Sabah kalktık. Son hazırlıklar. Giannis ‘e parayı verdik. Yola koyulmak üzereyken çekik gözlü bir hatun otobüs durağından çıkıp yanımıza geldi ve limana giderken bizi de alıp alamayacağımızı sordu. Halden anlayan insanlar olduğumuzdan ikiletmeden kızı da araya sıkıştırıp limana gidip vapuru beklemeye koyulduk.
Ortalık
mahşer yeri gibi. Kaç günün biriken yolcuları burada. Bir kaos, kaostan doğan
kakafoni hakim ortalıkta. Bir sıra var ama ne sırasıdır diye sorduğunuzda
sıradakiler dahi cevap veremiyor. İtiş kakış sıraya giriyoruz. Küçük bir deniz
otobüsü gelip Tinos Adasına götüreceği yolcuları alıyor. Gözüm korktu.
Bizim gemi de geliyor. Bayrağında hemen hemen hiç bir izin kalmamış olduğu Kıbrıs Rum Kesimi bandıralı bir deniz otobüsü irisi. İçine kamyonetler ve çok sayıda araç giriyor, bizim arabalı vapurların az biraz daha havalı görünümlüsü.
Allaha sığınıp içine giriyoruz. Hemen giriş
katında, sağda ve solda bavulların konulduğu raflar var. Medeni Avrupalı burada
geçmişine dönüyor, sıra mıra, nezaket hak getire bir moda görünüyor. Bırakıp
eşyaları yukarı kattaki koltuklarımızı bulmaya çıkıyoruz. Polonyadaki otobüsler
gibi burada da numara mantığı yok. “Bulduğun yere otur” buranın sistemi.
Geminin en önüne oturuyoruz.
Her sallantıyı, her sarsıntıyı
hissediyorum. Yoksa da hissediyorum sanki. Santorini'yi son görüşüm. Bir daha
gelmem diyemiyorum. Bunu dediğim Mostar ‘a altı kere daha gitmiştim. Volkanik
adayı aşıp Santorini'nin yavrusu Thirasa ‘ya yanaşıyoruz. İnen binen yok ama
rota bu şekilde. Ege Denizini yarıyoruz. Sallantılar azaldı. İlk durağımız Ios
Adası.
İlk planıma göre bir gece kalacağımız bu ada tamamen kıraç, yaşanılmaz bir yer gibi. Yanaşırken beyaz bir kilise gördük. Zaten bu kiliselerden her adada zebil gibi var oğlu var.
Buradan
Skinos ve ardından Flokendros geliyor. Boş, ruhsuz adalar. Ya da ben
anlamıyorum birşeyden. Dünyadaki cennetler diye gezi dergilerinde yazılan
yerler bu üzerinde ağaç bile yetişmeyen kıraç adalar mı? Ve benim ülemin gerçek
cennetleri bunların yanında esamesi bile okunmayan yerler mi? Hayıflanmamak
elde değil.
Yol daha yeni yarılandı. Sifnos ‘a geçip
kuzeyimize başta Antiparos ve hemen ardından Paros ‘u alıp bitmeyen bir
yolculuğun ardından Naksos ‘a yaklaşıyoruz. Sıkıntıdan patladık. Neredeyse beş
saate yakın sürdü bu yolculuk. Üzerinde Türkçe yazıların olduğu Kıbrıs Rum
Kesimi bandıralı bir gemi ile Santoriniden kurtulduk.
Bavulları alıp karaya ayak bastık. İleride
soldaki tepeciğin üzerinde Portera. Binlerce yıldır geleni geçeni ve adaya
çıkanları selamlamakta. Bizde selamımızı verip ilerliyoruz.
Şunu da eklemeliyim, gayet yoğun bir liman
olmasına rağmen limanın suyu çok berrak. Kocaman balıklar, belki ispari belki
de karagöz; yüzüp duruyorlar suyun içinde.
Her neyse, Naksos sahili bizim adaların sahili gibi. Canlı, denize bakan cepheleriyle otelleri, restoranları, dükkanlarıyla sevimli bir yerleşim. Limanın içinde denizen içindeki küçücük bir kayalığa bir Meryem Ana Kiliseciği koymuşlar. Adanın sahiline yakın, patrikhanenin sarı, siyah, kartalı bayrağı ile katedrali de görünüyor aradan.
1200
m kadar yürümemiz gerekiyor. Bizim büyük bavulun tekerlekleri hasar görmüş
olmalı. Dönmüyor, itmek bir zulüm. Olabildiğince itekliyorum. Kel kafalı bir
adam yanıma geliyor ve nereli olduğumu soruyor.
“İstanbul” deyince biraz düşünüp “Haaa,
konstantinopolis” diyor. Finlandiyalıymış, 40 yıldır yazları burada yaşıyormuş.
Finlandiya'nın neresinden olduğunu soruyorum, “Helsinki” diyor. Bu kez ben
“Haaa, Helsinsborg” diyorum yüzüne bakıp. Bizim buranın kısır döngüleri bizim
kendi işimiz bence, ilgisiz insanların gelip ateşi beslemeleri gereksiz.
Yugoslavyada'daki büyük yangını da bu zihniyetteki yabancılar beslemişti.
Otele varıyoruz. Yol üzerinde market,
sinema, ne ararsanız var. Bu ada yaşıyor… Yeşillikler, ağaçlıklar, sazlıklar
bile var.
Yakın çevremizdeki keşifler ile günü
geçiştiriip otelin havuzunda günü bitiriyoruz.
0 Yorumlar
Yorumlarınız