Takip Et

8/recent/ticker-posts

Balkanlar Yeniden : Gün 1 - Belgrad

Hayırlı bir evlat olmam vesilesi ile annemi iyi bildiğim bir yerlere götüreyim dedim. Balkanlar tabii ilk durak. Annemde yakın arkadaşlarından bir aileyi çağırmış. Biri onbir yaşlarında küçük bir çocuk ile beraber üç kişi daha ekleniyor kafilemize.

Annem tur programına katılmıyor, ötekilerde bir ses çıkarmıyor. Bu iyi. Yani sanırım iyi. Yıldızları semayı kaplayan otellerde kalmayacağımızı söylemiştim. Kalacağımız yerler her zaman ki gibi şehir merkezlerine yakın, güvenli ve olumlu puan toplayan hosteller olacak.

Fazla bir çanta yapmadım. Balkanları yeterince gezdim diyen eşim ve son dakika bir rahatsızlık nedeniyle gelemeyen teyzem dışında herkes Sabiha Gökçen ‘e ulaşmış durumdayız. Bekleme salonunda gene alıştığımız Balkan manzaraları var. Uçak dolu sayılır. Her şeyin planlandığı ama en ufak aksilikte zincirin bozulup dağılacağı bir tur planladım. Hayırlısı.

Uçak Belgrad ‘a doğru alçalmaya başlıyor. Sava üzerinden geçerken nehir üzerindeki yaşamı görüyoruz ve elbetteki yakınlarındaki yeni yapılan yada komünist dönemden kalan kütleli yapıları da. Belgrad gözde olmanın, istila yolları üzerinde olmanın acısını çekmiş keyfinden çok. Tıpkı Niş gibi.

Temiz ve rahat bir iniş yapıyoruz. Kanımca eğer bir Türk pilotun kullandığı uçak düşmüşse gerçekten yapılabilecek daha fazla bir şey kalmamıştır. Bizim pilotlara bu konuda oldukça güveniyorum. Grupta yabancı dil bilen bir ben varım. Gerçi ufaklıkta biliyor ama tartışma ortamında konuşmayı yürütebilmesi mümkün değil. Gerçi Metin Abi ‘nin ilerideki günlerde epeyce işimize yarayacak olan Rusçası da unutulmamalı.

Giriş yapmak için ilerlediğimiz koridora yerleştirilen bayan görevli herkesi selamlıyor. Pasaport girişinde de kimse bir şey demeksizin damgayı basıyor. Sırbistan her zaman ki gibi beni en davetkar haliyle karşılıyor anlayacağınız.

Havalimanında az biraz bir para bozuyoruz. Yanımda geçen gezilerden kalan dinarlar da var ama hepimize yetmez. Havalimanından merkeze üç şekilde ulaşabiliyorsunuz. Birincisi havalimanı içerisinden alacağınız bir fiş ile yaklaşık 1800 dinara mal olan taksi. Başlangıçta taksicilerden biri ile anlaşmıştık ama çantaları görünce caydı bizde hemen shuttle den faydalandık. Havalimanının çıkış kapısının hemen karşısında yer alan shuttuleler adambaşı 300 dinar. Eğer sola doğru gider, hafif meyilli yolu çıkıp sola dönerseniz havalimanının girişine gelen belediye otobüslerini de kullanabilirsiniz. (145 dinar)

Yine bir Sırbistan geleneği. Otobüste, tam karşımdaki genç “Türk müsünüz?” diye soruyor gülerek. İki hafta önce Alanya 'daymış, bizim ülkeyi öve öve bitiremiyor. Bir iki sorun yaşamış, herkes yardım etmiş. Hatta Sırp olduğunu söylediğinde adamın biri “gümrük polisi değilim, bana ne” demiş, yardımcı olmuş. Ben de Sırbistan hakkındaki görüşlerimi ve Hırvatistan'a gitmeme nedenimi söyledim. Yine gülerek, “insan ömrünü uzatan yerinde bir karar” diyor.

