Takip Et

8/recent/ticker-posts

Ukrayna Turu Gün 1 - Lviv

Cuma öğle saatlerinde Sabiha Gökçen ‘e ulaştık. Gene yanıldım. Tahminlerime göre pek fazla yolcu olmaz dediğim Lviv uçağı ana baba günü.

Şekilsiz, orta yaşa ulaşmış yada bu zamanı geride bırakmış kadınlar kalabalığın yarısına yakınını hatta biraz da fazlasını oluşturmaktalar. Diğer kısım ise kısmen ununu elemiş, eleğini asmış emekliler ve kadınlara dair efsanelerin peşinden koşan çeşitli yaşlardaki gençlerden müteşekkil.

Uçuş 1,5 saat kadar sürmekte. Uçak alçalmaya başladığında sırtını Karpat Dağları 'na vermiş Lviv şehrinin epey sulak bir yerde kurulduğunu fark ediyoruz.

Sarsıntılı ve sallantılı bir yolculuktan sonra iniyoruz. Bizim pilotlara güvenim tam.

Gümrükte de bir sorun yaşanmıyor. Hemen çıkıyoruz. Sorun para bozdurma aşamasında. Anlatalım hemen.

Ukrayna resmi dairelerinde ki; bu döviz büfesi, bilet gişesi vb gibi yerlerde gişelerin üstlerinde pek çok saat aralığı göreceksiniz. Bunlar o gişedeki memurun mola saatlerini ve nedenlerini gösterir.

Dolayısıyla işinizin yapılması için sırada beklerken aniden gişe yüzünüze kapanabilir yada tek bir nöbetçiyle işleminize devam edebilirsiniz. Para bozdurdunuz diyelim. Havalimanındayken 20 euro gibi bir tutarı bozdurmanız yeterli. Şehir merkezindeki kurlar birazcık daha iyi. Gerçi, değer mi? Bu sizin kararınıza kalmış. Diğer ülkelerdeki uçurumlar burada yok. Havalimanı kuru euro için 10,50 grivna iken merkezde bu oran 10,60 idi. Sadece burada ilginç olan nüans, para değişimi yaparken para bozdurduğunuza dair dekondun atılmamasına dair cama yapıştırılmış nottu.

Bu kısımdaki tuvaletler ücretsiz ve temiz. Ayrıca kapının dibindeki turizm bürosundan harita da temin edebilirsiniz.

Şehre nasıl gideceğimiz sorusunu cevaplayalım şimdi de. Türk milleti hedefe çabuk nail olmak amacıyla taksiye atlayıp 100 grivna gibi bir ücret ödüyorlar. Mesafe yaklaşık olarak 5-6 km kadar. Fakat tam kapının önünden sıklıkla kalkan 48 nolu minibüs (bu coğrafyada matruşka olarak adlandırılıyorlar) sadece 2 grivnaya sizi merkeze götürüyor ve küçük çocuklardan para alınmıyor. Ayrıca 9 numaralı troleybüste biraz daha öteden bu işi yapmakta. O da 1,5 grivna. Dediğim gibi karar sizin.

Zıpladık bir tanesine kapağı attık. Ne oğlan için nede çanta için para alınmadı. Bizi Slobadi Meydanı ‘nın yakınlarında bir yerde bırakıp yoluna devam etti adam konuşmaksızın. Halbuki 4 grivnalık ücret için bir yüzlük vermiştim adama surat bile yapmadan sessizce paraları toparlayıp bana verdi. Riga'daki sarışın dönerci kızlardan sonra işini insanca yapan minibüs şoförü tiplemesi beni şaşırmadı değil.

Adam Mickliewitz Heykeli'nin oradan Şevçenko Caddesine dalıp hostele doğru ilerledik. Burası şehrin klas caddelerinden birisi. Caddenin girişinde bir McDonald’s, bir kaç uluslar arası kahve vb dükkanı vb yer almakta. Hosteli kolaylıkla bulduk. Bir han gibi bir yerin içerisinde bir mekan. Sun Hostel geceliği adambaşı 5 euro olan fiyatı ve önemli yerlere yakınlığı ile aklımı çelmeyi başarabilmiş bir mekan olmuştu. Çantaları attık. Yüzümüzü yıkayıp serinledik. Evet, Lviv İstanbul 'dan oldukça sıcaktı.

