Takip Et

8/recent/ticker-posts

Ukrayna Turu Gün 3 - Kiev

Tren kompartımanında karşılıklı olarak iki yatak var. Mete ve ben yukarıdayız. Yıldız ise hemen altımda. Mete ‘nin altında ise şişmanca bir adam kalmakta. Etliye sütlüye karışmayan sessiz bir adamcağız. Ne umduğum gibi Ukrayna güzeli ne de korktuğum gibi ülkenin yıllardır aranıp da bulunamayan seri katili.

Eşim üşenmeden elimize tutuşturulan çarşafları ve yastık kılıflarını açıp kullanmaya başlıyor bile. Mete ve ben sanırım bunlarla uğraşmaksızın yerde bile yatabilirdik. Tipik bir Türk davranışı ile pantolonlar üzerimizde uyumaya çalışıyoruz. Sadece bizim ufaklığa rahat bir şeyler giydirdik. Sallanan trende eşim çok az uyudu. Ben ise ne olur ne olmaz diye olduğum yerden kompartımana ve kapıya bakınmakla yetindim.

7 gibi kalktık. Dışarı bakıyoruz ama manzara sonsuz ormanlar ve fakir köylerden ibaret. Görünecek bir şey yok gibi. Bize verilen eşyaları toparlayıp kondüktöre teslim ediyoruz.

Sonunda gara giriyoruz. Şaşırmıyoruz, gayet güzel bir gar binasına giriyoruz. Alt kata iniyoruz ve dışarı çıkıyoruz. Panik anı. Debdebeli bir şehir olduğu belli. Taksi diye yapışanları pas geçiyorum. Nerede olduğumuz hakkında bir bilgim yok. Sol tarafta, büyük kalabalıkların içinde kaybolduğu binaya yöneliyoruz. Burası şehre giden metro hattının giriş kapısı.


Kiev ‘in metroları apayrı bir dünya. Önce 2 grivna ödeyerek eskiden hanlarda çaycıların verdiği plastik markaların mavilerinden alıyoruz. Uyduruktan turnikeleri aştınız mı merdivenlere ulaşmış oluyorsunuz. Yolculuk şimdi başlıyor. Silme insan dolu merdivenler sanki dünyanın merkezine inermişcesine derine, abartısız dakikalar süren bir yolculukla sizi taşıyor.

Platformlarda Allah 'tan yeterince yardımcı olabilecek derecede işaretlendirme yapılmış. Hreşbaçnik Durağı'na kadar iki durak kadar gidiyoruz. Ama bu kadar kalabalık bir metroya bir Pazar sabahı Tahran 'da binmiştim daha önce. Ailecek buz kıran gemisi gibi çantalarımızla giriyor ve bu şekilde de çıkıyoruz.

Yaşasın gün ışığı. Çıkıyoruz. Hreşbaçnik Caddesi'nden Besarabski Alışveriş Merkezi 'ne oradan da kalacağımız mekana gideceğiz. Yol kenarında dizili devasa ve varsıl görünümlü binalardan, bana daha önceden anlatılandan çok farklı bir Kiev ile karşılaşacağımı anlıyorum. Çok farklı.

Neyse, mekanı buluyoruz. Bir apartmanın dördüncü katı. Çıkıyoruz. Kapıyı çalıyorum ama kapıyı açan kadın beni ürkütüyor. Neredeyse içi tamamen belli olan bir gömlek, kısacık etek ve boya sarı saçlar ile malum bir meslek erbabı gibi bir izlenim yaratıyor insanda. Tüm sevimsizliği ile rezervasyonumuz olmadığından başlayan konuşması, çok erken geldinize dek uzanıyor. En son 1 ‘den sonra gelin de anlaşıyoruz ve büyük bir lütuf olarak eşyalarımızı bir köşeye bırakmamıza olanak sağlıyor.

