. Yolda da kimse yok. Ortalığı
karıştırmak için buranın Osmaneli ‘ne benzediğini söylüyorum. Eşim itiraz
ediyor. İnsan sesi duymak güzel gene de.
Yolun sonunda kilise benzeri hiç bir şey yok. Önce yürüyen bir
çocuğu, sonra iki kızı durduruyoruz. Bu topraklarda İngilizce pek para
etmemekte. Neyse ki Sinan akıllılık edip hazırlanmıştı. Soruları Sırpça sorsa da
anladığım kadarıyla Sırp gençliğinin tarih mirasına sahiplenme mantalitesi
bizden farklı değil. En azından turizm ofisini tarif ediyorlar.
Yokuştan aşağıya yürüyerek meydanın yan sokağının başındaki
turizm ofisine giriyoruz. İçeride pek bir şey yok. Hediyelik eşya olduğunu da
söylemek zor. Harita 150 SD. Magnet bile diyemeyeceğim şeyler 250 SD. Aylık
ortalama maaşın 250-300 euro olduğu söylenen bir ülkede aylık maaşın 2500-3000
euro olduğu ülkelerdeki fiyatların olması kafa karıştırıcı.
Tarif edilen yol üzerinden gidiyoruz. Sinan bir harita aldı.
Haritaya bakmak Sinan ‘ın, koordinasyon eşimin, kaybolmakta benim görevim
sanırım. Benim sayemde haritaya bakmak gerekiyor. Güzel bir döngü
anlayacağınız. Yıllar önce Viyana yolunda girip tuvalet aradığımız in cin top
oynayan o köyü andırıyor her haliyle. Kimsesiz sokaklar, soğuk rüzgar. Kendini
dışarıdan soyutlamış, dış dünyayı yok sayan
evler. Kimisinin ilk katları dükkanı andıran
genelde iki katlı yapılar.
Önce yolun solundaki yukarı kiliseyi geçiyoruz. 1746 yapımı.
Arkasındaki kısmın işlemeli ahşap kapısı dışında pek bir numarası olduğu
söylenemez. Biraz yürüyoruz. Az sonra yolun solunda küçük bir yükseltinin
üzerinde “Barış Şapeli” denilen yeri görüyoruz.
1683 ‘ü bilirsiniz. Hatırlamak istemezsiniz. Zaten ulus
olarak tarihten pek hoşlanmayız bu tarihten sonra da artık kayıplar başladığı
için pekte dinlemek istemeyiz. Zaten pekte detaylı anlatılmaz bundan sonrası
artık. 1684 ‘te papa Avrupa'da Katolik kim varsa toplar. Ruslar da olaya dahil
olur. Çok ciddi, çok büyük savaşlar yapılır. Tüm Avrupa'ya karşı çok büyük bir
coğrafyada ağırlıklı olarak savunma savaşları başlamıştır. Avusturya ve Rus
cephesi dışında durum iyidir. Diğerlerinde de kötü demek zordur ama kaderin
kırılma anlarında artık talih Türklere sırt çevirmiştir. 2. Mohaç, Zenta gibi
savaşlarda devamlı atak yapan ama kontrataktan gol yiyen bir takım gibidir
Türkler. Şu görülür. Türkler hücum ettikleri kadar savunmada da çok başarılıdır
ama taktiksel açıdan dahi olsa geri çekilmeyi beceremezler. Zaten tüm bu
savaşlarda yenilgiyi derinleştiren bu kayıplar olur.
1698 ‘de Avrupada ilginç bir durum hakimdir. Türk ordusu dağılmıştır.
Her bir kale can sıkacak bir şekilde direnebilme yeteneğindedir ama hiçbir
birlik birbirine yardım edebilecek durumda değildir. Dahası imparatorluğun
herhangi bir yerinden ordu toplayıpta Avrupa cephesine yürümeye de imkan yoktur.