Sokağa attık kendimizi. Karnımızı doyurmalıyız önce. LP ‘nin listesine güvenipte bir yer aramaktansa köşede daha önceden gözümüze kestirdiğimiz Mc Donalds’a uzanıyoruz.

Lviv gençliğini daha doğrusu yeni yetmelerini gözlemlemek için ideal. Ukrayna demiyorum çünkü bir gün sonrasının yazısında şehrin tarihine gireceğiz. O nedenle bugün şehrin tarihine girmeden şehre atfedilen efsaneleri yıkarak işe koyulalım.


Bizim gazetelerden birisi bir kaç sene önce şehir nüfusunun %90 ‘ının kadın olduğuna dair bir yayın yapmıştı. Bu uyduruk haber bilimsel gerçekliklerle uyuşmadığı için güncellendi ve bir başka büyük gazetemiz güncel ve gerçek rakamı verdi. %85 !!! Sadece kadınları algılayan sapık bir göz tarafından yapılmış istatistik olmalı. Kesinlikle uydurma.

Ağırlıklı olarak sarışın ve mavi gözlüler ama… Bununla beraber çokta uzun boylu değiller. Topuklu ayakkabı adeta vücudun doğal bir parçasıymış gibi kullanıldığı için sanırım bu kızlar bizim ayılarca uzun boylu olarak algılanmış. Göğüsler çok açık, etekler inanılmaz derecede kısa. Oturunca açıldı, kapandı derdi pek yok insanlarda. Zaten kimsenin kimseye dönüp baktığı da yok.

Oğlanlara gelince bizimkilerin dediği kadar da odun değiller. Kıvanç Tatlıtuğ tipi standart. Ha, olay şu. Kızlar ülkelerinde bir gelecek göremedikleri için ülkelerinden bir şekilde kaçmanın derdindeler; kimi görseler el ediyorlar. Pek çok ülkede olan durum yani. Zaten insan denen yaratığın huyudur, gözünün önündekini göremez. Bence durum bundan ibaret.

Çıktık restorandan. Tekrar Mickliewitz Heykeli ‘nin olduğu meydanda etrafa bakınıyoruz. Milyon kere yazdım. Mickliewitz’in İstanbul 'da da izleri hatta bir de müzesi var diye. Ama bir tek şiirini bile okumadım. Ama hayat hikayesi oldukça sarsıcı, idealizm kelimesinin canlı hali adeta. Polonyalılar, Litvanyalılar ve burada da Lvivliler adamı sahipleniyorlar. Adam gibi adam özetle…

“İstanbulda koleradan öleceğimi bilseydim yine buraya gelirdim. Çünkü bu benim görevimdi. Ben Fransa 'da bir ilim akademisinin umumi katibi olmaktansa bir Türk taburunun katibi olmayı tercih ederim”

Son yaptığı iş Fransa 'da bir akademide umumi katiplik olan idealist bir adamın ölüm döşeğinde yakın arkadaşlarından birine söylediği son sözleri bunlar. Türk olmak, Türk askeri olmak idealist bir adamın işte böyle bir dileğiymiş.

Gerçek bir Türk dostu imiş gerçekten.

“Polonyanın komşu düşmanlar tarafından ezilmesine hiç bir devletin ses çıkarmadığı günlerde tek dostumuz Türkler olmuştur. Biz, Türkleri düşmanımızın önünde eğilmediği ve Polonya 'nın işgalini kabul etmediği için üstün bir millet olarak severiz.”

İlk hedefimiz yüksek kulesi ile kendini belli eden Latin Kilisesi. İçinde fotoğraf çekimi yasak. Papaz bizi durduruyor ama kameramın kapağı çoktan kapatılmış objektifini gösterdiğimde gülümseyip geri çekiliyor.

İçi güzel ama bu coğrafyanın Katolik kiliselerinde artık neredeyse ezberlemiş olduğumuz o kasvet burada da kendini göstermekte. Çok kalmıyor çıkmaya yelteniyoruz. Çıkarken kapıdaki papaz bu kez bizi selamlayarak yolcu ediyor, bende selamını karşılıksız bırakmıyorum.

Ulaştığımız Rynok Meydanı şehrin kalbi konumunda. Şehri hiç bilmeseniz bile Rynok Meydanı 'nın etrafını dolanarak görmek isteyeceğiniz pek çok yere ulaşabilirsiniz.

