Dünkü kadar yorgun kalkmadık neyse ki. Çıkışta
resepsiyondaki kıza şikayetimi ilettim ama kız nedense oda numaramı aldı. Acaba
kız benim oda kapımı mı tamir ettirecek, kim bilir…
Hava serince. Yolu geçerken hiç bir şeyi umursamıyoruz. İstisnasız
tüm araçlar duruyor yolda birini gördüler mi… Medeniyet bu olsa gerek.
Şehre girişi Fat Margaret burcunun yanındaki Büyük Sahil
Kapısı ‘ndan
yapıyoruz. Geçmiş
dönemlerin geleneği burada da kendini göstermekte. Her kapının, her burcun bir
adı var. Kapıdan girer girmez şehrin ana caddelerinden Pikk ‘e (Pikk uzun
demek) giriş yapmış oluyorsunuz. Viru Kapısı ile beraber şehrin en eski kapısı.
Yirmi metre yüksekliğindeki Fat Margaret 1511-1530 arasında yapılmış. Demek ki
İtalyanlardan da beteri varmış. Şükürler olsun katedralleri bu adamlar
yapmamış. İtalyanlara laf ediyordum yetmiş, seksen senede bir katedrali
bitiriyorlar diye; bir burç neredeyse yirmi sene de bitirilebilmiş. Burcun
duvar kalınlığı 5 metreymiş. Ama adı neden Şişman (Fat) Margaret bilinmemekte.
Kimi içine konulan toplara atfediyor kimi bir zamanlar şişmanca, Margaret diye
bir ahçı çalışırmış burada, ondan diyor. Günümüzde Denizcilik Müzesi.
Pikk ‘ten az biraz ilerleyip sağa kıvrılıyor güzel,
Jurgenstil binalara bakıp St. Olaf Kilisesine giriyoruz.
Bir zamanların en yüksek binası. O bir zamanlar tam olarak 1549 ile
1625 arasına denk düşmekte. O zamanlar 159 metrelik kulesi yaklaşan gemiler
için fener olarakta kullanılırmış. Fener olarak kullanılan malzemeler üç kez
kuleyi tamamen yakabilmeyi başarmış. Günümüzde, kilisenin sivri külahlı kulesi
124 metreye kadar gerilemiş. Kilisenin ana kısmı 1267 yıllarda, İskandinav
tacirler için yapılmış.
Buranın günümüz atraksiyonu kulesi. Adam başı 2 euro
(çocuklara 1 euro) verip bitmek tükenmek bilmez sayıda merdiveni, çokta iyi
aydınlatılmamış koridorlardan geçerek çıkabilirseniz doyumsuz bir Tallinn
manzarasına ulaşıyorsunuz. Harika bir şehir. O dar kısımdan şehri seyrederken
yanımdaki Alman ‘a dediğim gibi Prag ile rahat rahat kapışacak ve ancak sayıyla
yenilebilecek bir şehir burası.
Merdivenleri çıkmak işkence. Oğlum ile kardeşim bir çırpıda
çıktılar. Ben eşimi durmadan “az kaldı, son iki tur” gibi pembe yalanlarla
kandırarak çıkarabildim. Eşimi beklerken, Milanolu dostum Roberto ile çene
çaldık. Dünyada Türklerin en rahat anlaşabileceği ırk sanırım İtalyanlar. Bakış
açımız aynı, amaçlarımız ise farksız. Bizi buluşturan eşlerimizin terörü oldu.
Ben az biraz sonra merdivenleri çıkıp yanıma gelecek eşimin, Roberto kardeşim
ise "bu yolu bunun için mi getirdin" diyecek karısından hayıflanıyordu. Konu
konuyu açtı ve şuna geldi.
“Kadınlar inanılmaz derecede güzel dostum.” diye başlayan
cümlesini “Bir zencinin siyah olma ihtimali ile neredeyse aynı ihtimalde
sarışın doğuyor olmalılar” diyerek yanıtladım ilkin.
