Takip Et

8/recent/ticker-posts

Balkanlar Gün 6 - Dönüş yolunda Niş

Sabah erkenden kalkıyoruz. İyi bir uyku aldığımı söylemem mümkün değil. Gerçi eşim uyandığında iyi olduğunu söylüyorsa da zihnim çeşitli sorularla beni çelişkilere sokuyor her zamanki gibi. Dışarıya belli etmemeye çalışıyorum kahvaltıda. Sinan erkenden kalkıp dışarı çıkıp dünya kadar yiyecek bir şeyler almış kahvaltı için. İki gündür hostelde biz kalıyoruz. Ne arayan ne soran var. Gelen giden de olmadığı için aslında çıktık deyipte kalmaya devam bile edebilirmişiz gibi geliyor bana.

Bosna planını daha işin başından iptal ettiğimiz için biz de Sinan gibi dönüş yapacağız. Tabi, eğer doktor gidebilirsiniz derse. Sinanla vedalaşıyoruz. O yanında getirdiği lokumları bize bırakıyor doktora verelim diye. O biraz daha turlayacak şehrin güneyinde biz ise doktora uğrayacağız. Görüşemezsek diye vedalaşıyoruz.

Önce Sofya otobüsünün yer durumunu kontrol ediyoruz. Altı koltuk boş. Gece Sinan'la sorduğumuzda ise on bir koltuk boştu. Kısmet diyoruz. Nasıl olsa kalacak yer var. İlk bindiğimiz taksideki şoför arabayı çalıştıramadı. Eşim belki de Türk olduğumuzu söylediğimiz için aracı çalıştırmamış olabilir diye düşünse de ben arabanın külüstürlüğüne veriyorum bunu. Bir arkadaki arabaya atlıyoruz. Adam “İngiliz misin?” diye soruyor hemen. Eşimin önerisi üzerine “Yunanlıyım” diyorum.

Yunanistan'daki kriz ile başlıyoruz konuşmaya. Yazdıkça yazıyorum ben. “Problem yaşayan sıradan halk” diyorum. “Benim ürünümü kriz diyerek ucuza alıyorlar ve kriz diyerek pahalıya başkasına satıyorlar. Devletse kriz diye bana verdiği parayı kesiyor vergiyi ise arttırıyor. Zengine dokunan yok” . Adam gülüyor ve “Bizim hep yaşadığımız krizden demek ki sizinki ”diyor. Sonrasında ben ayda üçyüz euro geliri olan insanların nasıl bu kadar pahalı arabalarda lüks içinde yaşayabildiklerini sorduğumda ise içten bir ifade ile “ben de bilmiyorum” diye yanıtlıyor. Sırpların dostu olmadığını, Avrupa'nın ortasında olduğu içinde herkesin Sırbistan'a zarar verip geçtiğini söylüyor. “Evet” diyorum “Türklerde istila etmiş yıllarca buraları da”. Göz ucuyla bana bakıp “Güçlüydüler geldiler, kaldılar. Şimdi zenginler, gençler İngilizlere, Amerikalılara gidiyor. Zamanında Türkler topladılar bizim gençleri. Burada tarlada çalışacakken sarayda çalıştılar. Saray tarladan iyidir” diyor.  Nato bombardımanında vurulan yapılar için ise “İngiliz eşkiyalar yaptı” dedi. Dediğine göre epeyce ölen olmuş bu saldırılarda ama devlet halka bildirmemiş.

Şimdi düşünüyorum da  günün birinde bizde de bir şeyleri bahane edip saldırıldığında demek ki şehrin merkezi pervasızca vurulacak. Öyle yok efendim sadece askeri tesisler vurulur, sivil ünitelere zarar verilmemek için azami dikkat edilir gibi sözler tipik batı yalanlarından, haçlı kafasından farklı bir şey değil. İnanmayan gider Belgrad ‘a görür ne nerede.

Hastaneye varıyoruz. Akşam internetten hastaneyi araştırmıştım. Gerçekten de tahmin ettiğim gibi büyük bir kompleks. Doktorumuzsa Amerikalarda ders veren, branşının önde gelen isimlerinden birisi imiş. Ülkem profesörlerinin bir hastayla hem de ücretsiz olarak ilgilenme ihtimali pek yüksek değil.

