Sabah erkenden kalkıyoruz. Tüm gün Belgrad’ı gezeceğiz. Ama
eşim başının döndüğünü söylüyor ve yataktan kalkamıyor. Umarım sandığım şey
değildir çünkü evden bu kadar uzakta, İngilizcenin bu kadar az konuşulduğu bir
yerde ne yapabilirim en ufak bir fikrim yok.
Yiyecek bir şeyler almaya gidip geliyorum. Eşim onu bile yiyemiyor. Bense yemeye çalışırken ağzıma gelen eti zorlukla tükürüyorum. O kadar da ısrar etmiş, anlatmaya çalışmıştım domuz eti olmaması için böreklerde. Ama olmuyor, neyse ki Allah koruyor.
Başka bir şeyler arıyorum almak için Tuna kıyısında
ilerliyorum. Bu şehirde çok güzel binaların bakımsızlıktan dökülmekte olduğu,
kadınların hayatta epeyce söz sahibi oldukları ilk gözlemlerim. Dönüş yolunda
bir bakkala giriyorum. Bakkal (ki fişin üzerinde soyadının Topaloviç olduğunu
öğreniyorum) tip olarak Anadolu'nun her hangi bir kasabasının kahvesinden
alınıp da tezgahın arkasına yerleştirilmiş gibi. Muz, süt gibi enerji verir diye
düşündüğüm şeyleri almaya çalışıyorum. Sıradaki 2 m lik papaz görünümlü adam
bana öncelik veriyor, bakkal ise bana verecek muzları teker teker seçiyor.
Gördüğüm kadarıyla muz bizim paramızla 2,5 TL kadar ama süt Türkiye ile aşağı
yukarı aynı. Burada da bakkallar alışverişten sonra fiş veriyor ve en ufak bir
turist tarifesi uygulamadan işlerini yapıyorlar. İşler tıkırında gitse
yaşamayacağım durumlar, yapmayacağım alışverişler, girmeyeceğim sokaklar hepsi.
Ama hostelde durumlar pek iyi değil. Eşim hastaneye gitmek
istiyor. Hostel sahipleri ile konuşuyorum ve yürüme mesafesinde bir tane
olduğunu öğreniyorum. Güzel de yürümemiz mümkün değil. Odaya dönünce bin bir güçlükle
eşimi dışarı çıkarıyorum. Beş altı taksi durduruyorum. Ya anlamıyorlar ya da
dedikleri gibi çok yakın diye almaya üşeniyorlar.
Nihayetinde bir taksici duruyor. Tipinden de yardımsever
olduğu aşikar biri. Eşim arkada. Geçtiğimiz yollar devasa yapıların olduğu
yerler. Yolun iki kenarında da NATO bombardımanında vurulan binalar yer almakta
ve ibret olsun diye de halen onarılmamış.
Bu sırada eşim kusuyor. Hiç böylesi olmamıştı. Şoför ise yüzünde
en ufak bir iğrenme, küçümseme yada “neden bunları aldım araca” ifadesi
olmaksızın sağdan soldan naylon torba bulmaya çalışıyor. Bizi acil servisin
kapısına kadar getirip bıraktığı hastane epey güzel görünümlü ve büyük bir yere
benziyor. Parayı verip üstünü bırakıyorum. Üst dediysem kuruş düzeyinde bir şey
ancak ama adamın yüzünde içten bir mutluluk var.
Hastaneye giriş tam film. Dört-beş hemşire kapıda duruyor.
Sanırım mostralık. Çünkü içeride koşturan, üstü başı batık tiplerden tamamen
zıt, bakımlı kızlar ama yardım sıfır. İngilizce de bilmiyor olmalılar. Hoş, acilin
gişesi de pek farklı değil. Neyse burada insanlar çat patta olsa konuşabiliyor
yabancı dil. Eşimin pasaportunu alıp kaydını açıp sedyeyle yukarı çıkarıyorlar.