Bunun üzerine kahkahalarla güldü ve “İtalya'daki kadınları
gönderip buradakileri İtalya'ya almalı” şeklindeki fikrini paylaştı benle. “Sayıları az” dedim,
“Koca ülkenin nüfusu ancak üç milyon”
Mantıklı buldu. Zaten Türkiye'den geldiğim için güzel kız
peşinde koşmamızın gereksizliğini, Türkiye'nin güzel kızlarla dolu olduğunu,
kuzeninin İstanbul'da bir kızla evlendiğini ve İstanbul'a geldiğinde kuzenine hak
verdiğini, İtalya'da güzel kadın olsa Türkiye'ye gelmeyeceğini hızla anlattı.
Yüce Tanrım bizim kızlar neymiş.
İtalyan kadınlarında güzel olduğunu söylemem ikinci cevap
salvosu altında ezilmeme neden oldu. Sayılarının az olduğunu, bulunanların
gazetelerde duyurulduğu için ön planda olduklarını, o kadar makyaj yapsa
kendisinin de çoğunu güzellik konusunda geçebileceğini de ekledi.
Evet, Roberto fırtınası St. Olaf Kilisesi'nin kulesinde beni
böyle esir aldı.
Neyse ki eşim sonunda yanımıza gelip beni kurtarabildi. Beraber şehre
bakınmaya başladık. Arkamda, yani kuzeyde uzaklara, ufka dek uzanan bir deniz.
Şansımıza açık, masmavi bir gökyüzünün altında olabildiğince dinginliği ile
duran kiliselerinin mütevazı kuleleri, pastel renklerle boyalı binaları ile
harikulade bir şehir. Solda insanın gözünü yormayan yeni kent kısmının modern
binaları, eski kent, Toompea Tepesi ve yeşilliklerin arttığı batı.
Güzel, naif bir kent burası. Mutlaka görülmesi gereken
küçük, şirin bir kent.
Kilisenin içi ise standart gotik öğeleri içerisinde
bulunduran sade bir yapı. Pek bir numarası yok.
Çıkıyoruz. Pikk Caddesi ‘ne dönerken bir duvara çakılı plaketi
okuyoruz. Şehrin en eski evlerinden birisinin önündeymişiz. Sıvanın altında,
Fransız gotiği tarzı giriş kapısının pervazı yüzlerce yıla karşın hala daha bir
albeni ile kendini gösteriyor. Salt bu detay bile Estonyalıların bizim
akrabamız olduğunun bir kanıtı. Gerçi bu sıvada değil. Komple mantolama
yapılmış eski cephenin üzerine.
Konu dağılmadan bir anekdot olarak ekleyim. Evet,
Estonyalılar da Finler gibi bizimle akraba. İnanılmaz bir şey gibi ama bu
sarışın kitle ile aynı gen havuzunun çocuklarıyız. Adamlar büyük göç sırasında
kuzeye giderken tüm mavi göz kavramını da taşımış olmalılar. Neyse ki benim
familya yeşil gözü kurtarabilmişte bizde ki herkes yeşil gözlü J
Estonyalıların koyu mavi ağırlıklı gözleri Japonların onlar
için “mor gözlü insanlar” nitelemesi yapmasına neden olmuş.
Kahvaltı yapmak için geçen akşam geldiğimiz yere uğruyoruz.
Henüz yeni açılmış gibi. İnanılmaz servis hızlarına uyku sersemliğini de
ekledik mi yandığımızın resmidir. Neyse ki şehirler bu coğrafyada fazla büyük
değil. Az bir şey atıştırıp güne gerçek anlamda giriş yapabiliriz artık.