Çıkıyoruz. Besarabski ‘nin köşesindeki bir pizzacının kapısındaki kahvaltı benzeri resimlere kanarak içeri giriyoruz. “Hello” diye bizi karşılayan görevli meğer tüm İngilizce bilgisini kullanmış. Tarzanca ile derdimizi anlatıyoruz. Bir saat kadar burada vaktimiz geçiyor. Görüp görebileceğim sanırım en ağır servis bu idi. Gene de karnımız doydu ve çok temiz bir tuvaletin tüm nimetlerinden istifade ederek yola çıkabilecek kıvama geldik.

Hedef Lavra. Kiev ‘in dini merkezi.

Kiev'den bahsedelim. Efsaneye üç erkek kardeş ve kızkardeşleri buraya gelirler. Bunların en büyüğünün adı Ky ‘dir ve şehre onun adı verilir. Diğer kardeşler Şçek, Koriv ve kız Lybiv ‘dir.

Başka bir efsane ise Türklerle daha doğrusu Hazar Türkleri ile bağlantılıdır. Su kıyısındaki ev anlamına gelen ki ve ev kelimelerinden türemiştir buna göre de.

Aradan zamanlar geçer ve 879 ‘da Novgorod yönünden gelen Vikingler Macarlar'dan (proto Macar denilebilecek Magyar kavmi burada söz konusu olan) şehri alırlar. 882 ‘de şehir tam anlamıyla onların kontrolü altına girer. Böylelikle Kiev Ruslarının tarihi başlar. (Rus, kızıl saçlı İskandinav demekmiş tarihin o döneminde). Dede Korkut 'ta ve Osmanlı tarihlerinde Rus olarak adlandırılanlar bu kavim oluyor, günümüzün Rus'una ise o dönem Moskof diyorduk.

Viking yönetimi sırasında şehrin Dinyeper nehri kıyısında olması nehir ticareti sayesinde gelişimi ve refahı beraberinde getirir. İstanbul ‘un istediği amber ve kürkler buradan gelir. İstanbul'un lüksü de buradan taşınır. Ama halk barbardır ve lükse ulaşmak için İstanbul'a akınlar düzenlerler defalarca. İstanbul'da boş durmaz elbette. Vikingleri yok etmek için bir karar alır. Ama fizibilite açısından pek karlı görünmez. O iklimde savaşmak hele pek bir ganimet olmayan fakir topraklarda oldukça iyi savaşan bir milletle dövüşmek akıl karı değildir. Kaleleri güçlendirirler.Hatta İstanbul'a dek uzanan akınlar içinde boğaz çıkışına kaleler yapılır. (Yoros Kalesi)


Fakat Bizans Araplarla uğraşmaktadır. Donanma Ege Adalarında Arap donanmasını karşılamakla meşguldür. İstanbul limanında topu topu on iki dromon vardır. Vikingler bu durumu haber alır almaz gemilerine binerler. Tarihin en büyük Viking donanmalarında biri suya inmiştir.

İstanbullular da aptal değildir. Durumu haber alırlar. Şehir başlangıçta paniğin esiri olur ama çabuk toparlanır. Amirallerden biri on iki geminin yeterli olduğunu söyler, yeter ki Vikingler boğaza girmiş olsunlar. Dar alanda büyük bir sürpriz yapacaktır Bizans onlara. Ama bu sürpriz açık denizde olmazmış.

Derken Viking donanması Boğaz 'a ulaşmış. Savunma olmadığını bildiklerinden pervasızca ilerlemişler. Son gemi de girince Tarabya taraflarından on iki gemi çıkmış ansızın. Rum ateşi püskürten on iki gemi. Kısa zamanda tüm gemiler ateş almaya başlamış. Zırhlı askerler boğazın dibine doğru batarlarken kıyıya ulaşabilen zırhsız askerler İstanbullular tarafından linç edilmiş.

Bu savaş Vikinglerin kaybettiği tek deniz savaşı olarak tarihe geçmiş.