Beklemedeyiz. Direkt nörolojiye gönderdiler. Bizden sonra
boyu eşimden bir iki santim kısa bir kız daha geldi aynı yere. Bir müddet
sonrasında içeri alınıyoruz. Topaç gibi, sarışın bir hemşire yardımcı olmaya
çalışıyor önce. İngilizcesi iyi. Aksan yok. Sonrasında acilin doktoru da
geliyor. Hızlıca bir kontrol süreci geçiyor. Büyütülecek bir şey yok diyor.
Soğuk nedeniyle vücut güçsüz düşmüş, az dinlenmeli diye ekliyor. İlerideki
yatakta sıra bekleyen Can Yücel benzeri adam burasının en iyi hastane olduğunu
söylüyor. “Yapılacak bir şey varsa en iyisini yaparlar merak etme” diyor.
Burada vitamin direkt damardan veriliyor. Kan tahlili ise parmaktan alınan bir
damla kan ile yapılıyor. Kimse damara yapışıp da şırınga ile tüp almıyor. (Tam
kan tahlili yapılmış) Ben eşimin kan grubunu öğrenmeye çalıştıklarını
sanıyordum. İnsan azmanı görevliye bunu dediğimde “blood pressure, blood type”
diyerek geçiştirdi. Muhtemelen “çekil ayak altından be adam” yerine söyler
gibiydi.
Serum vb nedeniyle eşim hafif uyuklamaya başlarken odayı
inceleme imkanı bulabildim. Dışarıdan harika görünen binanın içi dökülüyor.
Halen sarışın kız tüm hastalara koşturuyor. Yaşlı hastanın eşi nereden
geldiğimi soruyor çok ama çok düzgün ve anlaşılır bir İngilizce ile. “Türkiye”
diyorum. Bizi izlediklerini, özellikle Orhan Pamuk ‘a çok saygı duyduklarını,
Nobel ‘in daha önce verilmesi gerektiğini ama artık bu ödülün de fazlaca içinin
boşaldığını söylüyor. Kadın çıkınca kocası ile konuşmaya başlıyoruz. Sırpları
tahminlerimin çok çok ötesinde iyi insanlar olarak bulduğumdan bahsediyorum
ilkin. Ülkelerinin pazarlamalarının çok kötü yapıldığı ile başlıyor. "Bir kaç
manyağın peşine takılan bir kitlenin ve onların zorlaması ile harekete geçen
sessiz kalabalıklarda suç" diyor. "Onlar da tepki verebilseydi işler değişirdi. Ne
yapsak durduramadık ama olanlara sanıldığı kadar sessiz kalınmadı. Hepimiz deli
değiliz" diye ekliyor. Bazı konulara girmeye çekiniyorum. Aklım her ne kadar
eşimde ise de merak ve çekingenlik arasında sıklıkla gidip geliyorum.
Bazı gerçekleri biliyorum. En azından Balkanların çeşitli
bölgelerine yaptığım önceki gezilerimde olanların daha detaylı ve daha farklı
olduğunu gözlemleyebilmiştim. Sadece Sırplar değildi insanları katleden.
Nedense Hırvatların yapıldıkları unutuldu yada duymazdan gelindi. Ama Mostar ‘ı
yıkan, her milli maçtan sonra Müslüman mahallelerine girip olay çıkartmaya
çalışan (biz döndükten çok kısa bir süre sonra Hırvatlar bizim ruhsuz ve milli
bilinç yoksunu futbolcularımızdan kurulu takımımızı hem de istanbul'da farklı
yendi. Sonrasında ise Hırvatlar gene Mostar ‘ı karıştırmış. Halbu ki bizim Türk
olduğumuzu öğrenen Sırplar bile bizim el hareketlerimiz ile Hırvatlara
yapmamızı istediklerini işaret ediyorlardı, yazık.) Halen oluk oluk turisti Hırvat
topraklarına gönderiyor, adamları ihya ediyoruz. Sırp ise sonsuza dek düşman
edilmiş sanki. Katledilen Boşnaklar son zamanlarda Amerikan filmlerinin
gündeminde. Ama her nedense katledilmiş olarak sadece Hristiyan Boşnaklar
gösterilmekte. Katledense Ortodoks Sırplar. Hırvatlar ise sırtlarını sıvazlayan
İtalyan ve Alman ağabeylerinin yanında Sırpların ve Boşnakların yaşadığı sefaleti
izlemeye devam ediyor.