Neyse doktor bizi kısa sürede aldı. Yine moral verici sözlerle bize yapmamız gerekenleri anlattı. Sonra İstanbul'da bir uzman bulmamızı salık verip doktora göstermemiz için bize İngilizce bir rapor yazıverdi. Biz de teşekkür edip Sinan'dan aldığımız lokumları verdik. Adam “Turkish delight, Turkish delight” diyerek mal bulmuş Mağribi gibi sevinçle aldı hediyelerimizi.

Taksi ile hemen tren istasyonunun yanındaki otobüs terminalinden bilet alma işlemine geçtik. Bakımlı, esmer ama baştan aşağı ahmak bir hatuna denk geldik. Yer varmış hemen iki bilet istedim. Elimdeki dinarlar yetmeyince tren istasyonuna bir koşu gidip para bozdurup geldim. Kız meğer bana tek bilet fiyatı vermiş. Tekrar koşup para bozdurup dönüverdim. Neyse ki bu kez ekstra bir şey çıkartmadı da biletleri alabildim. (2750 SD)

Hostele gidip biraz soluklandık. Sinan az önce çıkmış. Anahtarları kıza bırakıp biraz konuşup çıktık. Az biraz beklemenin ardından (burada da 30 sd aldılar bavul ücreti olarak) Sofya ‘ya gidecek araca atladık.

Güneşli, güzel bir günde Belgrad'dan ayrıldık. Yeniden gelir miyiz diye konuştuk karı koca. En azından sağlık için geliriz diye düşünüyoruz.

Her şeyin Sırpça olduğu otobüste Sofya diye yazan bir yazı yok. Neyse ki şansımıza İngilizce bilen sevimli bir genç kız düşüyor. Kız Sofya'da okuyan anne Rus baba Filistinli bir öğrenci imiş. Otobüsün Niş'ten aktarmalı olarak gideceğini ve bize yardım edeceğini söylüyor.

Tek düze bir yolculuk. Bakımsız tarlalar sağımızdan solumuzdan akıp gidiyor. Biz yanımızdaki çikolataları atıştırırken yan koltukta oturup yolun başından beri bizi meraklı gözlerle bizi izleyen ikiz kızlara da çikolata verelim diyoruz. Babalarının rızasını almak istiyorum ama “olmaz” diyor. Fakat sanırım sonrasında bizi kırdığını düşünmüş olmalı ki bize devamlı gülümsüyor.

Niş yakınlarında bir durağa giriyoruz. Epeyce pejmürde görünümlü bir kalabalık araca biniyor. Belgrad ve Novi Sad ile kıyaslanamayacak insan manzaraları.

Neyse Niş terminalinde iniyoruz. Bizden görüntüler… Ortalık ana baba günü adeta. Nedendir bilinmez ancak bir müddet sonra aklıma buranın tarihi Niş Kalesi ‘nin yanı başında olduğunu hatırlıyorum. Bu taraftan görünüm epeyce içler acısı.

Bizi Sofya'ya götürecek araç bir minibüs ve ancak doluyor. Genelde sınırda çalışan nöbetçileri taşımakta. Bunların dışında yanımızdaki tekli koltuklarda tahminimce illegal bir meslekle iştigal eden hatunlar oturmakta. Şoför ise Homer Simpson ‘un canlanmış hali gibi.

Yarım saat sonra Niş'ten ayrılıyoruz. Büyük bir şehre benziyor. Avrupa'nın içine uzanan doğu batı hatlı tüm yollar bu şehirden geçmekte. Sokakları kasvetli, umutsuz bir görünüme sahip. Tarihi olarak en önemli özelliği, İstanbulu başkent olarak ilan eden Roma imparatoru Konstantin ‘in doğum yeri olması. Neyseki Nişliler vefalı çıkmışlar da hemşerilerinin adını şehrin havaalanına vermişler. Biz bir heykeli dahi çok görelim.

