Sabah erkenden kalkıyoruz. İyi bir uyku aldığımı söylemem mümkün değil. Gerçi eşim uyandığında iyi olduğunu söylüyorsa da zihnim çeşitli sorularla beni çelişkilere sokuyor her zamanki gibi. Dışarıya belli etmemeye çalışıyorum kahvaltıda. Sinan erkenden kalkıp dışarı çıkıp dünya kadar yiyecek bir şeyler almış kahvaltı için. İki gündür hostelde biz kalıyoruz. Ne arayan ne soran var. Gelen giden de olmadığı için aslında çıktık deyipte kalmaya devam bile edebilirmişiz gibi geliyor bana.
Bosna planını daha işin başından iptal ettiğimiz için biz de
Sinan gibi dönüş yapacağız. Tabi, eğer doktor gidebilirsiniz derse. Sinanla
vedalaşıyoruz. O yanında getirdiği lokumları bize bırakıyor doktora verelim
diye. O biraz daha turlayacak şehrin güneyinde biz ise doktora uğrayacağız.
Görüşemezsek diye vedalaşıyoruz.
Önce Sofya otobüsünün yer durumunu kontrol ediyoruz. Altı
koltuk boş. Gece Sinan'la sorduğumuzda ise on bir koltuk boştu. Kısmet diyoruz.
Nasıl olsa kalacak yer var. İlk bindiğimiz taksideki şoför arabayı
çalıştıramadı. Eşim belki de Türk olduğumuzu söylediğimiz için aracı
çalıştırmamış olabilir diye düşünse de ben arabanın külüstürlüğüne veriyorum
bunu. Bir arkadaki arabaya atlıyoruz. Adam “İngiliz misin?” diye soruyor hemen.
Eşimin önerisi üzerine “Yunanlıyım” diyorum.
Yunanistan'daki kriz ile başlıyoruz konuşmaya. Yazdıkça
yazıyorum ben. “Problem yaşayan sıradan halk” diyorum. “Benim ürünümü kriz
diyerek ucuza alıyorlar ve kriz diyerek pahalıya başkasına satıyorlar. Devletse
kriz diye bana verdiği parayı kesiyor vergiyi ise arttırıyor. Zengine dokunan
yok” . Adam gülüyor ve “Bizim hep yaşadığımız krizden demek ki sizinki ”diyor.
Sonrasında ben ayda üçyüz euro geliri olan insanların nasıl bu kadar pahalı
arabalarda lüks içinde yaşayabildiklerini sorduğumda ise içten bir ifade ile
“ben de bilmiyorum” diye yanıtlıyor. Sırpların dostu olmadığını, Avrupa'nın
ortasında olduğu içinde herkesin Sırbistan'a zarar verip geçtiğini söylüyor.
“Evet” diyorum “Türklerde istila etmiş yıllarca buraları da”. Göz ucuyla bana
bakıp “Güçlüydüler geldiler, kaldılar. Şimdi zenginler, gençler İngilizlere,
Amerikalılara gidiyor. Zamanında Türkler topladılar bizim gençleri. Burada
tarlada çalışacakken sarayda çalıştılar. Saray tarladan iyidir” diyor. Nato bombardımanında vurulan yapılar için ise
“İngiliz eşkiyalar yaptı” dedi. Dediğine göre epeyce ölen olmuş bu saldırılarda
ama devlet halka bildirmemiş.
Şimdi düşünüyorum da günün
birinde bizde de bir şeyleri bahane edip saldırıldığında demek ki şehrin
merkezi pervasızca vurulacak. Öyle yok efendim sadece askeri tesisler vurulur,
sivil ünitelere zarar verilmemek için azami dikkat edilir gibi sözler tipik
batı yalanlarından, haçlı kafasından farklı bir şey değil. İnanmayan gider
Belgrad ‘a görür ne nerede.
Hastaneye varıyoruz. Akşam internetten hastaneyi
araştırmıştım. Gerçekten de tahmin ettiğim gibi büyük bir kompleks.
Doktorumuzsa Amerikalarda ders veren, branşının önde gelen isimlerinden birisi
imiş. Ülkem profesörlerinin bir hastayla hem de ücretsiz olarak ilgilenme
ihtimali pek yüksek değil.
Neyse doktor bizi kısa sürede aldı. Yine moral verici
sözlerle bize yapmamız gerekenleri anlattı. Sonra İstanbul'da bir uzman
bulmamızı salık verip doktora göstermemiz için bize İngilizce bir rapor
yazıverdi. Biz de teşekkür edip Sinan'dan aldığımız lokumları verdik. Adam
“Turkish delight, Turkish delight” diyerek mal bulmuş Mağribi gibi sevinçle
aldı hediyelerimizi.
Taksi ile hemen tren istasyonunun yanındaki otobüs
terminalinden bilet alma işlemine geçtik. Bakımlı, esmer ama baştan aşağı ahmak
bir hatuna denk geldik. Yer varmış hemen iki bilet istedim. Elimdeki dinarlar
yetmeyince tren istasyonuna bir koşu gidip para bozdurup geldim. Kız meğer bana
tek bilet fiyatı vermiş. Tekrar koşup para bozdurup dönüverdim. Neyse ki bu kez
ekstra bir şey çıkartmadı da biletleri alabildim. (2750 SD)
Hostele gidip biraz soluklandık. Sinan az önce çıkmış.