Sırbistanda yabancılık çekmediğimizi ve insanlarla oldukça
çabuk kaynaştığımızı anlatıyorum. Bunun çok sürmeyeceğini, artık genç nüfusun
zamanla Amerikanlaştığını söylüyor. Her yerdeki sorun bu anlaşılan.
Adamın da tedavisi tamamlanıp gönderiliyor. Bizi biraz daha
tutuyorlar. Eşim biraz daha iyi ama gene başı dönüyor. Bize söylenen ise öteki
binadaki polikliniğe gitmemiz. Bense Belgrad'da bildiğim tek yerin sadece bu oda
olduğunu söylüyorum. Sarışın hemşire bize yardım için eşimin koluna giriyor ama
nafile. Ancak eşimin yarısında kızın boyu. Ama alt kata kadar indiriyor bizi.
Kimdir bilmem ama dediğim gibi bize, herkese suratını asmaksızın yardımcı oldu.
Alt katta çıkış işlemlerini yapmak için bekliyoruz. Beni
badici kılıklı benden az biraz kısa biri girişteki küçük kayıt odasının
arkasındaki bölüme aldı. Oturdum bir süre. Kim bilir kaç para ödeyeceğimi vb
düşünürken kimse gelmeyince çıkıp “bulaşıkları mı yıkayacağım yoksa direkt mi
döveceksiniz ?” diye sordum. Badici kılıklı olan yanıma geldi, anlamamış. Zaten
bu coğrafyada espri anlama yeteneği beklemiyordum ama dediklerimi açıklayınca
gülümsemeye başlıyor. "Böyle bir şey olmaz burada" diyor. Sonra soruyor “Fatura
alacak mısın? Alacaksan 100 euro ama almayacaksanız gidebilirsiniz”
Anlayamıyorum. Aslına bakarsanız adamı anlıyorum ama dediklerine anlam
veremiyorum. Bir kaç kez tekrarlıyor ben sorduğumda. En sonunda “eğer içeyim
diye para veriyorsan teşekkürler ama tedavi için vermeyeceksin. Fatura istersen onu 100 euro’ya satarım”
diyor. Güzel espri. Üç beş bir şeyler veriyorum. Bizi ambulansa alıp öteki
kliniğe yolluyorlar.
Eşim iyi olmadığını söylüyor. Ambulansın arkasında
oturuyoruz. Pis kokan bir adamı yatırıyorlar önümüze. Çare uman bakışlarla
süzüyor bizi. Yanıma ise gençten bir doktor oturuyor ama oda bir şey soracakmış
gibi bakıyor. Niye baktığını anlamak için gözlerimi diktiğimde konuşmaya
başlıyor. Konuşmamızdan Türk olduğumuzu anlamış, Türkçeye de kulağı Şehrazat
dizisinden alışıkmış.
