Takip Et

8/recent/ticker-posts

Kuzey Ege Turu Gün 4 : Assos, Truva ve Çanakkale Şehitlikleri



Son günün programı olabildiğince yoğun oldu. Önce Assos. Geyikli ‘ye gitmek için kullandığımız yolu takip ediyoruz genel olarak. Ardından sahile paralel giden bir yanı zeytinlikler diğer yanı lacivert ege suları olan dar bir yol bizi Assos ‘a götürüyor.

Assos, Aristo tarafından bir okulun kurulduğu, Midilli Adası ‘nın tam karşısında yer alan ve günümüzde sadece üç-beş  sütununun ayakta durduğu Athena Tapınağı olan bir antik yerleşim. Tiyatrosu, meclis binası ve üç kilometrelik surları ile tam teşekküllü bir kent imiş. Günümüzdeki adı Behramkale olan yerleşimin parke taşlarından yokuşu çıkarak sunağın olduğu kısma ulaşılıyor. Tek tük duran sur kalıntıları dışında pek bir şey yok. Fakat, uzun süren bir fakat ile araya girmek istiyorum. Kahvede bir şeyler içtiğiniz bir iki taş masaya dikkatlice bakın gittiğinizde lütfen. Antik sütun başlıkları üzerinde çayınızı, kahvenizi, ayranınızı içiyorsunuz.

Antik kente girmeden solda Hüdavendigar Camii ‘ni görüyorsunuz. Bursadaki kuruluş dönemi camilerine benzer bir yapısı var.

Antik limanın olduğu sahile inerken şehrin diğer parçalarına görülebilmekte. ( İnmedim ) Burada konaklama ve birşeyler yeme imkanı var.

Behramkale sokaklarında köylü kadınlar size birşeyler satmak için uğraşıyorlar. Ne alırsanız alın bir yandaki tabla size başka birşeyler satmaya çalışıyor. Özellikle çaya atılan bir kekik türü var. Kadıncağızlardan birisini kırmamak için aldık. Çayın içine katıldığında güzel bir koku ve tat katmakta. Hafif biraz limon tadı ( belki de zihnimin bir oyunu ) da alıyorum.

Kasabanın girişinde sizi bir lahit karşılamakta yada uğurlamakta. Uzakta dört gözlü, taş bir köprü görülüyor.

Behramkale yani Assos Ayvacık ‘a bağlı. Truva ‘ya gitmek için Ezine ‘den geçtik ve bir peynircide durup peynir aldık. Bilirsiniz Ezine bu işin kompetanlarından…

Truva… Belki de adını ilk duyduğum, arkeolojiye ilgi duymama neden olan antik şehir. Rehberimiz pek bir şey göremeyeceğimiz söylediğinde bu kadarda çıplak bir yer göreceğimi ummuyordum. Almanlar gerçekten iyi çalışmış.

Şehre giderken yolun solundan toprak bir yol Çıplak Köy denilen bir yerleşime gitmekte. Rehberimizin dediğine göre buradaki cami ve evlerde çok miktarda devşirme madde kullanılmış. Asıl Truva ‘nın burası olduğu söylenmekteymiş.

Truva kalıntılarından çok Homeros ‘un hikayesi birde Schlimann ‘ın çaldığı hazinesi ile anılmakta. Aslında tek bir hikaye de yok.  Aslında Truva Savaşı ‘na dair ciddi bir kanıtta yok.  Sadece 6. katmanda yanık buluntular ve silah parçaları bulunmuş.

Deniz tanrıçası Thetis o denli güzeldir ki Zeus olsun Poseidon olsun onunla evlenmek ister. Kahinler Thetis ‘in doğuracağı çocuğun babasından daha güçlü ve akıllı olacağını söyleyince bu iki tanrı aradan sıyrılıp Teselya Kralı Peleus ‘un başını yakarlar. Hatunun güzelliği ve kehanetten bir haber olması nedeniyle Peleus olaya balıklama atlar.

