Hayırlı bir evlat olmam vesilesi ile annemi iyi bildiğim bir yerlere götüreyim dedim. Balkanlar tabii ilk durak. Annemde yakın arkadaşlarından bir aileyi çağırmış. Biri onbir yaşlarında küçük bir çocuk ile beraber üç kişi daha ekleniyor kafilemize.
Annem tur programına katılmıyor, ötekilerde bir ses
çıkarmıyor. Bu iyi. Yani sanırım iyi. Yıldızları semayı kaplayan otellerde
kalmayacağımızı söylemiştim. Kalacağımız yerler her zaman ki gibi şehir
merkezlerine yakın, güvenli ve olumlu puan toplayan hosteller olacak.
Temiz ve rahat bir iniş yapıyoruz. Kanımca eğer bir Türk
pilotun kullandığı uçak düşmüşse gerçekten yapılabilecek daha fazla bir şey
kalmamıştır. Bizim pilotlara bu konuda oldukça güveniyorum. Grupta yabancı dil
bilen bir ben varım. Gerçi ufaklıkta biliyor ama tartışma ortamında konuşmayı
yürütebilmesi mümkün değil. Gerçi Metin Abi ‘nin ilerideki günlerde epeyce
işimize yarayacak olan Rusçası da unutulmamalı.
Havalimanında az biraz bir para bozuyoruz. Yanımda geçen
gezilerden kalan dinarlar da var ama hepimize yetmez. Havalimanından merkeze üç
şekilde ulaşabiliyorsunuz. Birincisi havalimanı içerisinden alacağınız bir fiş
ile yaklaşık 1800 dinara mal olan taksi. Başlangıçta taksicilerden biri ile
anlaşmıştık ama çantaları görünce caydı bizde hemen shuttle den faydalandık.
Havalimanının çıkış kapısının hemen karşısında yer alan shuttuleler adambaşı
300 dinar. Eğer sola doğru gider, hafif meyilli yolu çıkıp sola dönerseniz
havalimanının girişine gelen belediye otobüslerini de kullanabilirsiniz. (145
dinar)
Yine bir Sırbistan geleneği. Otobüste, tam karşımdaki genç
“Türk müsünüz?” diye soruyor gülerek. İki hafta önce Alanya 'daymış, bizim ülkeyi
öve öve bitiremiyor. Bir iki sorun yaşamış, herkes yardım etmiş. Hatta Sırp
olduğunu söylediğinde adamın biri “gümrük polisi değilim, bana ne” demiş,
yardımcı olmuş. Ben de Sırbistan hakkındaki görüşlerimi ve Hırvatistan'a gitmeme
nedenimi söyledim. Yine gülerek, “insan ömrünü uzatan yerinde bir karar” diyor.
Şimdi oteli bulmaca zamanı. Karacorcieva ‘dan Terazije ‘ye
uzanan yokuşu çıkıyoruz. Oradan Republika Meydanı'na ulaşıyoruz. Güneşte epeyce
zor bu seyahat. Buradan sonrasında oteli aramaya çalışıyoruz ama nafile. Canım
sıkılıyor. Bizimkileri bir otobüs durağında bırakıp yanından geçtiğimiz Türk
lokantasındaki çocuğa soruyorum. O da yanında çalışan Sırp kızlara soruyor.
İlerideki Chilton 2 Hosteli gösteriyorlar.
Oraya gidiyorum. Eski püskü bir binanın içinden uçarcasına
çıkıyorum yukarıya doğru. Kapıyı benden bile kızıl, zayıf bir kız açıyor.
Durumu anlatıyorum ama bahsettiğim yeri hiç duymamış. Herhalde başka bir Avrupa
ülkesinde olsaydım çoktan kapı önündeydim. Hemen elimdeki belgeyi alıp oteli
arıyor, benim tarifimi yapıyor ve telefonu kapar kapamaz bana ne tarafa gitmem
gerektiğini, adamın beni karşılayacağını söylüyor. “Borcum ne?” diyorum kıza.
“Bir telefon için para mı ödenir, hangi ülkedensin?” diye soruyor garipseyerek.
Anadolu'mdan pekte farkı yok bu ülkenin insanının. Bazı konular konuşulmasa,
açılmasa bizden hiçbir farkları yok boyları dışında.
Bizim Pangaltı taraflarındaki gibi eski binalardan
birindeyiz ve tıpkı o binalardakileri andıran bir asansör ile çıkıyor
bizimkiler en üst kata. Gerçi adının Marko olduğunu söyleyen çocuk benle
beraber merdivenlerden yürüyüp çıkarken çantaları taşımayı teklif etmişti ama
gururlu ve kuvvetli bir Turski olarak elbetteki reddetmiştim.
Mekan Marko'nun boyutlarıyla özdeş bir büyüklükte. Klima
hafiften koridoru morg haline getirmiş. Apartman dairesi iki ayrı yatak odasına
bölünmüş. Güzel ve temiz bir mekan.
Parayı ödüyoruz. Acelesi yok diyor ama 2 euro şehir vergisi
var diyor. Eyvallah diyoruz. Tren istasyonuna hangi otobüslerin gittiğine dair
sorum yıllardır motosiklet ile şehirde dolandığı için bilmediği şekliyle
yanıtlanıyor. Konuşmanın sonrası daha da matrak bence.