Ama Avrupada da durum neşeli değildir. Her kuşatma maliyet ve adam kaybı
demektir ve Türklere karşı birlik olan devletler aslında birbirlerinden nefret
etmektedir. Ayrıca İspanya kralının zihinsel ve fiziksel noksanlarının yanı
sıra varisinin de olmaması, yeni bulunan kıtalardaki nüfuz yarışı gibi etkenler
rekabeti körüklemektedir. (Zaten iki yıl sonra Avrupalılar bu kez kendi
aralarında topyekün bir savaşa girerler) Yani aslında Avrupa kendi içindeki
hesaplaşmaya hazır olmayı tercih etmektedir ve İngiliz ve Hollandalıların
arabuluculuğu ile bu anlaşmaya ön ayak olurlar.
Görüşmeler çok uzun sürer. Ama kimi günümüzde oldukça
önemsiz görünen ayrıntı nedeniyle problemler yaşanır. Osmanlılar için bu durum
anlaşılmaz derecede şaşırtıcıdır. İlk kez bir toplantıda kaybeden
konumundadırlar. Günümüzde kilisenin bulunduğu tepeye dev, yuvarlak bir çadır
kurulur ve her yöne bir kapı açılır. Herkes aynı anda girer ama sonrasında
masanın şekli meselesi tartışılır. Yuvarlak bir masanın tedariki ile bu da bir
süre sonra çözülür. Sonunda
26 Ocak 1699
tarihinde Osmanlı tarihindeki ilk Latin harfleri ile yazılı bir anlaşmaya
yenildiğini ve bu yenilginin yükümlülüklerini kabul ettiğini beyan eden imzayı
atar.
İlginç husus, Osmanlı hafiften Avrupa'da bir şeylerin
değiştiğini anlamaya başlar. Kanuni dönemi anlayışı ile artık hareket etmenin
başarı getirmeyeceğini anladığından küçük bir kıpırdanış başlar. Avrupalı ise
Macaristan'ı, Ukrayna'yı, Adriyatik kıyılarını aldığının keyfini sürmekten çok
anlaşma masasını Osmanlı ile aynı anda girebilmenin mutluluğuna sahiptir. Artık
Türk ile eşittir ve onun gölgesinde kalmayacaktır.
Sonrasında 1817 ‘de bu tepeye bir Katolik şapeli inşa edilir.
Anlaşmanın olduğu çadırı andıran kubbeli bir yapıdır. Viyana yönündeki kapı
şatafatlı bir facade ‘ye sahiptir. Yapının arka tarafındaki, Türk delegasyonun
çıktığı yöndeki kapı sonrasında tuğla ile örülür. Türk gitmiştir bu kapıdan ve
bir daha girmemesi için kapı örülmüştür. Fakat aradan zaman geçer. Yönetimler,
ideolojiler gelir geçer. Yapı bakımsız kalır, artık zamanın ellerindedir
kaderi. Sonrasında kilise restore edilir. Tarihin garip bir cilvesi restorasyon
bir Türk firması tarafından yapılır.
Madem bir Türk firması yapmış o zaman şansımı deneyeyim
kapıyı bir omuzlayayım diye düşünmüştüm. E, İstanbul'daki ve Anadolu'daki
restorasyonlar malumunuz. Belki Avrupa kapısını açmak bana nasip olur diye
yollara düşmüştüm.
Yapı Nasrettin Hoca ‘nın Türbesi gibi. Bahçenin dış kapısının
üzerinde asma bir kilit sarkıyor ama kapının yanındaki duvar yıkılmış. Kısa bir
duraklamanın ardından bahçeye dalıyorum. Buraya kadar gelip de kapıdan dönmek
olmaz. Yolun karşısındaki evin merdivenlerindeki adam beni izliyor. Bir de Sırp
polisi ile uğraşamam doğrusu. Ana kapının önünde boyumdan yüksek bir haç var
ama üzerindekileri anlayamıyorum. Kilisenin arkasına, kapıya doğru yöneliyorum.
İleride üç köpek kulübesi var. Yine de biraz daha ilerliyorum. Kulübelerin
birinden epeyce boylu bir köpek çıkıyor. İnsanlar gibi köpeklerde bu memlekette
boylu. Yavaşça bir adım daha atıyorum ama köpek kendinden emin bir şekilde
bir kaç adım ilerleyip durunca zorlamayı anlamsız buluyorum.