Tallinn ‘in en güzel yanlarından biri bence… Yooo, sarışın, mavi
gözlü kızları değil, o kadar çoklar ki bir süre sonra Çinliler gibi gelmeye
başlıyor insana. Her tarihi binaya İngilizce ve Estonca tarihçesini açıklayan
şeffaf levhalar koymuşlar. Eski bir birahane, şehrin celladının kaldığı ev
(belki de en ilginç detay. Eski tarihlerde hatta bizde de cellatlar
toplumlardan dışlanır ve şehir dışlarında yaşamaya zorlanırlardı. Hatta bizde
mezarlıkları, mezar taşları bile farklıdır. İsimleri bile yazmaz taşlarda. Ama
Tallinn de şehrin göbeğinde) vesaire vesaire. Ama hoş bir detay olabilecek her
şey yazılmış.
Kahvaltıya giderken gördüğümüz pasaja giriyoruz. Aslında
Tallinn bir pasajlar kenti. Borsi Kaik denen yolun zeminine Estonya'nın 11000
yılı bir çizelge olarak sıralanmış. Soldaki bir kapıdan Tarih Müzesine ki eskiden
Büyük Lonca Binası olarak adlandırabileceğimiz yapı oluyor bu,
girebiliyorsunuz. Biz doğru yoldan sapmadan ilerledik, sağdaki küçük bahçeye
girdik. Estonyalı meşhur bir yazarın evi imiş. Kalabalık, gürültücü bir Çinli
grupla takıldık.
Şehir ilginç. Gelincik gezdiren bir kıza denk geldik. Mete'ye
gösterebilmek için durdurdum kızı. Herhangi bir tepki vermeden kız, sanki her
gelen yabancı ile bu muhabbeti yapıyormuşçasına bir rahatlıkla konuşmaya
başladı. Hayvanın jilet gibi keskin dişlerini görünce anında başını okşamaktan
vazgeçtim. Gelincik gezdiren kız sanırım sadece bize ilginç geldi. Bu yer ile
yeksan hayvanata bakan bir biziz.
Tallinndeki en eski yapılardan birine denk geliyoruz. Kedi Kuyusu.
Efsaneye göre, evet şehrin çok sayıda efsanesi var; bu kuyudan sesler gelirmiş.
Halkta şeytan orada dinleniyor deyip onun için yakaladıkları kedileri atarmış. Böylelikle
kedileri öldürmekle meşgul olan bir şeytanın şehir sakinlerine musallat
olmayacağına inanırlarmış. Öte yandan başka bir söylenceye göre Tallinnliler
şehrin kuyuları kurumasın diye düzenli olarak (19. yy a dek) kuyulara canlı
hayvanlar atarlarmış. Zenginler keçi, koyun, domuz, taife-i gureba ise ucuzunda
ucuzu olarak kediyi tercih edermiş. Şehrin tüm kuyuları o tarihten sonra da
kurumuş. Bunu da eklemeli.
Kuyunun tam karşısındaki binanın üst katı ise 15.yy da
şeytanın bir gece konakladığına inanılan daireye ev sahipliği yapıyor. Halen
arada sırada seslerin geldiği söyleniyor ve bunu kanıksayan halkın bu olaya
“şeytanın düğünü” dediklerini de ekleyeyim.
Bu kadar ürkütücü konuların üzerine St. Nicholas Kilisesi'ne
doğru ilerliyoruz. Gotik binaların en iyi örneklerinden biri. Giriş kapısı
standart dışı işlemeli bir mermer anıt başlı başına. 1230 ‘da Alman tacirler
tarafından inşa ettirilmiş. "Ölümle Dans" diye bir yağlı boya oldukça ilginç.
Buradan Şövalyeler Caddesi denilebilecek Rüütli üzerinden
sur kapılarından birine dek ilerleyip geri dönüyoruz. Bu caddede plaketli çok
sayıda bina var.
Toompea Tepesi'ne uzanan yarısı Arnavut kaldırımı yarısı merdiven
yoldan tırmanmaya başlıyoruz. Hanımlar alışveriş için dükkanlara doluşmaya
başlamış. Eşim ve kardeşim de amberler başta olmak üzere diğer türlü ıvır
zıvıra bakınıyorlar.