Düğün başlar Pelion Dağı ‘nda, herkes oradadır. Sadece bir kişi , nifak tanrıçası Erins çağrılmamıştır. Erins buna oldukça bozulur ve sessiz sedasız gelip masaya, üzerinde ” tanrıçaların en güzeline ” yazan bir elma bırakıp sıvışır. Nifak tohumları ekilmiştir ve masada gerilim artar. Kimdir en güzel kadın?

Olimpos ‘un efendisi Zeus devreye girmek zorunda hisseder kendini. Üç aday koyar. Hera, Athena ve Afrodit ‘tir adaylar. Seçimi yapacak olan Truva Kralı Priamos ‘un oğlu Paris ‘tir. Paris, bir kral oğlu olduğundan habersiz günümüzde Kazdağı olarak anılan İda Dağı ‘nda sürülerini otlatır, kavalını çalar dolaşır. Yine kahinler Priamos ‘a da oğlunun büyüyünce başına bela olacağını söylemiş , oda çocuğu öldürsün diye bir çobana teslim etmiştir. Çoban bebeğe kıyamamış bir de büyütmüştür. Görülüyor ki antik devirlerde kahinlerin her zaman doğacak çocuğun başa bela olacağına dair bir kehanetleri var. Birde öldürülsün diye verilen hiçbir çocuğunda öldürülmemesi durumu. Neyse Paris yine mesai saatleri içerisinde koyunları otlatırken her üç tanrıçada karşısına çıkıp elmayı önüne bırakıp ayartmaya, kendini seçtirmeye çalışır. Paris bir türlü seçim yapamaz çünkü üç kadında gerçekten çok güzeldir. ( Burada hayal güçlerinize destek için Hera ‘yı Aida Yespica yada Monica Belluchi, Athena ‘yı Anna Falchi, Afrodit ‘ide Elena Santarelli ‘ye oynatırdım ) Rüşvetin bini bir paradır. Hera Paris ‘i dünyanın efendisi yapacağını söyler, Athena dünyanın en bilge insanı yapacağını söyler. Ama Afrodit dünyanın en güzel kadınını vadedince Paris duraksamaksızın elmayı Afrodit ‘e verir. (Eh, onca yıl dağlarda çobanlık yapan genç ne yapsın krallığı, ne yapsın felsefeyi ) Afrodit memnundur ama Türk filmlerinden de öğrendiğimiz gibi dünyadaki en tehlikeli kadın reddedilmiş bir kadındır (ki burada bunlar hem iki tane hem de tanrıça )

Paris bir şekilde babasının yanına döner. Oradan da bir bahane ile savaşçılıkları ile ünlü Spartalılara ,Sparta kralı Menelaos ‘a ,aslına bakarsanız Menelaos ‘un karısı ve hemşerisi Truvalı Helen ‘i görmeye gelir. Gelir gelmesine de giderken yanında gelen Helen ‘dir.

Aslında Yunanistan ‘da Truva ‘lıları seven kimse yoktur. Truvalılar zengindir ,boğazı tutarlar. Priamos ‘un şehrini saran surlar öyle güçlüdür ki hiçbir gücün kendini alt edemeyeceğine inanır. Yunanistan'da da birlik yoktur. Agamemnon Truva ‘ya saldırmak ister ama Menelaos hep savuşturur kardeşinin taleplerini. Bu kez savaş kaçınılmazdır.

Ordular karaya çıkar, şehri kuşatır. Ama gerçekten de surlar güçlüdür. Hera, donanma ilerlerken rüzgarları uygunlaştırarak destekler saldırıyı .Ama on yıl olur bir gelişme olmaz. Artık kuşatmayı kesmek, geri dönmek ister istilacı güçler. Bir Menelaos diretir kuşatma için. Tanrılar, yarı tanrılar, kahramanlar çıkmaza dönmüş kuşatmada bir şey yapmanın peşinde koşarken Aka ordusundan Odysseus tahta at fikri ile gelir.

 

Donanma geri çekilmiş gibi yaparak Bozcaada ‘nın arkasına saklanacaktır. En iyi savaşçılar ve generaller tahtadan yapılmış bir atın içine binecek ve bu at geri çekilmenin hediyesi olarak Truvalılara bırakılacaktı. Bu işin başarılması için biraz daha gerçekçilik katılması gerekmekteydi.