Etrafta, eski kıyafetler içerisinde çeşitli şekillerde rengarenk şekerler satan genç kızlar(bu garibanlar topuklu ayakkabı giymediklerinden iyice kısalar)dolanmakta.

Belediye binasına girmeye çalışıyoruz ama kapıdaki görevli çıkışların bittiğini söylüyor gayet saygılı bir şekilde. Yıllarca yazılarımda imalı bir deyimle kullandığım şirinler köyünü bulmuşum gibi hissediyorum. Kapısının hemen önünde, şehri dolanan turistren’in (bu kelimeyi harika uydurdum, kendim bile kendimi bunun için kutlamaktan alıkoyamıyorum) fiyat ve rota bilgisini yarın için alıyorum. Yarın dehşetengiz bir gün olacak.

Bugün kilise, müze vb gezmeyeceğiz. Panoramik olarak keşif amaçlı kısa turlar atacağız. Bugünün tek hedefi gün batımını şehrin kalesinde yapmak.

Bunun için yürüyoruz Ruska Caddesi üzerinde. Solda Dormotion Kilisesi var. Dormotion, doğu kiliselerine göre Meryem Ana 'nın ölümünün ardından cennete alımı sürecine yada durumuna verilen ad olmaktadır. Kilise gezmeyecektik hesapta ama gene kendimizi frenleyemdik ve daldık içeri.

Karşısındaki parkın içerisinde ise kraliyet tophanesi de denilen şehri saran surlara ait son burçta görülebilir. Parka girmeden eğer Dormotion Kilisesi 'nin olduğu yönde ilerlerseniz ıvır zıvır satan küçük çaplı bit pazarının hemen yanında kalan Dominiken Kilisesi 'ne de ulaşmış olursunuz.

Parkın içinde oturup aylaklık etmeye koyulduk. Doğu bloku ülkelerinin en güzel yanı yemyeşil şehirlerindeki parkların çokluğu belki de. Oğlumuzun ipini koparmışcasına koşusunu görünce dünyanın başkentinde bu tip parkların azlığına dövünmüyor değilim. Yapacak bir şey yok. Bu da bir kültür ve bizi yönetenlerde yok. Bizi yönetenleri bizler seçtiğimize göre bizlerde de yok.

Kalkıp yolumuza devam ediyoruz. İki kilise daha var sağımızda. Bunlardan iki kulesi olan Rum Katolik Kilisesi olan Aziz Mikael. Girmiyorum içine. Keza, facadesi İtalyan kiliselerini andırıyor olana da sadece bakıyorum geçerken. Kim bilir neler kaçırdım.

Neyse epeyce bir yürüdük doğrusu. 14 yy da dikilen kalenin günümüze tek bir duvarı kalmış. 13 yy sonlarında kurulan kentin ilk tohumlarının atıldığı yer bu tepe. Tatarlar defalarca yoklamış. Kaleyi alamamışlarsa da şehirden alacaklarını alıp yollarına devam etmişler. Düzenli Osmanlı ordusu bir kez gelmiş şehre o da kaleyi alamamış. Günümüzde, bunca direnişi yapan kale genç aşıklara, kendine göstermeye gelen güzel kızlara bir Ukrayna bayrağının altında ev sahipliği yapıyor.

Manzarası ise sırtınızda insanı boğan yeni şehir önünüzde ise sizi çağıran, gizemlerini fısıldayan yeni kent şeklinde kendini gösteriyor.

Güle oynaya günü batıran ve bitiren şehri geride bırakıp hostele dönüyoruz. Bir ara akşam atıştırırız diye bir şeyler almak için gecenin karanlığında dışarı çıkıyorum. Erkekler seslenildiğinde duymazdan geliyor, kadınlar ise kaçışıyor. Türk gruplar dikkatimi çekiyor ama av peşindeki kurtlar gibi gözlüyorlar etrafı. Rusça, Ukraynaca ve Türkçe. Sanırım İngilizce konuşacak birini arayan tek benim gecenin bu saatinde.

Yarın canınızı tarihle, detayla ve dedikodu ile sıkacağım, şimdilik bana da iyi geceler.

Yorum Gönder

0 Yorumlar