Hiç uyuyamadık. Kaldığımız oda tuvaletin tam karşısında ve
en kötüsünü de henüz söylemedim. Tuvaletin kapısı öyle gıcırdıyor ki uyuyamadık
bir türlü.
Erkenden limana varıyoruz. Gemiye check in yapılıyor. Sadece
isim teyidi için pasaportlara kerhen bir göz atıyorlar o kadar. Sonunda
gemideyiz.
Yolculuk başlıyor. Deniz tutar diye nasıl bir ruh haline girmişsem geminin tüm titreşimlerini hissediyorum sanki. Bir problem yok. Etraftaki kara parçalarına bakıp dünden hazırlanan nevaleyi tüketiyoruz.
Gemi gerçekten çok büyük. Free shop yağmalanıyor adeta.
Millet şuursuzca içiyor ve bir şeyler yiyor sürekli. Bunun sonucunda tuvaletler
dehşete düşürecek bir duruma gelmiş oluyor. İşemek için yalak gibi bir şey yapılmış
duvara. Sürekli, ince bir su akışı olan bir duvar bu. Millet şak diye çıkarıp
işini görüyor. En üst kattaki tuvalette ise kimse yok, dolayısıyla da tertemiz.
Pencereden bakıyoruz. Önce küçük küçük adalar beliriyor denizin içinden. Ardından Helsinki Limanı'na varıyor, uzun tünelleri aşıp karaya varıyoruz. Pasaporta dair hiçbir işlem yok. Sanki Bostancı'dan binmişte Heybeli'de inmiş gibiyiz.
Helsinki'ye iyi hazırlandım. Bir kere gidilebilecek bir yer
olarak gördüğümden işimi iyi yapayım diyorum. Kalabalığı takip edip çıkışın
sağındaki tramvay durağına varıp az biraz bekliyoruz. Hava ısındı; insanı
ısıtan hatta terleten bir sıcak var. Tramvay bizi götürecek götürmesine de
bileti nereden alacağız kısmı bir sorun. Gözlemlediğim kadarıyla kimse bilet
okutmuyor ve bilet almak gibi bir de telaşeleri yok. Biz de kalabalığa
uyuyoruz.
Senato Meydanı'nın yakınlarında iniyoruz. Senato Meydanı şehrin kalbi. Tüm önemli
yapıların olduğu, vardığınızda Helsinki de görmeniz gereken yerlerin çoğuna
ulaşabileceğiniz yer burası. Ana baba günü. Bu tip bir şehir için beni
şaşırtacak derecede çok turist otobüsü dikkatimi çekiyor.
Meydana açılmış
stantlarda 1. Alexander heykelinin sağında ve solunda Finlandiya Moda
Etkinliklerini kapsamında ürünler satılmakta. Fin Modası deyince hayal gücünüz
çalışmasın hemen. Pet şişelerden bir inek, en bayağı kumaştan yapılmış
trikolar…
Buna karşın meydanda merdivenlerin bittiği yerde şehrin
katedrali yer almakta. Beyaz, kremalı bir pasta gibi şehrin tepesine
kondurulmuş. Tepe dediğime bakmayın, Konya'daki Alaaddin Tepesi bile bu
yükseltinin yanında erişilmez bir dağ gibi kalır.
Her güçsüz ülke gibi bu halkın kaderi de İkinci Dünya Savaşı
sırasında Almanlar ve Ruslar arasında kalmak şeklinde yaşanmış. Finler tüm bir
Kızılordu ile savaşmak zorunda kalmış. Pek bizde bilinen bir hikaye değildir bu
“Kış Savaşı”. Genelde kuzey halkları kızları ile anılır, erkekleri fazla sarı
olduklarından olsa gerek artlarından atılıp tutulur. Fakat bu küçük ülkelerin
az nüfuslu halklarının mangallar gibi özgürlük ateşiyle yanan yürekleri vardır.
Ruslar ilk defa radar ile düşman uçaklarını tespit ederler.
Ama başlangıçta tek başarıları budur. Finler defalarca Rusları alt ederler.
90,000 ‘i kadınlardan oluşan ordularının kızaklı birlikleri Ruslara aman
vermez. Mannerheim Rusların ummadığı bir çetin cevizdir. Ama devamlı takviye
alan Ruslara daha fazla direnemezler. Karelya artık Ruslarındır.
Finler, yitirilen topraklarını unutan insanlar değildir
bizler gibi. Almanlar Ruslara savaş açınca Ruslar da Finlandiya'ya saldırırlar. Finler
kaybettikleri topraklarını almak için etlerine butlarına bakmaksızın harekete
geçip mücadeleye başlarlar. Mannerheim başlangıçta başarılıdır yine ama bu kez
Kızılordu tam bir savaş makinası haline dönüşmüştür. Geri alınan her yer kaybedilir.