Güneşli bir Belgrad günü. İlk iş olarak yolun karşısındaki tren garına geçerek yarın akşam ki Üsküp treni için biletlerimizi alıyoruz. (Yaklaşık 23,50 euro) Gişedeki kadınla anlaşabilmek küçük bir savaşa denk geldi ama oldu nihayetinde.

Şimdi oteli bulmaca zamanı. Karacorcieva ‘dan Terazije ‘ye uzanan yokuşu çıkıyoruz. Oradan Republika Meydanı'na ulaşıyoruz. Güneşte epeyce zor bu seyahat. Buradan sonrasında oteli aramaya çalışıyoruz ama nafile. Canım sıkılıyor. Bizimkileri bir otobüs durağında bırakıp yanından geçtiğimiz Türk lokantasındaki çocuğa soruyorum. O da yanında çalışan Sırp kızlara soruyor. İlerideki Chilton 2 Hosteli gösteriyorlar.

Oraya gidiyorum. Eski püskü bir binanın içinden uçarcasına çıkıyorum yukarıya doğru. Kapıyı benden bile kızıl, zayıf bir kız açıyor. Durumu anlatıyorum ama bahsettiğim yeri hiç duymamış. Herhalde başka bir Avrupa ülkesinde olsaydım çoktan kapı önündeydim. Hemen elimdeki belgeyi alıp oteli arıyor, benim tarifimi yapıyor ve telefonu kapar kapamaz bana ne tarafa gitmem gerektiğini, adamın beni karşılayacağını söylüyor. “Borcum ne?” diyorum kıza. “Bir telefon için para mı ödenir, hangi ülkedensin?” diye soruyor garipseyerek. Anadolu'mdan pekte farkı yok bu ülkenin insanının. Bazı konular konuşulmasa, açılmasa bizden hiçbir farkları yok boyları dışında.

Durağa gidip bizimkileri alıp ilerliyorum yolda. Köşede, dev boyutlarda gençten biri bana sesleniyor. “Yan bastık” diyorum içimden. Bu boyutta biriyle işler ters gider ve anlaşmazlık çıkarsa olacak kavgada hiçbir şansım yok. Odayı aldığım sitedeki fiyatlar ile mekanın kendi internet sitesi arasındaki fiyatlar arasında inanılmaz bir uçurum vardı.

Bizim Pangaltı taraflarındaki gibi eski binalardan birindeyiz ve tıpkı o binalardakileri andıran bir asansör ile çıkıyor bizimkiler en üst kata. Gerçi adının Marko olduğunu söyleyen çocuk benle beraber merdivenlerden yürüyüp çıkarken çantaları taşımayı teklif etmişti ama gururlu ve kuvvetli bir Turski olarak elbetteki reddetmiştim.

Mekan Marko'nun boyutlarıyla özdeş bir büyüklükte. Klima hafiften koridoru morg haline getirmiş. Apartman dairesi iki ayrı yatak odasına bölünmüş. Güzel ve temiz bir mekan.

Parayı ödüyoruz. Acelesi yok diyor ama 2 euro şehir vergisi var diyor. Eyvallah diyoruz. Tren istasyonuna hangi otobüslerin gittiğine dair sorum yıllardır motosiklet ile şehirde dolandığı için bilmediği şekliyle yanıtlanıyor. Konuşmanın sonrası daha da matrak bence.

-          “Yarın bavullarımızı koridorda bırakabilir miyiz?”

-          “Yarın oda boş istediğiniz kadar kalırsınız orada”

-          “Ya biri gelirse, o zaman çantaları hazır bırakırız sen kenarı koyarsın”

-          “Biri gelirse almam bu daha da kolay. İstediğiniz gibi kalın.”

Biraz soluklanıyoruz. Dışarı çıkıyoruz. Republik Meydanı ile aramızda sadece Ulusal Müze binası var ve gene kapalı. Şehir bana bu kez oldukça güzel gelmişti ama Marko sadece bunun yanılsama olduğunu, yıllardır her şeyin aynı olduğunu, hiç bir şeyin değişmediğini söyleyerek cevap vermişti. Değişen tek şey sadece Sırp kızlar artık İtalyan erkekleri dışında dizilerdeki Türk artistler hakkında konuşuyorlarmış.