Ertesi sabah Truvalı askerler yıllardır gördükleri kuşatmacıların hiç birisini göremediler. Aslında sadece büyük, tahtadan bir atın etrafında bir grup askerle karşılaştılar. Tüm askerler kaçarken içlerinden birisi, Sinon adında olanı esir düştü. Fazla bir işkence bile gerekmedi konuşması için. Akaların yenilgiyi kabullendiklerini, ama dönüş yolunda başlarına bir bela gelmemesi için tanrıça Athena ‘ya sunak olarak bu tahta atı yaptıklarını ve Truvalıların sur kapılarından bu atı ganimet olarak sokamamaları için bu kadar büyük yaptıklarını anlattı. Bu at Akaları koruyacak ve Truvalıları tanrılar kendileri yok edeceklerdi. 

Truvalılar bu korumayı kendi şehirlerine almakta tereddüt etmediler ve binbir güçlükle şehre soktular. Gece herkes zafer sarhoşluğu içinde kendinden geçmişken, atın gövdesinden bir kapak açıldı ve savaşçılar teker teker, sessizce dışarı çıkarak önce nöbetçileri ortdan kaldırıp, şehrin kapılarını açtılar. Dışarıda bekleyen yandaşları ile şehirde katliam yapıp herkesi öldürdüler. Menelaos on yıl sonra karısına kavuştu ve tüm şehri arkalarında bir kül ve harabe halinde bırakıp Sparta ‘ya döndüler.

Aslında bu savaşın –yapıldığı bile şüpheli- yapıldığı sırada deprem olduğu ve bunun sonucunda surların yıkılması sonucu Akaların şehre girdiği söylenmekte. Ayrıca at ‘ın Poseidon ‘un simgesi olduğu ve Poseidon ‘un hem denizlerin hem de depremlerin tanrısı olduğu biliniyor. Ama Homeros ‘un konuyu etkili kılabilmesi de bu versiyonda daha çarpıcı olmuş.

Bugün şehre girerken bunun anısına yapılmış tahtadan bir at giriş kapısının önünde görülür. Merdivenle bir bölmeye çıkılır. Buradan pencerelerden sağı solu izlemek güzeldir,zevklidir. Bu atlardan bir tane daha da Gelibolu trafında bir yerlerde varmış. Bu atta Troy filminde ( Truvanın ingilizcesi ) oynayan orjinali imiş.

İçeride pek bir şey yoktur günümüzde. Dokuz katlı bir höyük olan Truva Almanlarca o denli iyi temizlenmiştir ki pes dersiniz ancak. Aslında burada ilk araştırmaları İngilizler başlatır ama elde tutulur pek bir şey çıkmayınca British Museum parayı keser. Oysa Almanlar bu tip işler için ta o zamanlardan sponsorluk sistemi geliştirmiştir. Schliemann bu sistemle buraları doya doya , güle oynaya kazabildi.

Netten bu adamı aradığınızda üzerinde türlü mücevherin , kıymetli eşyanın olduğu gudubet bir kadın ile karşılaşırsınız. Kadın Schliemann ‘ın karısı ,mücevherler ise Priamos ‘un.

Göremediğim aslında pek de bir şey kalmadığı söylenen 10,000 kişilik bir tiyatrosu varmış. Bununla beraber odeon olarak da kullanılan küçük ama sağlam bir tiyatrosu daha var. Standart olarak Bluterion gibi yapılardan (yada ne kalmışsa geriye) yanlarından geçtik.

 İki güzel nokta var.İlki, dokuz katmanında kesit olarak gösterildiği bir toprak tabakası. Burada tarihsel süreç ve yığılma izlenebilmekte. Bu dokuz dönemle ilgili bilgielimde var ama sıkmamak için yazmıyorum burada.  Diğerinde ise 4000 yıllık bir sur parçası sergileniyor. Yelken şeklinde bir tente tarafından üstü örtülmüş ,kırmızı pişmiş topraktan kalın bir sur.