Bahçeden çıkıyorum. Gerçi değil kapıya yüklenmek kapıyı
göremedim bile. Ama buraya kadar geldim.
Bizimkiler yaşlı bir Sırp kadını dinliyorlar. Sanki kırk
yıllık tanıdıklarıymış gibi kadıncağız bir şeyler anlatıyor. İlerideki tepede
mezarlık gibi bir yerin dibinde küçük bir kilise daha var ama uzak.
Dönüşe geçiyoruz. Beyaz Rusların başındaki Vrangel ‘in
kaldığı evin önüne hoş bir plaket yerleştirilmiş. Girmediğimiz sokaklara
dalıyoruz istasyona dönerken. Duvarlarda Avrupa Birliği'ne karşı duran afişler
var bu kısımda. Sanırım milliyetçi partileri ama resimdeki adam her kimse kanlı
canlı, besili bir arkadaş olmalı.
Aşağı kilisenin yanındaki kapısının üzerinde bir amblem olan
konutunda bahçesine giriyorum ama sadece bir bahçe burası. Aşağı Kiliseye
sanırım kapalı olduğu için giremedik.
İstasyona vardığımızda ayaklarımın altında bir problem
olduğunu hissediyorum. Hedef şimdi Petrovaradin ama önce trenin gelmesi gerek.
Ama gelen giden bir tren yok. Görevlilere soruyorum ama bekleyiş sürüyor.
On beş dakika kadar sonra bir tren yaklaşıyor. Oturacak yer
yok. Kompartımanların olduğu kısma dalıyoruz ve bir durak sonra da iniyoruz.
Durak doğru ama kale uzaklarda herhalde diyerek bayan görevliye sormaya
çalışıyoruz. Balkanların bu bölgesinde “kaleya, hisar” gibi kelimeler
geçerliliğini yitirmiş. Gene de kadın bize otobüsle gideceğimiz gibi 3 km kadar
yürüyerek de gidebileceğimizi anlatmaya çalışıyor.
Bana kalsa yürürüm ama bizimkilere bunu teklif edecek
cesareti kendimde bulamıyorum. Yanaşmış olan otobüse atlıyoruz. Eski bir araç.
Ama ilginç olan sürücülerin bilet kestikleri makinalar. 45 SD ödeyerek ve
karşımıza her çıkan ölümlüye kalede haber vermelerini söyleyerek otobüse
biniyoruz.
Kısa sürede insanlar bizi uyarınca iniyoruz. Son bahar
yapraklarının sarı renklerle bezediği topraklardayız. Sağda solda Fruska Gora
‘nın çeşitli kilise ve manastırlarına doğru yön gösteren levhalar var. Kaleyi
anlatmadan bence Fruska Gora ‘dan şöyle bir bahsetmek lazım. Bizim ordularımız
aslında daha da etkili olan akıncı ve deliler bu toprakları hallaç pamuğu gibi
atarken Sırplar toprakların boşalmaması amacıyla dini telkini yöntem olarak
kullanırlar. Bu amaçla bölgeye pek çok dini yapı inşa edilir. Özellikle Türk
akınları etkisini yitirmeye başladığı için fazla hasar görmezler. Zaten genelde
de pek yağmalanacak bir şeye sahip olmadıkları için de üzerlerinde durulmaz.
Fakat Osmanlının yapmadığını bu yapılar UNESCO kültür mirasına girdikten sonra
Amerikan hava kuvvetleri yapar ve birkaç tanesini vururlar. Araç kiralayarak
daha etkin bir şekilde gezme imkanınız olacaktır. Bununla beraber levhalara
bakılırsa birkaç tanesine -elbette iyi bir havada- yayan da ulaşmak mümkün.
Neyse indikten sonra güzel bir parktan geçerek kaleye geçiyoruz.
Günümüzün Petrovaradin Kalesi Habsburg idaresinde iken Petervaradin olarak
anılırmış. Günümüzde Tuna ‘nın Cebelitarık ‘ı olarakta biliniyor. Gerçekten
devasa bir yapı.