Republik Meydanı her zamanki gibi kalabalık. Slovenya Turizm Bürosu'nun yaptığı tanıtım halkın yaptığı sessiz bir protesto ile iç içe geçmiş. Belediyenin getirip meydanın ortasına bıraktığı arabanın arkasındaki su deposundan şişelerimizi dolduruyoruz.

Bulunduğumuz meydanda 1866 yılına dek İstanbul Kapısı yer almaktaydı. Yıkıldı elbette ve yolun karşısındaki Ulusal Tiyatro 1869 ‘da yapılmaya başlandı. Aynı isimli bir kapı Kalemeydan da halen var. Bu yıkılan kapı Avusturyalıların döneminde at üzerinde duran Prens Mihailo heykeli ve Ulusal Tiyatro arasında bir yerlerde durmaktaydı. Avusturyalılar kapıya bu adı verirken halka Türklerin varlığını kendilerinin önlediğini anlatmaya çalışıyorlardı. Bu kapının olduğu yerde Müslüman olmayan halkın kazıklara oturtularak idam edildiği söylenmekte.


Simgesel bir yer olduğu için 1806 ayaklanmasında Vasa Çarapiç liderliğinde Sırplar buraya saldırmışlar ama liderleri burada ölümcül derecede yaralanınca dağılmışlar. Onun anısına Ulusal Tiyatro ve Müze arasında uzanıp giden caddeye onun adı verilmiş.

Üzerine kuşların konduğu, kızların sere serpe dibinde arkadaşlarını beklediği heykel ise 1882 ‘den beri orada durmakta. Eliyle nereyi gösteriyor dersiniz. Biz Türklere gitmemiz için İstanbul ‘u işaret ediyor.

Tiyatro binasının yanından aşağıya dönüyoruz. Yunan elçiliğinin yanında yer alan “Silikon Vadisi'nde” yaşam henüz başlamamış. Gece bir göz atacağım.

Yolun sonuna dek yürüyüp Skandarlija denen kısma doğru yöneliyoruz. Saraybosna'dakinin benzeri bir sebil yapılmış ve hemen yanı başı Skandarija.

Burası 1830 ‘lu yıllarda Çingenelerin yerleştiği bir muhitmiş. Tıpkı Dorçol da Yahudilerin yaşadığı gibi. Sonrasında her büyüyen Avrupa kenti gibi bu iki unsurda dışlanmaya başlanmış. Skadrarlija yazarlar, ressamlar gibi uçuk tiplerin takıldığı bohem bir mekan olmuş hemen.

Günümüzde de pek farklı değil. Kalburüstü restoranların olduğu, gerçekten hayattan çalabileceğiniz güzel mekanların olduğu sımsıcak bir mekandır burası. Arnavut kaldırımlarının üzerinde yürürken az biraz Sırpçaya aşinalığınız varsa “üç şapka”,”şapkam”, “çifte geyikler” gibi ilginç isimleri olan restoranlara denk gelirsiniz. Biz “Tri Şeşira” yani “Üç Şapka” da karar kıldık.

Ortam neşeli olunca içeri girdik. Etin kilosunun yaklaşık 8 TL olduğu bir ülkede öğünler de haliyle büyük oluyor. Annem şopska salata söyledi sadece bense bir çevabi. Garson çocuk “yiyebilecek misin?” diye sordu, “az gelir” dedim. Bizim adana yada urfa kebabların boyuna yakın baş parça gelince biraz afalladım; bir parçayı anneme verdim ve bir şekilde tabağımı bitirdim. Bu adamlar nasıl besleniyor bilemiyorum.

Skandarlija ‘da restoranların çoğunda müzik vardır ama hiçbiri nasıl oluyorsa diğeriyle karışmaz, bir diğerini rahatsız etmez. Neşelidir yani. Bizde de bir grup bir şeyler çalıyordu. Tabi, adamların para koparmak istediği masadaki tipler Balkan müziğinden bihaber Alman kılıklı tipler olduğu için acıdım arkadaşlara, başladım “Jovana, Jovanke” diye müziğe ayak uydurmaya. Adamlarda apıştı biz Türklerin şarkıyı da biliyor olmamıza. Biraz onlarla da takıldım. Muhtemelen Kontrabasçıyı ekarte edebilsem orada çalıyor da olabilirdim, kısmet işte.