Şehrin simgesel olarak iki büyük yapısı var ve onlarda bizimle ilişkili. Biri kale. Terminalinde yanında yer alan kale bir Osmanlı yapısı. 1723 yılında tamamlanmış kale Roma döneminden kalan kalıntılar üzerine inşa edilmiş. Avrupadaki en iyi korunmuş Türk kalesi olarak anılmakta. Şehri 1386 ‘da dedeler ele geçirir. 1443 ‘te Hünyadi Yanoş komutasındaki haçlı birlikleri geri alıp bizim birlikleri Sofya ‘ya dek sürerler. Ama Bir yıl sonra Türk ordusu 1878 ‘e dek kalmak üzere geri döner.

Bir diğeri ise “Kelle Kule”. Sırp isyanı sırasında bizim askerler Sırp birliklerini kıstırırlar. Sırp soylularından biri kendini feda ederek cephaneliği patlatır. Rivayete göre bizden on, onlardan üç bin kişi patlama sonucunda ölür. Bunun üzerine bir başka rivayete göre İstanbul ‘dan gelen bir emir üzerine Sırp isyancılar idam edilir ve kafalarından bir kule inşa edilir. 953 kurukafadan günümüzde 58 tanesi kalmış. Şehir merkezinden içeriye doğru bir iki km yürümeniz gerekmekte görmek için.

Şehir civarında bir toplama kampı ve bir de Roma antik kenti yer almakta. Şehirde konaklama imkanları da mevcut ve Sırbistan ‘ın en iyi börekçilerinin burada olduğu söylenmekte.

Sınıra doğru Pirot isimli bir kentten geçtik. Şehrin girişindeki kale oldukça iyi aydınlatılmış. Pirot kelime kökeni olarak oldukça ilginç bir bileşime sahip. Roma döneminde de savunma amaçlı kuleler olduğundan kuleler anlamına gelen “Turres” ismi ile anılıyormuş. Yunanlılar ise aynı anlamdaki “Pirgos” adını vermişler. Ardılları ise bir ondan bir bundan diyerek “Pirot” ismini vermiş olmalı.

Sırp sınırından oldukça rahat bir şekilde geçiyoruz. Öyle ki bir Allah'ın kulu çıkış için yanımızda olması gerekir denilen konaklama belgelerine bile bakmıyor. Bulgar ise nereden geldiğimi söylüyor. Sırbistan dediğimde ise oraya nereden geldin diyor. Üşenmeden uzun uzun rotamızdan bahsedince sıkılıp kaşeyi basıp başından savıyor beni.

Homer Simpson benzeri şoför sınırdan geçer geçmez aksanlı bir Türkçe ile “İstanbul ‘a gidecek misiniz?” diye soruyor. Canıma minnet. Minibüsün şehrin öteki terminaline gideceğini söylüyor. Gece gece Sofya'da terminal aramamak için eyvallah diyorum. Neyse ki aynı paraya İstanbul biletini de halletmiş olduk.

Sonunda Sofya terminaline ulaşıyoruz. Harika. Bizim bildiğimiz terminal ile bu terminal yan yana. Neyse biletleri alıyoruz. Tuvaletlerin hepsi kapalı. Otobüsümüz terminalden çıkarken bir yandaki terminalden Metro ‘nun otobüsünün bom boş çıktığını görüyoruz. Yapacak bir şey yok.

Soğuk nedeniyle olsa gerek geçen sene bizi karşılayan haşeratlar ortalıkta yok. Sadece biri ile, bir sene önce neredeyse kapıştığımız Bulgar gümrükçüsü ile gene karşılaşıyoruz. Bu kez gişede pasaportları kaşeliyor. Bana saçma sapan bir şey soruyor. Eşim ise adamın dibinde dikilmiş adamı illet etmekle meşgul. Neyse adam kafasını olumsuz bir şekilde sallayarak eşimi uzaklaştırıyor. Sonra da bana bakıp kafasından başka şeyler geçerekten pasaportuma mührü basıyor.

Tıpkı çıkışta olduğu gibi bizim taraftada buz gibi havada çantalarla epeyce bir bekleşip tekrar araca atlıyoruz. Ver elini İstanbul.

Bu havada bir daha Balkanlar mı? Tövbe…

Yorum Gönder

0 Yorumlar