Mimari özellik açısından artık Osmanlı'nın neden gerilemeye
başladığının işareti olarak nitelendiriliyor. Osmanlı mimari açıdan varisi
olduğu, Roma ve Bizans'ın duvar ve burçlardan oluşan savunma mantığı Avrupa'da
yerini İtalyan ve Fransızların ürettiği açılı duvarları olan ravelin, barbikan,
bastion gibi yeni kelimelerle süslü bir savunma sistemine bırakmış. Bu mantıkla
yapılan yada bu mantığa oturtulan kaleler ya alınmaz olmuş (bu kale gibi) yada
oldukça yüksek insan ve para maliyetiyle ele geçirilebilir hale gelmiş. (Magosa
kalesi gibi)
Bu kalede 1692 yılından sonra Voban isimli bir istihkam mühendisinin
planları esas alınarak 1780 yılına dek sürekli gelişen askeri bir sistem olarak
büyümüş. Toplamda 112 hektar yer kaplamakta ve 16 km kadar da yer altına
kazılan tünel sistemine sahip. Aslında ulusların burada kale yapması bir tür
hobi gibi. Keltler ilk kaleyi inşa ettikten sonra Romalıların burada “Cusum”
adıyla çok büyük bir kale inşa ettiği biliniyor. Hunlar gelip yıkmış. Fırtına
dinince Bizanslılar ele geçirip tekrar bir kale kurmuş. Roma döneminde
kullanılan “Cusum” isminin yanı sıra “Petrikon” ismi de kullanılmaya başlamış.
Sonrasında Macarlar ve 1526’da iki haftalık bir kuşatmanın ardından şehri ele
geçiren Türkler 1687 ‘ye dek kaleyi ve şehri yönetmişler. Bizim elimizde iken
Varadin adında iki yüz evi üç camisi ile küçük bir Osmanlı yerleşimidir. Sadece
hristiyan mahallesinde otuzbeş ev vardır.
Bizden sonra Avusturyalıların eline geçer. 1694 Eylül ‘ünde
Sürmeli Ali Paşa, Tatarlarla beraber kenti tekrar kuşatır ama üç hafta sonra
hava koşullarını yenemeyince Belgrad ‘a dönmek zorunda kalır. Savaşı
kaybettikten sonra da bir daha buraya yürüyemeyiz artık. Sonrasında ise Macar
nüfus iskan edilir. Voyvodina ‘nın derdi olan ayrışmanın ve ayrılma
düşüncesinin tohumları ekilmiştir ve halen de bu durum devam eder.
Kaleye “Kral Kapısı” ‘ndan giriyoruz. Kapı heybetli ve güzel
ama sonrasında şaşırtıcı bir şekilde içinde bir şeye denk gelemiyorum. Tuna
‘nın Almanyadan akıp gelen suyuna ve üzerinde sonsuzluğa uzanan kasvetli
gökyüzüne bakınıyorum bir süre. Eşim ve Sinan pek bir şey bulamadılar burada.
Bense okuduklarıma bakarak çok büyük hayallerle gelmiştim. Aslında ben de hayal
kırıklığına uğradım. Heybetli bir yapı bekliyordum ama heybet ancak helikopterle
havadan bakılırsa görülebilmekte.
Kalenin öteki kısmına geçiyoruz. Gerçekten büyük bir alanı
kapsamakta ve savunma amaçlı kısımlar sağlam görünüyor. Üzerini otların
kapladığı savunma katmanları hala dikkatli bakılırsa görülebilir durumda. Bu
kaleyi bu haliyle ele geçirmek bir ortaçağ ordusu için çok büyük bir çaba
gerektiriyor olmalı. Buradan saat kulesinin yanından azı kırmızı çoğu
kahverengi damlarıyla Petervaradin şehrine sonrasında da ilerilerdeki sarı
ağaçların oraya yaklaşık üç yüz yıl önce atalarımızın kanını döktüğü topraklara
bakıyorum.
1699 ‘da Karlofça ‘da imzalanan anlaşma Osmanlı'nın pek çok
toprağını ittifak güçlerine bıraksa da bu devletler ele geçirdikleri
topraklarda pekte sağlam bir hakimiyet kuramaz. Özellikle Venedikliler Mora ’da,
yerli halk ile anlaşamazlar. Osmanlılar Mora ‘yı tekrar geri alırlar.