-
“Yarın bavullarımızı koridorda bırakabilir
miyiz?”
-
“Yarın oda boş istediğiniz kadar kalırsınız
orada”
-
“Ya biri gelirse, o zaman çantaları hazır
bırakırız sen kenarı koyarsın”
-
“Biri gelirse almam bu daha da kolay.
İstediğiniz gibi kalın.”
Bulunduğumuz meydanda 1866 yılına dek İstanbul Kapısı yer
almaktaydı. Yıkıldı elbette ve yolun karşısındaki Ulusal Tiyatro 1869 ‘da
yapılmaya başlandı. Aynı isimli bir kapı Kalemeydan da halen var. Bu yıkılan
kapı Avusturyalıların döneminde at üzerinde duran Prens Mihailo heykeli ve
Ulusal Tiyatro arasında bir yerlerde durmaktaydı. Avusturyalılar kapıya bu adı
verirken halka Türklerin varlığını kendilerinin önlediğini anlatmaya
çalışıyorlardı. Bu kapının olduğu yerde Müslüman olmayan halkın kazıklara
oturtularak idam edildiği söylenmekte.
Simgesel bir yer olduğu için 1806 ayaklanmasında Vasa Çarapiç liderliğinde Sırplar buraya saldırmışlar ama liderleri burada ölümcül derecede yaralanınca dağılmışlar. Onun anısına Ulusal Tiyatro ve Müze arasında uzanıp giden caddeye onun adı verilmiş.
Üzerine kuşların konduğu, kızların sere serpe dibinde
arkadaşlarını beklediği heykel ise 1882 ‘den beri orada durmakta. Eliyle nereyi
gösteriyor dersiniz. Biz Türklere gitmemiz için İstanbul ‘u işaret ediyor.
Yolun sonuna dek yürüyüp Skandarlija denen kısma doğru
yöneliyoruz. Saraybosna'dakinin benzeri bir sebil yapılmış ve hemen yanı başı
Skandarija.
Burası 1830 ‘lu yıllarda Çingenelerin yerleştiği bir
muhitmiş. Tıpkı Dorçol da Yahudilerin yaşadığı gibi. Sonrasında her büyüyen
Avrupa kenti gibi bu iki unsurda dışlanmaya başlanmış. Skadrarlija yazarlar,
ressamlar gibi uçuk tiplerin takıldığı bohem bir mekan olmuş hemen.
Günümüzde de pek farklı değil. Kalburüstü restoranların olduğu, gerçekten hayattan çalabileceğiniz güzel mekanların olduğu sımsıcak bir mekandır burası. Arnavut kaldırımlarının üzerinde yürürken az biraz Sırpçaya aşinalığınız varsa “üç şapka”,”şapkam”, “çifte geyikler” gibi ilginç isimleri olan restoranlara denk gelirsiniz. Biz “Tri Şeşira” yani “Üç Şapka” da karar kıldık.
Ortam neşeli olunca içeri girdik. Etin kilosunun yaklaşık 8 TL olduğu
bir ülkede öğünler de haliyle büyük oluyor. Annem şopska salata söyledi sadece
bense bir çevabi. Garson çocuk “yiyebilecek misin?” diye sordu, “az gelir”
dedim. Bizim adana yada urfa kebabların boyuna yakın baş parça gelince biraz
afalladım; bir parçayı anneme verdim ve bir şekilde tabağımı bitirdim. Bu
adamlar nasıl besleniyor bilemiyorum.
Kapıdaki hanım ile biraz daha çene çalıp oradan ayrıldık ve
diğer ortamlara geçiş yapmaya çalıştık.
Neresi var derseniz. Belgrad ‘ın İstiklal Caddesi Knez
Mihailova Caddesi'dir. Roma Singidinum ‘unun
da ana caddesidir, Osmanlı Belgrad'ının da. Etrafında bahçeli evleri,
camileri ve çeşmeleri ile bir Türk kentinin bir caddesidir seyyahların
anlattığına göre. Ama günümüzde ise genelde Avusturya neuveau art ‘ının
izlerini görebileceğiniz mimari dokusu ile bambaşka bir caddedir. Gene restoranlar
vardır, en güzel mekanlar buradadır. En pahalı markaların dükkanları aşağı
yukarı bizimle aynı fiyatlarla burada yer almaktadır. En janti tipler burada
dolanır. Kimse kimseye karışmaz, bakmaz, ilgilenmez. Medeni, hoş, çok şeker bir
yerdir burası. Kalemeydan ‘a dek uzanır.
Romalılar kaleyi Barbar Orta Avrupa ‘ya bir sınır olması
için yapmış ve 4. Lejyona bırakmıştı. Gotlar ve Hunlar beraber bu savunmayı
aşıp kaleyi yıktılar. Efsaneye göre Sava ve Tunanın birleştiği noktada, belki
de kalenin olduğu yerde Attila ‘nın mezarı yer almaktadır.
Zeleni Venac yani sebze pazarına da biraz göz attık.
Gece yarısını az geçmesine rağmen caddedeki insan sayısı
oldukça azdı. Düşünsenize bir de Cuma gecesi oluyor bunlar. Ben de otele döndüm
yapacak bir şey bulamayınca.
0 Yorumlar
Yorumlarınız