Kapıdaki hanım ile biraz daha çene çalıp oradan ayrıldık ve diğer ortamlara geçiş yapmaya çalıştık.

Neresi var derseniz. Belgrad ‘ın İstiklal Caddesi Knez Mihailova Caddesi'dir. Roma Singidinum ‘unun  da ana caddesidir, Osmanlı Belgrad'ının da. Etrafında bahçeli evleri, camileri ve çeşmeleri ile bir Türk kentinin bir caddesidir seyyahların anlattığına göre. Ama günümüzde ise genelde Avusturya neuveau art ‘ının izlerini görebileceğiniz mimari dokusu ile bambaşka bir caddedir. Gene restoranlar vardır, en güzel mekanlar buradadır. En pahalı markaların dükkanları aşağı yukarı bizimle aynı fiyatlarla burada yer almaktadır. En janti tipler burada dolanır. Kimse kimseye karışmaz, bakmaz, ilgilenmez. Medeni, hoş, çok şeker bir yerdir burası. Kalemeydan ‘a dek uzanır.

Kalemeydan… Önceki Belgrad yazımda var o nedenle pek uzatmayayım. Romalılardan bize bakiye kalmış burası. Sava ve Tuna ‘nın birleştiği noktada durmakta. Kanuni başkentini buraya taşımaya çalışmış ama İstanbuldaki oyunlar engellemiş. Yoksa Kalemeydan yeni Topkapı olacaktı. Avrupa içlerine yapılacak cihat seferleri daha verimli olacaktı bu yeni tasarı ile. Düşünsenize İstanbul'dan Viyana'ya 70 günde gelebiliyordu ordu tüm teçhizatı ile. Böylelikle bir ayda Viyana'ya ulaşmış olacaktı belki de daha ilerilere.

Romalılar kaleyi Barbar Orta Avrupa ‘ya bir sınır olması için yapmış ve 4. Lejyona bırakmıştı. Gotlar ve Hunlar beraber bu savunmayı aşıp kaleyi yıktılar. Efsaneye göre Sava ve Tunanın birleştiği noktada, belki de kalenin olduğu yerde Attila ‘nın mezarı yer almaktadır.

Kale güzel bir akşam üstü vaad eder her zaman. Zorlukla da olsa bizimkileri yetiştirebildim buna. Sonrasında “The Victor” diye bilinen, Sırpların Osmanlılara ve Habsburglara karşı zaferlerini anmak için yaptıkları “Pobednik” anıtına gittik hava karardığında. Heykel aslında Terazije Meydanı'na konulmak üzere tasarlanmış ama halk heykelin çıplaklığı konusunda tepkiler vermeye başlayınca günümüzdeki yerine taşınmış.

Zeleni Venac yani sebze pazarına da biraz göz attık.

Döndük. Bizimkiler dinlenedururken ben tekrar çıktım. Önce Silikon Vadisi ‘ne yöneldim. Sinan ile kış ayazında dolaştığımızdan az biraz fazla bir kalabalık vardı ve bunun önemli bir kısmı dişi nüfus tarafından oluşturulmaktaydı. Sıra dışı, açık saçık bir tipte yoktu. Gene bir LP spekülasyonu olabilir diye düşünüp biraz daha oyalandım ama değişen bir şey olmayınca Skandarlija ‘ya geçtim. Burada bir bankın üzerinde oturup insanları izledikten sonra Knez Mihailova ‘ya doğru gittim. Kalemejdan'a dek yoluma devam edip geri döndüm ve dondurmacılardan birine kapağı attım. Dondurmanın topu 70 dinar ve yoğurtlu olan gerçekten denemeye değer.

Gece yarısını az geçmesine rağmen caddedeki insan sayısı oldukça azdı. Düşünsenize bir de Cuma gecesi oluyor bunlar. Ben de otele döndüm yapacak bir şey bulamayınca.

Yorum Gönder

0 Yorumlar