Avusturyalılar Mora ‘nın Venediklilere geri verilmesi konusunda ısrarcı olunca
Osmanlı savaşa karar verir ve yola koyulur.
Avrupalı kaynaklar savaşla ilgili çılgın rakamlar çıkarırlar
Osmanlının sayısal gücü hakkında. Tarafsız kaynaklar ise Osmanlıyı yüz binden
biraz fazla, Avusturyalıları ise yüz binden biraz az olarak gösterir. 5 Ağustos
1716 ‘da iki ordu karşı karşıya gelir. Avusturyalıların başında Türklerin
şansının tutmadığı Savoylu Eugene vardır. Bu şahıs zeki midir yoksa şanslı mı
yoksa her ikisi birden mi? Halen bu konuda net bir karara varabilmiş değilim.
Sahip olduğum fikir sadece,
atak ve
fırsatlardan istifade edebilen bir yapıya sahip olduğu. Öğrendiğim gibi
davranacağım bende. Cesur ve dürüst düşmana hürmet göstereceğim. Hunyadi Janos
‘a, Stefan Çel Mare ‘ye davrandığımız gibi. Karşımıza çıkıp bize karşı savaşan,
yenilsek bile bundan utanç duymayacağımız rakipler bunlar. Yoksa Bursa'ya
girdiklerinde, ilk iş Osman Gazi'nin türbesinde sandukaya ayağını dayayıp “Osman
biz buradayız ama seninkiler nerede ” diyen Yunan subaydan (bu teğmen sonra
Yunanistan'da cumhurbaşkanı dahi oldu ama konumuz burada adam olabilmek) ya da
Şam’a giren İngiliz komutanı Allenby ‘nin Selahaddin Eyyübi ‘nin türbesine
girip “Bak Saladin, gene geldik” zihniyetinden, düşünce sefaletinden farkımız
kalmaz ki.
Savaşa dönelim. Kaleler ve şehirler karşılıklı alınıp
verilir. Artık akıncı sistemi yoktur. Düşman geri hatlarından rahatlıkla
lojistik destek alır. Kırım ise Ruslarla ölüm kalım savaşına giriştiğinden
oradan da umut yoktur. Meydana inildiğinde Silahtar Ali Paşa bizim ordunun
başındadır. Başlangıçta Avusturya ordusu geriler, bozgun kapıdadır. Eugene
yedekteki Alman süvarileri sürmek zorunda kalır. Avusturyalıların Tuna
donanması da atışa başlar ardından. Önce sağ kanattaki Anadolu valisi Ahmet Bey
ardından sadrazam Silahtar Ali Paşa şehit düşerler. Rüzgar tersine dönmüş ve
Türk ordusunda panik başlamıştır. Ordu dağılır. Belgrad ‘a geri çekilir.
Paşa'nın cenazesi Belgrad'da kaleye defnedilir. Bugün halen kalede yer alan türbe
ona aittir. Fakat Eugene şanslıdır şanslı olmasına ama dediğim gibi bir o kadar
da zekidir. Ordunun çekilişindeki düzensizliğinin en önemlisi başsızlığının
farkına varıp Belgrad ‘ı kuşatır ve ele geçirir. Belgrad'da artık gene bir
süreliğine Avusturyalıların olmuştur.
Bugün ise ben burada bakıyorum. Binlerce şehidin kim bilir nerede ama
o ağaçlıkların orada bir yerlerde toplu mezarlarda yattıklarını biliyorum. Mezar
yerleri bile bilinmeyen hatta insanların kafasında bile bilinmeyen
insanlarımız. Çoğumuzun ataları burada yada başka cephelerde kaybolup gitti.
Kanıt yok, zaten kaçımızın dördüncü kuşaktan öncesine dair net kanıtlarımız
var.