Dönelim Kiev ‘in tarihine. Bizans aptal değildir. Bu taktiğin her zaman işe yaramayacağını bilir. Akıl gerekir. 989 ‘da prens Volodimir nihayet Bizans tarafından ikna edilerek Ortodoks Hristiyan olarak vaftiz edilir. Kievliler kitleler halinde vaftiz edilerek hristiyan olurlar. Volodimir 5000 askerini imparatorun özel koruma birliği olarak İstanbul'a gönderir. Varengler yada Varanguardlar olarak anılan askerler işte bu şekilde Kiev'den gönderilmiştir.

Volodimir ‘in oğlu Akıllı Yaroslav şehre bir Aya Sofya inşa ettirir. İstanbul'un planları tutmuştur artık. Kuzey ticaret yolları açılmış, Viking akın ve talanları bitmiş aksine müttefik olmuşlardır.

Ama zaman kötü anılarda bırakır şehir için. 1240 ‘da Moğollar şehri yakıp yıkar ve boyarlardan yakaladıklarını öldürürler. Devasa bir şölende, masa olarak kullanılan kutular içinde Kievli asiller havasızlıktan boğularak ölürler. Moğollar aslında bir jest yapmıştır. Türk töresinde asillerin kanı dökülmez, hatta Osmanlı da kardeşler bu nedenle boğulmuştur. Töreye uygun şekilde kafa kesmeksizin bu şekilde Kiev boyarlarının çoğunu öldürerek onları onore etmişlerdir.

18. yüzyılda Kiev Ruslar tarafından alınan dek ilginç bir yaşamı olur şehrin. Bağımsızdır ama bu bağımsızlık kuklacının kontrolündeki kuklanın bağımsızlığından fazla değildir. Polonyalılar, Tatarlar, Rus Kazakları arada yoklarlar. Ama politik statüko hiç birinin şehri sahiplenmesine izin veremeyecek kadar hassastır.

Bolşevik Devrimi şehirde kanlı geçer. 1941 ‘de Almanlar şehri alır ve yakaladıkları yarım milyondan fazla  Rus askerini de öldürürler yada esir ederler. Sadece babin Yar denen yerde 100,000 den fazla askeri öldürürler.

1943 sonlarına doğru Kızıl Ordu şehri geri aldığında sefaletle karşılaşırlar. Alt yapısı olmayan, halkının % 80 ‘inin evsiz olduğu bir şehirdir artık Kiev…

Günümüzde öyle değil elbette.  Metro istasyonuna giderken Leninist Komünistlerin yaptığı küçük bir gösteriye denk geldik sabah sabah. Kendileri çalıp kendileri söylüyordu. Bizim dışımızda durup bakan da yoktu. Bizi fark ettilerse sevinmişlerdir muhtemelen.

Dev ama güzel binalar, yeni yapılan gökdelenler ile kaplı bu kısım.

Aynı şekilde tekrar metroya iniyoruz. Bu kez yanlış yöne gidiyoruz ama kim umursar. Gider miyiz diye kendi kendimize sorduğumuz ve şu an adını unuttuğum meşhur durakta iniyoruz. Burası süslemelerin, adeta kilise benzeri çizimlerin olduğu bir istasyon. Paniği atlatır atlatmaz geri dönüyor ve oradan Arsenalna durağına ulaşıp iniyoruz.

Burası da canlı bir yer gibi geliyor gözüme. Ama öncelik Lavra olduğu için vakit kaybedecek değilim. Hem de çılgın bir sıcak varken. Lavra'ya giden matruşkalar yolun karşısında, sol taraftan kalkıyor.

Lavra daha önceden de belirttiğim gibi şehrin dini merkezi. Kadınların başlarını kapatması gerekiyor kural olarak. Giriş byk 50, çocuk 25 grivna şeklinde. Eşim başına tülbent benzeri bir şey baktı ama 150 grivna gibi bir fiyatı duyunca cinlendi ve ”önce kendi kadınlarını insan gibi içeri alsınlar” tepkisi ile salvosuna başladı. İlginç gerçekten. Baş kapatılıyor ama en süper miniden, her şeyim işte bu diye gösteren transparanına her şey serbest. Bir kadın eşime doğru bir şeyler demeye kalkıştıysa da yarı yolda dönmeyi tercih etti.