Neyse kısa süre sonra ambulanstan inip bin bir güçlükle
işaret edilen yapıya gidiyoruz. Sonradan da baktım hastane çok büyük bir alanı
kaplamakta. Tam kapıdan içeri girerken çıkmakta olan bir kız elimizdeki
kağıtları aldı. Bakındı, içeriye gitti ve birilerine gösterip konuştuktan sonra
yanımıza döndü. Başka bir yere gitmemiz gerektiğini kötü olduğunu söyleyip özür
dilediği İngilizcesi ile gayet iyi dile getirdi. Ben nasıl gideceğimizi
bilemediğimi söyleyince de eşimin bir koluna da o girip gideceğimiz yere dek
bizimle geldi. Kah sürükleyerek, kah az kaldı dayan diyerek binaları aşarak
eşimi getirdik bir binaya. Kız hep şu bina deyip küçük hedefler koyuyor bense eşimin
her adımda iniltilerini duyup yavaştan çözülüyorum. Bilmediğim bir şehirde tüm
korkularım ile yüz yüzeyim burada. Babamın öğütlediği, olmam gerektiğini
söylediği evin reisi kavramını ortaya koymam lazım ama nasıl?
Sonunda kız (ki bu meleğin hemşire olduğunu konuşmalarımız
sırasında öğrenmiş bulunuyorum) bizi bir polikliniğe getiriyor ama yanımızdan
ayrılmıyor. Daha Sırp bürokrasisi ile mücadelemiz yeni başlıyor. Nemrut bir
memure bana başta bir fırça kayıyor. Sanırım fırça nedeni bir Yunanlı ile Türk
‘ün neden Sırbistan'a geldiği. Bunu bize söylüyor ama anlamadığımı görünce bizle
gelen kızı haşlıyor. Eşim ise loş koridorda inildiyor oturduğu yerde. İnsanlar
ise yanından uzaklaşmış ama korkuyla ona bakıyorlar. Aniden “höyt” diye
ayaklansa bir iki yaşlı kadın aramızdan ayrılabilir bakışlardan anladığım
kadarıyla.
Kız arada “turist” falan deyince biraz duraksıyor.” Problem
paraysa öderim” diyorum. “Para değil sorun olan “ diyor hemşire kız.
“Departmanlar arası iletişim problem” diye ekliyor. Sonrasında sarışın, uzun
boylu bir bayan doktor da olaya müdahil olunca nemrut memure (nemrutska
diyelim) aniden yumuşuyor. Bana bakıp Yunanlı nasıl Türk ile beraber oluyor
diye tarzanca hareketlerle soruyor. Yunanistanda da Türkler var eşim onlardan
diye halen bizim ülkede bile milletin anlamamakta ısrar ettiği detayları
inmiyorum bile. Kendimi gösterip “Turska” diyorum sadece havalı bir şekilde.
Gülüşüyorlar. Nemrutska eliyle çok konuştuğumu gösterip Yunan bu nedenle hasta
dercesine hareketler yapıyor. İşler yolunda sanırım.
İşler gerçekten de yoluna girmiş. Hemşire kız bana işlerin
tamam olduğunu, doktorun görmesi için biraz beklememiz gerektiğini söylüyor.
Artık kendisine ihtiyaç kalmadığını belirtiyor. Teşekkür ediyorum. Sadece
İngilizcesini biraz daha ilerletmesini söylüyorum. Eksiği sadece kelimelerde
zaten. Grameri benden daha iyi ama kendince kötü. “Yabancı bir ülkede, çaresiz
kalmış insanlara yardım edebilecek kadar İngiliz diline hakimsin; dil bilmek
budur. Ama derdin şiir yada roman yazmaksa biraz daha ilerlet” diyorum. Kız
mutlu oluyor, bunu yüzünden okumak mümkün. Ama bizim için yaptıklarının yanında
hiç bir şey karşılık olamaz. Bizdeki tiplemeleri aklıma getiriyorum da… Acile
getirdiğimiz çocuğumuzu ancak yatırmaya karar verip para ödeyecek olduğumuzda
tedaviye alan, hiçbir sorumuza cevap vermeyen insanlarla kıyaslamak bile
istemiyorum bu kızcağızı. İşini bitirip yoluna gidecekken tekrar dönüp türlü
insanla bizim adımıza uğraşan, kaprislerini çekip bürokratik saçmalıklarla cebelleşen,
eşimi benimle beraber sırtlayan bu kız kimdir bilmiyorum. Ama Allah yolunu açık
tutsun. O kıza denk gelmeseydik muhtemelen ben saatlerce orada tarzanca atışır
muhtemelen kavga çıkarır ve nihayetinde sağlam bir dayak yer kalırdım.