Fransızlar bile tam anlamıyla
istilacı olarak geldikleri Rusya'da, Borodino gibi savaştıkları yerlerde kendi
kayıplarının anısına anıtlar diktiler. Burası bizim düşman karşısında ayakta
dimdik durduğumuz ve ancak öldükten sonra yıkıldığımız yerlerden. Anıt dikmeye
niyet etsek Sırp ne der ayrı bir durum. Asıl düşündürücü olan böyle bir niyetin
dahi olmaması.
Soluma Avusturyalıların yaptığı ama adı Türkçe olan sahat kula’yı
(saat kulesi) alıp son kez bakıyorum uzaklara. Saati Avusturyalılar ta Novi Sad
‘dan görünsün diye yapmış ama bitirir bitirmez de saat kulesi vergisi toplamaya
başlamışlar. Belki bir tür pasif direnişin neticesiydi Uhrturm değil de "sahat kula" denilmesinin
altında yatan. Saat Fransa'da yapılmış ve imparatoriçe Maria Teresa tarafından
hediye olarak gönderilmiş. Gezerken dikkat etmemiştim ama kadranındaki kısa ok
saat yerine dakikayı, uzun ise dakika yerine saati işaret edermiş. Bu nedenle
kötü havalarda bile çok uzaktan görünen saat için nehir insanları “sarhoş saat”
dermiş karadakilerin “ters saat” demeleri yerine.
Kaledeki müze kapalı. Sadece müze değil kalenin altındaki
hayaletli tünellerde Pazartesileri kapalı. Dolayısıyla ne hayaletleri, ne
Türklerin giderken mahsus bıraktıkları akrepten, çıyandan türedikleri iddia
edilen ve zamanla şekilleri değişen yaratıkları da göremedik. (Gören de yok ama
olsun). Kalede bir de gözlemevi var ama o da kapalı. Otele dönüşen residansın
restoranına girmeyi de gözümüz kesmedi.
Çıkış için sora sora dolanıp bir tünelden geçerek St. George
kilisesinin yanına çıktık. Hırvat krallarından birinin arması varmış kapıda ama
Hırvat krallarının arması nasıl olur bir bilgim yok. Fakat bu kilisenin
yapılabilme ihtimalinin mevzu bahis olduğu hiçbir tarihte de Hırvat Krallığı
yoktu ortalıkta.
Neyse, kasabanın sokaklarında bir iki adım atıp yemek
yiyecek bir yer buluyoruz. Tunayı aşmamızı sağlayan köprüye giden yolun
üzerinde, otobüs durağının hemen başında bir lokantada karnımızı doyurup ilk
yakaladığımız otobüse kapağı atıyoruz.
Varsın gençler EXIT festivalinde dağıtsın. Ben göreceğimi
gördüm, yapacağımı yaptım burada.
Otobüsle Tuna ‘yı aşıyoruz. Tam anlamıyla Pannonia ‘dayız artık. Novi
Sad aslında epeyce küçük bir kent. Aslında çokta yeni bir yerleşim. İki köyün
arasındaki boşluğa hazır karşıda da sağlam bir kale varken 1695 ‘te
Avusturyalılar yeni bir yerleşim kuralım demişler. Zamanla burası büyümüş ve
aralarında kaldı köyler banliyöleri haline gelmiş. “Yeni Bahçe” anlamına gelen
şehrin “eski” si nerededir bulamadım.
Tuna ‘nın kıyısında olup nehri aşan köprülerin de birer
ayağı kendisinde olunca şehir de epey gelişmiş. Ama Macar isyanı sırasında
kaleyi tutan isyancılar şehri topa tutup epeyce hasar vermişler. Sonrasında
NATO ‘ya ait savaş uçakları şehri bombalarken bir kaç binayı vurup bir iki
köprüyü de yıkmışlar.
Şehir yakın gelecekte problemler yaşamaya muktedir bir
havada. Bununla ilgili izlenimleri ileride anlatacağım zaten. Osmanlı daha
önceden de dediğim gibi ele geçirdiği Belgrad, Karlofça ve Petervaradin gibi
yerleşimlere Sırpları yerleştirir. Macaristan bizim elimizdeyken de Tuna'nın
kuzeyine Sırp yerleşimleri taşınır. Özellikle kale ve orman bölgelerinin
sorumluluğu hep Sırplara verilir. Avusturyalılar da Sırpları güvenilmez
buldukları için Macar nüfusu buralara taşırlar. Günümüzde Voyvodina denilen ve
başkenti Novi Sad olan bu bölgenin en büyük derdi de her iki nüfusun birbiri
ile olan anlaşmazlığıdır.