Duvarlarla çevrili bir yapılar topluluğundayız aslında. Kremlinlere benzer bir giriş ile orta avluya ulaşılıyor. Buraya gelen kısa yolda, hemen sağda uzun bir kule. Arkamı çevirdiğimde aslında girişi de kulemsi bir yapıdan yaptığımızı fark ediyorum. Avluya bakan kısmı kahverengi ağırlıklı renklerle yapılmış aziz çizimleri ile kaplı.

1051 ‘de inşa edilmiş. Ardından aradaki tepelik kısımda inziva ve mezarlık amaçlı mağaralar ve tüneller kazılmaya başlanmış. Kuru hava nedeniyle mumyalanmış bedenler günümüze dek bozulmadan ulaşabilmiş. 1240 akınında burası da önemli ölçüde hasar görmüş. Komünist devrimi işe yarar şeyleri Moskova'ya naklettirmiş. 1991 ‘de dönmüş gidenler.

Karşımızdaki ilk kilisenin içinde (Dormition Kilisesi) bir başka kilise daha var. Bizans mimarisinden oldukça nasibini almış orijinal yapı bu. Matruşka mantalitesi bu coğrafya da her yerde kendini gösteriyor. Kilise içinde kilise.

Buradan hemen yandaki kısma geçiyoruz. Girişte kadın bilet soruyor, gösterince işine devam ediyor. Burada da kilise de kullanılan eserler, haçlar ve İncil yazmaları var.

Lavra'da kilise yada inanç konseptinden uzaklarda kalan başka bir müze daha var. Bu “Mikrominyatür Müzesi”. (Byk 10, çck 6 grivna) Bambaşka bir alem burası. Kiev güzel bir kent ama olmasa bile salt bu müze için kesinlikle gelmeye değer.

Çılgın bir adam düşünün.(Adı Siadritsky olsun ama) Adam bir pirenin ayaklarına altından bir nal yapıp giydirmiş. Ya da iğne deliğine gitmiş bir piramit yerleştirmiş. Ve yahut saç kılına bir şeyler yazmış üşenmeden. Ve bunu da ancak mikroskoplarla görebiliyorsunuz.

Çıkıyoruz. Pek çok yapı burada müze olarak kullanılsa da neredeyse hepsi için ayrı bir bilet alınması gerekiyor. Ve biletler içinde hepsi ayrı bir yer tarif ediyor.

Devam ediyoruz. Aziz Nicholas Kilisesi'nin arkasındaki teras güzel bir nehir manzarası sunuyor. Burada oyalanıyoruz. Çok güzel bir manzara var. Aşağı Lavra ‘nın yeşil çatılı, beyaz gövdeli, kuğumsu yapıları gerilerde ağaçların arasından elinde kılıcıyla çıkan devasa koruyucu ana heykeli. Öyleki heykelin kendisi titanyumdan yapılmış. Sadece kılıç ve kalkanın ağırlığı on iki tonmuş. Halk “demir lady” olarakta adlandırmakta.

Rehberlerin anlattığına göre kiliselerin tepesindeki tüm sarı kısımlar altınmış. İnandırıcı gelmiyor. Komünistlerin sökmüş olacağına inanıyorum. Öyle ya rölikleri Moskova'ya taşıyan adamlar, altın aksamı da çeşitli işlerde kullanmak için almış olabilirler.

Önümde, aşağıdaki alandaki bir çayırlıkta onlarca arı kovanı var. İlerilerde ise nehrin karşı kıyısında, yüksek apartmanların silüetleri kendini gösteriyor. Bence Kiev şehirleşme konusunu oldukça iyi başarmış.

Aşağı Lavra'ya iniyoruz. Hedef kaya mezarları. Eşim kaya mezarlarının girişini görünce, hayal kırıklığı içinde “Bu mu? Ben Kapadokya gibi bir şey bekliyordum” diyor. Eh, diyecek bir şey yok. Bizim ülkemiz dışında bir şeylerin devasa boyutta yada derinlikte olması pek mümkün değil.