Artık rahatız. Şişmanca bir kadın bizi odaya çağırıyor. Loş
bir oda. Elektronik tek cihaz muhtemelen türünün ilk örneklerinden basit bir
bilgisayar. İnce uzun tipik Sırp tipli
bir doktor masanın arkasında. Bir ilaç versin de İstanbul ‘a kadar kör topal
gidelim. Tüm derdim bu. Belgrat'tan her sabah İstanbul ‘a tren var.
Çok düzgün, aksansız, tane tane bir İngilizce ile
kağıtlarımızı soruyor. Ben pasaportları veriyorum nedense. “O kağıtlarla işim
olmaz benim” diyor. Hoppala. Türk pasaportu mu rahatsız etti adamı? Gerçi Yunan
pasaportu da vardı arada ama. Göreceğiz bakalım.
Sorunumuzu soruyor. Ben içimden İngilizcemin yeterli
olabilmesi için boşluklarda dua ediyorum. Adam, hayal gibi hatırladığım,
çocukluğumun o eski doktorları gibi davranıyor. Ben çocukken hep bu tarz
doktorlar vardı.”Kalemi takip et” diyor. Sonrasında eşimin başını hızlıca sağa
sola sallıyor. Eşim düşüyormuş gibi bağırıyor ve bir yerlere tutunmaya
çalışıyor. Bense Sırp Kasabı gibi algılıyorum adamı bu aşamada.
Acayip bir gözlük çıkarıyor ve eşimden takmasını istiyor.
Şişe dibi gibi hatta Hüdaverdi ‘nin taktığı türden bir gözlük. Bir şeyleri
gösteriyor. Sonrasında uzun tornavida gibi bir şeyi eşimin kulağından içeri
sokuyor. Çığlıklar… Tam bir cadı doktoru gibi görünüyor adam gözüme. İstanbul'da
olsaydık son teknoloji aletler ile bakılır bir şeyler çıkardı ortaya düşünceme
göre. Katır kutur bir sesler duyuyorum sanki.
Sonrasında doktor, eşime yürümesini söylüyor. Sürükleyerek
anca getirdiğim kadının benim tarafıma düşmesini ummak dışında bir şey elimden
gelmezken eşimin hafif bir sendeleme ile kapıya kadar gidip döndüğünü görünce
şaşırıyorum. Doktor hemen sonrasında bizi koridora çıkarıp koridor boyunca
eşimin koşmasını istiyor. Hayret edilesi bir durum olarak eşim gayet rahat,
koşarak kat ediyor mesafeyi.
Bir başka odaya daha geçiyoruz. Üzerinde derecelerin yer
aldığı bir yuvarlağın olduğu duvarın önüne eşimi oturtuyor. Burada da
teknolojik bir şey yok. Muhtemelen buradaki en teknolojik şey duvarda
kullanılan boya olmalı. Çünkü açılar, çember ve dereceler ta antik Yunan'dan
beri bilinmekte. Adam sağ ve sol göz kapalı iken kolu yere dik şekilde
tutmasını istiyor eşimden. Üç derece sağa kayar şekilde her denemede eşim sabit
tutuyor kolu.
Son aşamada bir masaya yatırıyor eşimi. Pencereyi açıp
uzaklara baktırıyor. Gözbebeklerine bakıyor ve eşimin başını yere doğru eğip
“vertigo bu” diyor. Bu sırada eşim sağa sola düşmemek için acayip şeyler
yapıyor yattığı yerde.