Anahtarları kıza bırakıp biraz konuşup çıktık. Az biraz beklemenin ardından
(burada da 30 sd aldılar bavul ücreti olarak) Sofya ‘ya gidecek araca atladık.
Güneşli, güzel bir günde Belgrad'dan ayrıldık. Yeniden gelir
miyiz diye konuştuk karı koca. En azından sağlık için geliriz diye düşünüyoruz.
Her şeyin Sırpça olduğu otobüste Sofya diye yazan bir yazı
yok. Neyse ki şansımıza İngilizce bilen sevimli bir genç kız düşüyor. Kız
Sofya'da okuyan anne Rus baba Filistinli bir öğrenci imiş. Otobüsün Niş'ten
aktarmalı olarak gideceğini ve bize yardım edeceğini söylüyor.
Tek düze bir yolculuk. Bakımsız tarlalar sağımızdan
solumuzdan akıp gidiyor. Biz yanımızdaki çikolataları atıştırırken yan koltukta
oturup yolun başından beri bizi meraklı gözlerle bizi izleyen ikiz kızlara da
çikolata verelim diyoruz. Babalarının rızasını almak istiyorum ama “olmaz”
diyor. Fakat sanırım sonrasında bizi kırdığını düşünmüş olmalı ki bize devamlı
gülümsüyor.
Niş yakınlarında bir durağa giriyoruz. Epeyce pejmürde
görünümlü bir kalabalık araca biniyor. Belgrad ve Novi Sad ile kıyaslanamayacak
insan manzaraları.
Bizi Sofya'ya götürecek araç bir minibüs ve ancak doluyor.
Genelde sınırda çalışan nöbetçileri taşımakta. Bunların dışında yanımızdaki
tekli koltuklarda tahminimce illegal bir meslekle iştigal eden hatunlar
oturmakta. Şoför ise Homer Simpson ‘un canlanmış hali gibi.
Yarım saat sonra Niş'ten ayrılıyoruz. Büyük bir şehre
benziyor. Avrupa'nın içine uzanan doğu batı hatlı tüm yollar bu şehirden
geçmekte. Sokakları kasvetli, umutsuz bir görünüme sahip. Tarihi olarak en
önemli özelliği, İstanbulu başkent olarak ilan eden Roma imparatoru Konstantin
‘in doğum yeri olması. Neyseki Nişliler vefalı çıkmışlar da hemşerilerinin
adını şehrin havaalanına vermişler. Biz bir heykeli dahi çok görelim.
Şehir civarında bir toplama kampı ve bir de Roma antik kenti
yer almakta. Şehirde konaklama imkanları da mevcut ve Sırbistan ‘ın en iyi
börekçilerinin burada olduğu söylenmekte.
Sınıra doğru Pirot isimli bir kentten geçtik. Şehrin
girişindeki kale oldukça iyi aydınlatılmış. Pirot kelime kökeni olarak oldukça
ilginç bir bileşime sahip. Roma döneminde de savunma amaçlı kuleler olduğundan
kuleler anlamına gelen “Turres” ismi ile anılıyormuş. Yunanlılar ise aynı
anlamdaki “Pirgos” adını vermişler. Ardılları ise bir ondan bir bundan diyerek
“Pirot” ismini vermiş olmalı.
Sırp sınırından oldukça rahat bir şekilde geçiyoruz. Öyle ki
bir Allah'ın kulu çıkış için yanımızda olması gerekir denilen konaklama
belgelerine bile bakmıyor. Bulgar ise nereden geldiğimi söylüyor. Sırbistan
dediğimde ise oraya nereden geldin diyor. Üşenmeden uzun uzun rotamızdan
bahsedince sıkılıp kaşeyi basıp başından savıyor beni.
Sonunda Sofya terminaline ulaşıyoruz. Harika. Bizim
bildiğimiz terminal ile bu terminal yan yana. Neyse biletleri alıyoruz.
Tuvaletlerin hepsi kapalı. Otobüsümüz terminalden çıkarken bir yandaki
terminalden Metro ‘nun otobüsünün bom boş çıktığını görüyoruz. Yapacak bir şey
yok.
Soğuk nedeniyle olsa gerek geçen sene bizi karşılayan
haşeratlar ortalıkta yok. Sadece biri ile, bir sene önce neredeyse kapıştığımız
Bulgar gümrükçüsü ile gene karşılaşıyoruz. Bu kez gişede pasaportları
kaşeliyor. Bana saçma sapan bir şey soruyor. Eşim ise adamın dibinde dikilmiş
adamı illet etmekle meşgul. Neyse adam kafasını olumsuz bir şekilde sallayarak
eşimi uzaklaştırıyor. Sonra da bana bakıp kafasından başka şeyler geçerekten
pasaportuma mührü basıyor.
Tıpkı çıkışta olduğu gibi bizim taraftada buz gibi havada
çantalarla epeyce bir bekleşip tekrar araca atlıyoruz. Ver elini İstanbul.
Bu havada bir daha Balkanlar mı? Tövbe…
0 Yorumlar
Yorumlarınız