Sanayileşmiş, katolik Macar nüfus Macaristan ‘ın AB üyesi
olması ve Sırpların ABD karşısında dişinin epeyce kırılması nedeniyle ayrılık
türküleri ile bağımsızlık marşlarını söylemeye başlamış. Zaten bölge ta
Yugoslavya zamanından beri federatif bir yönetime sahip ve kendine ait bir
bayrağı bile var. Sırplarda zengin bir bölgeyi bırakmak istemeyen çiftçiler
olarak görülüyor. Macarlar zenginliğin de verdiği bir rahatlık ile direkt
olarak silahlı mücadeleye girişmemiş ama Belgradda konuştuğum Sırplar
Arnavutlarla Kosova için bir savaş olur ve ABD vb karışırsa olaya fırsattan
faydalanıp Macarların da bir şeyler koparacağı şeklinde yorumlar yapmaktaydı.
Gezmeye gelmiştik değil mi? Şehrin gezilebilecek kısmı oldukça küçük
sayılabilir. Otobüs köprüyü aşar aşmaz sola dönüyor ve sağına bir parkı alarak
yoluna devam ediyor. Parkın pek bir özelliği yok aslında ama havuzundaki İsa ve
Bisa denilen kuğular yaş olarak ellilerini çoktan geçmişler. Ben otobüsten
gayet net olarak gördüm. Ohridde fotoğrafını çekmeye çalıştığım tüm kuğular
kafalarını suya sokmuşlardı. Buradaki poz veriyordu ama ben müsait değildim.
Parkı geçer geçmez araçtan indik. Uzaktan bile kulesi
belirgin bir şekilde görülen katolik katedralinin olduğu Özgürlük (slobada)
Meydanına doğru ilerledik. Aşağı yukarı tüm turistik atraksiyon bu meydanın
çevresinde yada oradan içeri uzanan sokaklarda yer almakta.
Meydanın etrafı Avusturya tarzı art neuveau binalar ile
sarılır. Buradaki en önemli yapı Katolik kilisesi. Çatısı Viyana'daki
Stephansdome ‘u benzemekte. 1895 ‘te yapılmış. Çok yüksek bir kulesi var.
Meydandaki heykel ilginç bir geçmişe sahip. Şehrin işgali
sırasında işgal kuvvetleri heykeli yok etmek ister. Bunu öğrenen ahali heykeli
onlardan önce kaçırıp savaş sonuna kadar saklar.
Heykelin arkasındaki beyaz, kuleli güzel bina ise 1895 ‘te bir Macar
mimarın eseri olan Belediye binasıdır. Kulesindeki çanın adı Matilda imiş.
Eskiden şehirde çıkan yangınları haber vermek için bu çan çalınırmış. Matilda
kim derseniz o da çan için parayı hibe eden hayırsever kadınmış.
Dediğim gibi meydanın etrafındaki yapılar tam benim beğenime
hitap edecek türden. İnsanın içine işleyen bir sevimliliği var. (Etraf
yapılarla çevrili olduğundan nehirden gelen rutubetli soğuk değil neyseki içime
işleyen) Sağa sola yönelen sokaklarda pek farklı değil.
Magnet arıyoruz hatıra olarak. Bana kalsa almam. Ama eşim istiyor ve
tartışmaya gerek yok. Muhtemelen bir daha geleceğim bir yer değil. Zaten
fotoğraf makinamın pilleri ile sorun yaşamaktayım. Beş set pilim bitti. Çoğunda da pilleri cihaza
takmamla çıkarmam bir oldu. Bense çözüm olarak bir miktar cebimde ısıttığım
pilleri cihaza takarak çözüm bulmaya çalıştım. İşe yaradı.