Tedavinin sonu benim için en vurucu an belki de. Doktor o
anlaşılır İngilizcesi ile bu durumun kimi insanda işitmeyi kimi insanda ise
dengeyi bozan bir durum olduğunu söylüyor. İstanbul ‘a gidene dek idare edecek
bir ilaç talep ettiğimde ise dünyanın en cahil insanına denk gelmiş gibi bir
şaşkınlıkla bana bakarak “zamanla vücudun kendisini onaracağını” söylüyor.
İstanbul'da doktorların en az üç gün yatırdığını, türlü ilaçlar verdiğini
söylediğimde ise verdiği cevap daha çok yüzündeki ifade ile her dilden
anlaşılır bir şekilde yansıyor. “Bilemeyeceğim, belki de başka bir etkileşim
vardır. Buradan yorum yapmam doğru olmaz ”diyor. Çekinerek Türk – Yunan nasıl
beraber olabiliyor diye soruyor bize. Detaya inmeden “Hayat” diyorum.
Gülümsüyor. O anda pasaportları gösterdiğimde söylediği “o kağıtlarla işim
olmaz” lafının aslında “benim işim insanla, kağıt üzerinde yazılı herhangi bir
şeyle değil” anlamına geldiğini anlıyorum.
Gitme vakti. İstanbul'a dönüp dönemeyeceğimizi soruyorum.
Eşimi yarın tekrar getirmemi ancak o zaman net bir şey söyleyebileceğini
söylüyor. Korkmamam gerektiğini sadece kontrol amaçlı gelmemizi istediğini
tıbbi herhangi bir şey yapılmayacağından bahsediyor.
Dayanamayıp soruyorum. “Her hastanızla bu kadar ilgileniyor
musunuz? İstanbul'da olsa doktor altı-yedi hasta alırdı” diyorum. Karşımdaki
baston gibi adam küçülüyor sanki dediklerimi duyunca. “İyi bir doktor olduğumu
düşünmüyor musunuz?” diye hiç bir tavra sahip olmaksızın soruyor. Kaş yaparken
göz çıkarıyorum gene sanırım. “Hayır” diyorum. “Aksine ilk kez bu kadar detaylı
bir konsültasyona rastlıyorum ve her sorumuzun cevabını da aldık. İstanbul'da
olsanız zengin olurdunuz”
Gülüyor samimi bir şekilde, “Yapılması gereken bu sadece” diyor
ve arkamızdan bakıyor bir müddet.
Hastanenin devasa bölümleri arasında dolanırken eşim
“İstanbul'da olsa, özel hastanede yavaş çalışıp az hasta bakıyor diye kovulur;
devlet hastanesinde ise herkes hastasını buna gönderip yayılır bu da delirir ”
diyor. Benim ise aklım hala kavrayabilmiş değil. İnsanın bir makine olduğunu
her zaman düşünmüşümdür ama bu şekilde bozuk mekanik bir arabanın tamiri gibi
iyi edilebileceğini düşünmemiştim. Şu an benden en ufak bir fark olmaksızın
yürümekte olan eşime “bir iki tahtan yerinden oynamış, bir iki vidayı sıkmak
kafiymiş” diyorum. Bu stres ve panikten sonra saçmalamak benimde hakkım olmalı.
Neyse bir şekilde insanlarında yardımı ile hastanenin
çıkışını bulup taksiye atlayıp hostele kapağı atıyoruz. İlginçtir burada
insanlar –özellikle kadınlar- soru sorduğunuzda mutlu bir şekilde gülümsüyor ve
sanki bir kalıpmış gibi yetersiz olduğunu iddia ettikleri İngilizceleri için
özür dileyerek konuşmalarını bitiriyorlar.
Aç karnımızı doyurmak için Sinan ‘ın bir gün öncesinden keşfettiği Boşnak lokantasına gidiyorum. Henüz kapalı. Yanındaki “pekara”ya zıplıyorum. Burada, basit poğaça vb satan dükkanlara pekara deniyor. En hesaplı yemek işini buralarda yapabilirsiniz. Bende poğaca vb bir şeyler alıyorum. Birde canım çekti somuni kapıyorum. ”Somuni” ekmek demek anladığınız üzere. Ama açlıktan mıdır bilinmez tadı harika geliyor.