Buradan Eceabat ‘a geçmek için Çanakkale ‘ye doğru ilerliyoruz. Merkeze yaklaşırken yolun sağında Çanakkale Müzesi görülebilir. Truva ‘dan çıkarılanlar (Almanların taşıyamadıkları yada taşımaya değer bulmadıkları parçalar herhalde ) önce 1911 ‘de Çanakkale Ortaokulu'nda saklanmış. 32 ‘den 1984 ‘e dek kiliseden çevrilme bir binada sergileme yapılmış. O yıldan beri bu binada. Yakınından hızla geçtik. Ama okul binası gibi göründüğünü söylemeden geçemeyeceğim.

Çanakkale merkezde araçtan inecek vaktim olmadı. Güzel, hatırladığım kadarıyla ahşap bir saat kulesi var. Var ama bizim şuursuz zihniyetimiz önüne ondan daha uzun , ucube apartmanlar dizerek bu anıtı perdelemiş.

  Çanakkale rüzgarı ile meşhur, küçük bir şehir. Kasaba irisi denilebilir ama İstanbul gibi bir şehirden sonra her yerin biraz küçük göründüğü de bir gerçek.

Çanakkale'den arabalı vapurla yarım saat kadar bir sürede Eceabat ‘a geçilmekte. Eceabat ‘ta sahilde pek çok restoran var. Fiyatları makul. Yoğurtları harika. Benim gibi kaymak denilen nesneden haz etmeyen birine  bile hapır hupur yedirtebildi kendini. Bir de bir tabak şekilsiz, ince biber getiriyorlar tadımlık. Oldukça acı. Pek bozuntuya vermesem de epeyce canımın yandığı bir gerçek.

Eceabat ismini Süleyman Bey ile beraber Rumeli ‘ye geçen akıncılardan biri olan Ece Bey ‘den almakta. Tarihimizin pek bilinmeyen, anlatılmayan bir sayfası Rumeli'nin fethi. 100-150 kişi ile alınan toprakların, kalelerin haddi hesabı yok. Ece Bey de bunlardan birisi.

Eceabat halkı gayet organize olmuş. Çanakkale Savunması ile ilgili haritalar vb her yerde görülebilmekte. Keşke yurdumun başka köşelerinde de insanlar en azından yörelerinde yaşadıklarından haberdar olsa.

Bir de Ağustos ayı içinde sanırım domates festivalleri var.

Buradan Gelibolu yollarında milli parka doğru ilerliyoruz. Karşı kıyıda Fatih ‘in yaptırdığı Kilitbahir Kalesi alışılmadık yonca şekliyle dikkat çekmekte.  Dar , dolambaçlı bir yoldan ilerleyerek milli parka giriyoruz. Parkın girişi bir kale girişini andırmakta ki tahminen de öyle olmalı.

 

Solda Edirne'deki tahkimatlar gibi onarılmış tabyalar var. O kadar güzel onarılmış ki sanki bugün dahi savaşa hazır gibi. Yolun sağı hemen hemen her tepede, her yamaçta şehitliklerle bezeli. Türk ordusu manga manga yok oluşu ve ölümü umursamaksızın direnmiş.

İlerilerde yolun solunda, deniz kıyısında Havranlı Seyit Onbaşı ‘nın devasa bir heykeli var. Detaya girmeyeceğim. Tüm arkadaşları top atışı sonucunda şehit düşen onbaşı,yaralı bir arkadaşı ile beraber 300 küsur kiloluk mermileri topa sürer ve üçüncü denemede zırhlı gemilerden birini ağır yaralar. Gemi kontrolden çıkarak mayın hattına sürüklenir ve batar. Seyit onbaşı bir daha o mermileri kaldıramaz hiç. Nasıl ateş ettiği sorulduğunda ise “subaylarımızı izledim hep ” der.