Eşimi dışarı da bırakıp baba oğul dalıyoruz. Uhrevi bir hava var. Eline mumu alan kendini dehlizlere bırakıyor. Biz elbette lalettayn dolanan iki turist olarak öndeki kadınları takip ediyoruz. Karanlıkta mum ışığı duruyor ve kadın bir camekana eğilip “şappp” diye bir öpücük konduruyor. Anlaşılan aziz mumyalarından birisi burası. Kadın yana yakıla bir şeyler mırıldanmaya başlayınca onu geride bırakıp başka bir mumlu grubun sonuna yaklaşıyoruz.

Burada da atlar gibi bir şeyin önüne dizilmiş dua ediyorlar. Sessizce, yakaladığım bir papaza soruyorum, burası çocuksuz insanlara yardımcı olan bir azizin cam tabutuna ev sahipliği ediyormuş.

Tek başına , ağır ağır yürüyen bir mum yeni hedefimiz. Yakalamak için hızlanıyoruz. O da aniden duruyor. Eğilince çarpışıyoruz. Kafası kapalı, mini etekli Kievli müminlerden biri. Bu da yana yakıla cam tabuta öpücükler kondurup, sağ eliyle hızlı hızlı haçlar çizip bir şeyler mırıldanıyor.

Çıkışı yönelirken oğlum, “korku tüneli gibiydi” diyor. Onaylıyorum. Körü körüne inancın ve umudun bir araya geldiği bu tip yerlerde insanların kolaylıkla etki atlana alınıp her yöne sevkedilebileceğini söylememe gerek yok sanırım.

Lavra maceramızı bitirip artık ezberlemiş olduğumuz yol üzerinden kolaylıkla hostele dönüyoruz. Sabah ki sevimsizin yerine daha derli toplu görünen başka bir kadın gelmiş. Fakat bu da tutturmuş bir on euro daha istiyor yapılmış anlaşmaya rağmen. Bu saatten sonra yer arayamayacağımızı söyleyen eşimin talimatıyla saydıra saydıra farkı veriyorum.

Ukrayna hostellerinde ayakkabı ile içeri giremiyorsunuz. Bu iyi bir şey. Tuvalet vb oldukça temiz gerçekten. Trende uyuyamamıştım. Birkaç saat kestirmek iyi olacak.

Uyanıyoruz. Hreşbaçnik Caddesi'ne bırakıyoruz kendimizi. Hafta sonları cadde araç trafiğine kapatılıyor. Geçmişte de burada Kiev prensleri av partileri düzenler, takılırlarmış. Günümüzde ise pahalı markaların ürünlerini sergilediği dükkanların olduğu yani Kievli dükkan sahiplerinin müşterilerini avladığı bir yer halini almış.

Caddenin bir ucu Özgürlük Meydanı'na gidiyor. Burada, Kiev'e gelip şehri kuran dört kardeşi betimleyen bir heykel var. Ana baba günü. Hediyelik eşyalar satanlar, işportacılar, hazır yemekçiler türlü tipleme burada. Biz akşam yemeği için buradaki bir Kırım Lokantası'na gidiyoruz.

Stalinist yapıda binaların çevrelediği Hreşbaçnik Caddesi gözlerimin önünde uzanıyor. Geri çekilen Kızıl Ordu birlikleri caddeyi mayınlamış Alman ilerleyişini yavaşlatmak için. Şimdilerde ise boş boş gezinen Türk gruplarını yavaşlatmak için Ukraynalı kızlar yerleştirilmiş bol miktarda. Fütursuzca laf atan bizimkiler ve sadece gülümseyerek karşılayan kızlar.

Kiev ‘in kabasını aldık sanıyorum. Yarın kültürel işgal vakti. İçimden bir ses “bizim torunlar geldi” diyor belli belirsiz. Geldik.

Yorum Gönder

0 Yorumlar