Akşam, yaklaşık sekiz saate yakın süren gezisini bitiren
Sinan da dönüyor mekana. Önce son durumu anlatıyoruz. Gezi planımızın ilk
versiyonuna göre biz bu akşam Saraybosna ‘ya geçecektik. Daha dün sabah karar
değiştirmiştik. Sinan'sa bu akşam da kalmamızı istemişti. Nasıl istemiş
anlamadım yerimizden bile ayrılamadık.
Eşim iyi. Kalmamıza gerek kalmadığını akşam şehri gezebileceğimizi
söylüyor. Bizde fazla uzaklaşmamak şartıyla Belgrad gecelerine akıyoruz
yavaştan. Belgrad gecesi dediğime bakmayın sakın, sanırım o anlatılan çılgın
Belgrad geceleri sadece yaz mevsiminde yaşanmakta sadece. Bu mevsimde bu havada
bir şey yok. Zaten anlatacağımda.
Neyse fark ediyorum ki sabah alışveriş için kaleye dek
gelmişim neredeyse. Katedrale dek ilerlemiştim. Zaten bir durak sonra kalenin
önünde yani kalemegdan da iniyoruz.
Ama Bayraklı Camii ve kale içindeki bir iki yer haricinde
bizden bir şey yoktur. Aslında kimseye ait eski bir şey yoktur. Gelen geçen
yıkıp baştan kurduğundan mıdır yoksa kafası kızan bu şehre daldığından mı her
şey çok yeni sayılabilecek kadar yenidir. Daha eski tarihli binalar Zemundaki
burçlar ile kilisedir.
Neden buradayız? Çünkü şehrin en havalı semti burası. Silikon
Vadisi, Botoxland diye de anılıyor. Çünkü güzel hatunların, paralı ağabeylerin
takılıp arzı endam ettiği muhit burası. Böyle semtler belalı olur ama "bela
biziz" diyoruz (ama sadece birbirimize ve elbette ki sessizce). Çünkü Sırp denen
canlının erkeğinin yanında epey bir minyatür kalıyoruz. Demişimdir, eşim bile
boyu ile Türk kadınının şanını kurtarıp Sırp kızlarını alt etmiştir ama o bile
erkeklerin yanında minyon görünmektedir. Muhtemelen dedelerimiz de benimle aynı
duygulara kapıldı. Baktılar adamlar kalıplı, çaldılar kılıçları kafalarına kafalarına.
Ancak kafaları kesince bizimle hemen hemen aynı boyda olabiliyorlar ancak.
Muhite geliyoruz. Saat bu tip alemler için erken. Eh, havada
hafiften dondurucu. Bu havada açabilmek zor ama Slav kadını bu konuda hava
koşullarını pek umursamaz bildiğim kadarıyla. Ama ilginç olan burada ne mekan
ne ortam olarak pek takılacak bir yer de yok. Sadece bir tek kadının hafif bir
çatalını görüyoruz ki. Kısa günün karı olarak nitelendiriyoruz.
Bir aksiyon göremeyince (şimdiye dek gördüklerimizde de
bizde bir aksiyon çıkmamıştı zaten) dönüşe geçiyoruz. Bu şehirde magnetler 250
SP. Neredeyse İtalya fiyatı. Kapanmakta olan tezgahlara uğruyoruz. Burada “beş
alalım 1000 verelim” yada “dükkan kapanıyor yap bir güzellik” gibi kavramlar
işlememekte haberiniz olsun.
Sebze pazarının yanından yürüyerek hostele dönüyoruz. Eşim
iyi olduğunu söylüyor. Sessizce çantaları toparlıyorum. Doktorun gidin
diyeceğini tahmin ederek belki de umarak…
0 Yorumlar
Yorumlarınız