Yola devam. Mütemadiyen yangın çıksa da yeşil, çam bir örtü kaplı. Seddülbahir'deki anıt ve şehitliğe gidiyoruz. Ben çocukken Uğur Dündar buraların durumunu ,rezaletini göstermiş, halkı harekete teşvik etmişti. Ender olarak gerçek gazetecilerde ülkemde çıkmakta. Bugün ise buralar bakımlı mekanlar. Gıyabi bir şehitlik yapılmış. Hızlıca dolaştım. Ülkenin ve imparatorluğun her yerinden ,hatta artık Osmanlı toprağı olmaktan çıkmış yerlerden bile Türklük için savaşmaya gelip şehit olmuş atalarımızın mezarları arasında dolaştım. Süperman, Spiderman (örümcek adamda artık spiderman oldu ya, pes) gibi hayallere karşın bu gerçek kahramanlar nedense artık unutulmaya yüz tutmuş. Yaş en fazla 26.

Çatalca taraflarından pek çok Rum, çeşitli yerlerden musevi ve ermeni askerlerde bizimkilerle beraber yatmakta. Allah onlardan da razı olsun, ne diyelim.

Savaşların tarihçesinden bahsetmeyeceğim. Gençlerimizin alacakları cep telefonu için yaptıkları araştırmanın yarısını bu konuda yapsalar alim olurlar. Neyse…

57.Alay Şehitliği ‘ne gelmeden solda Lone Pine denilen düşman mezarlığı var. Adamların mezarlıkları düzenli, bakımlı . Her yıl Avustralya ve Yeni Zelanda ‘dan buraya geliyorlar. Şafak Ayinlerini hatırlarsınız. Burada yabancı bir araç gördük. Bizim için önemli olan 57. Alay Şehitliği tabii ki.  Mustafa Kemal ‘in ihtiyat kuvvetlerini asıl çıkartma noktasının burası olabileceğinden şüphelenmesi nedeniyle Saros Körfezi yerine burada tutması nedeniyle yarımadanın düşmesi engellenmişti. Askeri deha olmak bu demek. Bu şehitlikte hekim Dimitroyati de yatmakta. Ailesi Bizans hayalleri içindeyken, Türk arkadaşlarına destek olmak için her şeyi bırakıp dostlarının yanına giden bu asil insan olmak istediği yerde ,arkadaşlarının yanında yatmakta. Benimde atalarımın geldiği Mudurnu ve Kırım ‘dan  gelip şehit olarak yatanlarda var burada. Her yerden gelenler var.

Sadece şaşırdığım şu oldu. İnsanlar Şam, Sofya yazan mezartaşlarına bakınca şaşırıyorlar ne ilgisi var diye. Buraların bir zamanlar bizim olduğu ,buralarda bir zamanlar (kısmen kimi yerlerde hala) bizden birileri olduğu ne kadarda çabuk unutulmuş. Yazık.

Buradan Conkbayırı ‘na gidiyoruz. Burada Mustafa Kemal ‘in saatinin gelen bir şarapnelle parçalandığı yerde iki anıt var. Ama buradan bakıldığında savaşla ilgili okunanlar yerine daha net oturuyor. Burasının düşmesi pek çok yere hakim, önemli bir mevkiinin kaybının telafisi mümkün olabilir miydi?

Aşağıda ,sağ tarafta meşhur tuz gölü. Askeri hartalarda defalarca gördüğüm göl. Çıkartma yapmak için oldukça müsait bir sahil. Burada düşmanı değil durdurmak, oyalamak bile imkansıza yakın. Sonrasında ise savunanların iyi pusular kurabileceği yer şekilleri görülüyor. Restore edilmiş siperlerde görülebilmekte. Alan aslında çok geniş. Detaylı bir şekilde gezmek günler alacaktır. Bu konuda Askeriyenin kalın bir kitabı var bildiğim en detaylı kaynak olarak. Bundan sonra ise Erol Mütercimler ‘in Gelibolu 1915 isimli araştırması bu konuda en iyi eser.

Artık dönüyoruz. Henüz Gelibolu ‘dan çıktık çıkmadık bir benzin istasyonunun arkasında mini bir hayvanat bahçesi görüyoruz. Rehberimizin en büyük sürprizlerinden biri bu oldu. Gezilebilecek, bir onbeş-yirmi dakika ayrılabilicek bir yer.

Sonuçta İstanbul ‘a dönüyoruz.

Yorum Gönder

0 Yorumlar