Toompea Tepesi'ne vardığımızda anlıyoruz ki şehir uyanmış, farkına
varıyoruz ki gezilecek epeyce yer varmış burada. Toompea ‘nın hikayesini
önceden anlatmıştım. Kısacası şehrin yönetildiği yer burası. Ama buranın en
vurucu eseri ise sıkı bir restorasyondan geçmiş olan Alexander Nevsky
Katedrali. Soğan kubbeleri, Bizanstan alıntı görünümü ile Ruslaştırma
politikasının mihenk taşı olmuş zamanında. İçerisi oldukça bakımlı ve süslü
Fotoğraf çekiminin yapılması yasak olmasına rağmen saf ayaklarına yatıp
Rasputinvari papaz gelip tatlı sert uyarana dek çekim yapıyorum. Başlangıçta
kafam bozuluyor. Eşimin şaşırdığı bir şeyi soruyorum. Düzgün, aksansız ve
cansız bir İngilizce ile beni yanıtlıyor. Bakışlarını görünce kendime kızıyorum
az önce bu ada için düşündüklerimden dolayı. Adam bu dünyada değil ruhen. Kendi
dünyasında, o dünyanın kuralları doğrultusunda yaşıyor. İçimdeki muzur çocuğu
serbest bırakıp adamı kızdırmak için “İstanbul'daki ritüellerin hepsini aldınız,
kendinizden bir şey katamadınız” dediğimde ise dini Bizans'ın kendilerine empoze
ettiğini ve yıllarca İstanbul Patrikhanesinin kontrolünde yaşadıklarını, bu
süreçte bir şey oluşturamadıkları için sonrasında da ekleyemediklerini
anlatıyor tane tane ama bana bakmaksızın sadece önündeki boşluğa hipnotize
olmuşçasına bakarak.
Çıkıyoruz. Bu kadar çok turist olan yer turist tuzağı
mekanların da çok sayıda olmasına neden oluyor. Fiyatlar uçuk. Misal, oğlumun
kafasına geçirdiği, boynuzlu, Viking kaskı 160 küsur euro. Bizimkiler içeride
ne var ne yok ellerlerken ben dışarı çıkıp kilisenin girişinin tam
karşısındaki, pembe başkanlık sarayını çektim.
Kiliseyi çekebilmek için en köşeye gitmiştim ki Türkçe
sözler duymaya başladım. Cruise ile gelen yaşlı bir Türk grup. Hemen yanlarına
gidip selam verip hal hatır sordum. Kendi başımıza gezdiğimizi duyduklarında
sanki aya gidiyormuşuz gibi normal ötesi bir iş yaptığımızı sanmışcasına
tepkiler verdiler. Sanki Baltık bölgesini fethe göndermişler gibi bir hisse
kapıldım.
Gelen kalabalık turist kafilesinin peşine takıldık. Onlar
katedralin önünde konuşurlarken içeri girdik. Aslında giriş paralı ama her
halde gruptan sandılar. Rus kilisesinden sonra içi oldukça basit kaldı.
Sütunların üzerinde yerel toprak ağalarının ve şehrin eski dönemlerinin
armaları bulunmakta. Loş bir yapı. Sanırım kriptası da var.
1233 yılında yapımı bitmiş. Fakat barok tarzı kule sonradan
1700’lerin sonlarında eklenmiş ana yapıya. Aslında Bakire Meryem Katedrali
adındaki bu yapı şehrin Alman asıllı soyluları tarafından kullanılmışsa da
zamanla yerel asillerde gerek yaşarken gerekse öldükten sonra kullanmaya
başlamış.
Kulesine de çıkılıyormuş ama biz zaten sabahın köründe
kulelerden birini fethettiğimiz için denemedik.