Neyse şehirde magnet satan bir yer bulamadık önceleri. Ama
çok sayıda kitapçı var. Buranın ilginçliği eğer bir dükkan kitapçı ise sadece
kitap satıyor. Bizdeki kaset, CD satımı gibi atraksiyonlara girmemişler henüz.
Meydanın sağında bir avluya açılan yola girdik. Burada hediyelik
satan bir dükkana denk geliyoruz. İçten insanlar. Sırbistan genelinde
yaşadığımız gibi Türk olmak bir problem değil burada da. Zaten tatil için
Türkiye'ye gelen bir çiftmiş bunlar. Alanya'ya gelmiş pek beğenmemişler. Nem ve
sıcak hoşlarına gitmemiş. Bununla beraber incik boncuk için hammaddeyi de
İstanbul ‘a geldiklerinde temin ediyorlarmış. Konuşuyoruz. Adam kendisinin
soyunda Sırp, Bulgar gibi toplulukların olduğunu söylüyor. Sonra siyah
saçlarını çekerek muhtemelen dedelerinin arasında Türk olma ihtimalinden de
bahsediyor. Burada insanlar esmerliklerinin nedeni olarak bizi görmekteler. Bizim
dedeler gelip gen havuzuna katkıda bulunmuşlar onlara göre. Kimseden” buraya
geldiniz, kestiniz, biçtiniz” tarzı bir tepkiye denk gelmiş değiliz. Neyse adam
bal sarısı saçlı karısının nereli olabileceğini tahmin etmemizi istiyor. “Macar
olabilir Voyvodina burası” dediğimde biraz geriliyor sanki. “Yok, Polonyalı”
diyor. Neşeli bir sohbet ve alışverişten sonra vedalaşıp ayrılıyoruz. Kadın
gitmeden herkesin poşetine birkaç harita da sıkıştırıyor. Dükkanda güzel
eşyalar, mutfak önlükleri vb var. Uğrayın derim.
Meydandan da geçen yolun sonunda Sırp Piskoposluğu'nun konutu
yer almakta. Vladiçin Sarayı da denilen bu binaya vardığınızda yol ikiye
ayrılıyor. Sağdakine girerseniz kütüphanenin oradan Tuna ‘ya dek gidersiniz.
Burası şehrin en eski caddesidir ve pazartesileri gitmezseniz sıralanan
müzelere de girebilme şansınız olur. Ama bizim gibi sola saparsanız buradan
sonra Sırp kilisesine girersiniz. Temiz, aydınlık bir kilise. Hatta içinde
ekstradan ayarlar yapmaksızın fotoğraf çekme imkanı buluyorum. Az sayıdaki
cemaatinin içinde genç kızlar da var. Kilise aslında oldukça eski; 1734 ‘te inşa
edilmiş. Fakat 1850 ‘li yıllarda yeniden inşa edilmiş diyebiliriz. Saborna
olarak da biliniyor ama İngilizce kaynaklar Aziz George Kilisesi demekle meşgul.
Kiliseden çıktıktan sonra gezecek bir yer bulamadığımız için dönmeye
karar veriyoruz. Yol uzun. Ayaklarımın altında her ne olduysa atmış olduğum her
adımda ölüp ölüp diriliyorum. Ataköy ‘ü andıran bir muhitten geçiyoruz. Yaşlıca
bir çift ile göz göze geliyoruz. Her zamanki hayalimiz yaşlanınca da
gezebilmek.
Alışılageldiği üzere az bir zaman kala istasyona ulaşıyoruz.
Problem yok. Bu kez bir kompartımana girip yola o şekilde devam ediyoruz. Hava
kararmaya yüz tutmuşken trenin geçtiği metak köprüden son kez Petervaradin
Köprüsü'ne ve Tuna ‘ya bakıyorum.
Bir saatten biraz fazla bir süre sonra Belgrad ‘a varıyoruz.
Hava soğumuş. Neyse ki hostel yakında. Akşam dışarı çıkmıyoruz. Bir türlü
ısınmak bilmeyen yüksek tavanlı odamızda her geçen ağır tonajlı aracın
sarsıntısını hissederek uyumaya çalışıyoruz.
0 Yorumlar
Yorumlarınız