Neredeyse unutacaktım anlatmayı. Burada seyyar satıcılar kavrulmuş
badem satıyorlar. Fakat badem sarımsaklı, tatlı ve hatta ikisi bir arada
şeklinde satılıyor. Bizimkiler köşedeki kızlardan birer kese kağıdı aldılar.
Kızlarda kilise için çalışıyorlarmış, sevindirik oldular.
Az önce takip ettiğimiz grubu ileri de görünce pergelleri açıp kısa
sürede yakaladık onları. Rehber bizi bir seyir terası gibi bir mekana getirdi.
Burada sağlam manzara var. Değişik bir açıdan tüm eski kent ayaklar altında.
Kılıçlı, ortaçağ savaşçısı kılıklı tiplerle fotoğraf çektirebilir (aklı olan
Tallinncard satan, yerel kıyafetler içindeki sarışın dilberlerle fotoğraf
çektirir) yada bozuk para kesen insan azmanından hatıra para alabilirsiniz.
Fotoğraf çekerken bir aile benden fotoğraflarını çekmemi istedi
çekinerek. Epey uğraştım, hallerine acımıştım doğrusu. İyi iş çıkarttım,
konuşmaya başladık. Yunanlılarmış, İstanbullu olduğumu duyunca karı koca epey
mutlu oldular ama oğulları biraz donuk kaldı.
Vana Toomas ‘ı çekerken başka bir rüzgar gülü çekmişim.
Bence bu daha güzel.
Burada biraz dinlenip kendimize gelince eski kente inmeye başladık.
Tallinncard satan kızlardan birinin fotoğrafını çekmek için izin istedim
kızdan. İtiraz etmedi. Gerçekten güzeldi.
Ana meydana vardık. Bir zamanlar tacirlerin evleri ile
sarılı meydan günümüzde kafe ve restoranlar ile çevrelenmiş durumda. Meydanın
köşesinde tarihi eczane, hatta biraz ötesinde ise turizm ofisi var. Restoranlar
pahalı değil, fena da değiller ama tek sorun servislerinin yavaşlığı. Ama
manzara güzel olduğu için aslında bu da pek bir sorun değil. Biz de oğlanın
ağzındaki devasa aft için ilaç almak amacıyla yeni kente geçip döndüğümüzde bu
kafelerden birine girmiştik.
Meydan da ve çevre sokaklarında oyalandık. Hatta Yunanlılara
rastladık. Aslında beni görüp “İstanbul” diye bağırmasalar fark etmeyecektim,
ama onlar bağırınca herkes fark etti. Üstü sarmaşıklarla kaplı, pekte güçlü
görünmeyen savunma kulelerine dek yani Viru Caddesi'nin başına dek gittik.
Buradaki çiçekçilerde takıldık biraz. Çiçekler çok güzel, çok çeşitli ve pahalı
da değil.
In your pocket rehberinin kapağındaki Katerin Pasajı'nı bulmaya geldi
sıra. Fotoğraf olarak harika idi. Bulduk. Bizde de onlarcası bulunan bir ara
sokak. Buradan geçerek Viru Caddesi'ne dek uzanan şehir surlarını ve onların
önüne sıralanıp el işi kazak, bere, çorap satan kadınları solunuza alıp
ilerleyebiliyorsunuz.
Tekrar meydana döndük. Toomas Treni'ne bineceğiz. Bu, şehrin
sokaklarında yarım saat dolaştıran sevimli bir araç. (Byk 5, çck 3 euro) İçine
kurulduk. Defalarca geçtiğimiz yolları bir kez de bu araçla dolandık. Arnavut
kaldırımlarında hoplaya zıplaya ki ben kafamı vurdum Mete bir iki kere uykuya
daldı. Ekstradan Danimarka Kralı'nın
Bahçeleri diye anılan park ve o civardaki surların etrafında da dolandık.
Gene Rimi'ye uğradık dönüş yolunda. Uykusuz geçeceğinden adım
gibi emin bir gece için hostele doğru yola koyulduk.
0 Yorumlar
Yorumlarınız