Ama küçücük Finlandiya'nın halkı kendinden kat be kat kalabalık Kızılordu'ya
hayal bile edemeyecekleri bir zayiat vermişlerdir. Ama asker Mannerheim savaş
sonrasında devlet adamı kimliği ile çıkar tarih sahnesine. Finlandiya
kaybettiği topraklara rağmen özgürlüğünü kaybetmez, Polonya, Çekoslovakya gibi
kızıl zulmün yumruğu altında ezilmeksizin kendi kendine yeten bağımsızlığını
sürdürür.
Katedralde 1830-1852 yılları arasında aynı mimar tarafından
yapılmış. Haç planlı yapı daha önceden aynı yerde olan, İsveç Kraliçesi adına
yapılan kilisenin üzerine yapılmış. Ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1917
yılına dek Nikolas Kilisesi olarak anılmış ama bu tarihten itibaren Fin Luteran
Kilisesi'ne bağlanmış.
İçi oldukça sade. Bir iki basit yağlı boya resim. Beyaz bir
kubbe. Girişin hemen üzerinde bir orga ait hava kanalları. Protestan
kiliselerinin insanı pek vurmayan basitliği burada da karşımıza çıkıyor.
İçeride fazla kalmıyoruz.
Kalkıp balık pazarına gitmek için sahile ilerliyoruz. Buraya
“kauppatori” denilmekte. İlk dükkanı uzak doğulular işletiyor ve pas geçiyoruz.
Bir yanında, sevimli kızların işlettiği dükkana dalıyoruz. Üç kişinin her
birine yarım somon, haddi hesabı olmayan pilav ve salata, hamsi ve kızarmış
kalamardan oluşan menüyü bitirebilmek başlı başına bir macera. Kızlar güler
yüzle, sakınmadan tepeleme doldurduar tabaklarımızı. Mete bizden takılıyor.
İçecekler dahil toplamda 55 euro harcıyoruz ama çılgınca yiyoruz.
Ayrıca örme çorap ve hırkalarda var tezgahlarda ama
fiyatlarını sormayın. Ben sordum, duyması pek iyi olmuyor. J
Tuvaletini kullanmak için yolun karşısındaki belediye
binasına geçtik oğlumla. Bayanlar alışveriş aşkıyla tezgahlar arasında. Binanın
giriş katında bir sergi var ama beni aşıyor modern sanat. Alt kattaki tuvalet
ise dev ekranlı televizyonu, müzik yayını ve morg benzeri temizlik ve evyeleri
ile beni dumura uğrattı.
İnince ana kalabalığı izliyorum. Sağda sanırım eskiden kalan
ailelere ait evler var. Günümüzde sanatçı tarzı insanlar yer almakta
kapılarının önünde. Kilisenin kulesinde ise bir fener var. Kilise Ruslar
tarafından yapıldığında standart, soğan kubbeli bir yapı imiş ama 1917 ‘de
Finler bağımsızlıklarını kazandığında bu Rus kültürüne ait izleri ortadan
kaldırmışlar.
Feribot sırasında sahilde karşıda uzanan şehrin panoramik
fotoğraflarını çekiyorum. Uzaklarda Olimpiyat stadının devasa, çanak şeklindeki
meşalesi görünüyor.
İçi güzel. Yeni elden geçtiği aşikar. Tek kubbesinin içi
yıldızlarla bezenmiş. Avlusundan balık pazarı gayet net görünüyor.
Bu katta oyuncak reyonu da var. Dünyanın bu en kuzeydeki
başkentinde, en pahalı şehirlerinden biri olan Helsinki'de legolar, maketler
bizden daha pahalı değil. Ama oğlumun istediği saati fiyatından, angry birds
kuşlarını ise nasıl taşıyacağımı bilemediğimden alamadım.
Şehirde göz atacağımız bir iki yer daha var. Bunlardan biri
meşhur tren istasyonu. Bunun için Helsinkinin muhteşem iki tramvay hattından
birini kullanmak yeterli oluyor. 3B ve 3T birbirinin zıt yönlerinde şehri
dolanıyorlar. Biz ilkin 3B ile tren istasyonuna dek ilerledik. Aslında pek bir
yol gittik denemez.
Tren istasyonu ülkenin her yerine ve komşu ülkelerin önemli
noktalarını ulaşmanızı sağlayacak, güzel ve bir o kadar da ilginç bir anahtar.
Önündeki meydanın yanında ana otobüs terminali de var. Güzel binalar, otobüs
bekleyen güzel kızlar derken ellerinde tefler ile yürüyen Avrupalı Budistlerden
oluşan küçük grup dinginliği bozuyor. Sonrasında fark ediyorum ki durupta bu
adamlara bakan sadece bizleriz.
Durağa gidip ilk gelen 3T ‘ye biniyoruz. Ne de olsa ücretsiz
kartlarımız var. Gerçi kimse gelipte bir şey sormadı ama soran olursa şak diye
çarparız suratına J
Balık pazarının oradan mezarlık alanına ilerliyor. Güzel
binalar, neşeli çocuklar, yürürken sürekli ama içtenlikle gülümseyen gençler.
Huzur ve refahın insanlara etkisi bu şekilde yansıyor olmalı. Ardından büyük
bir çember çizdiğimizi fark ettirecek şekilde ta Olimpiyat stadına dek
ulaşıyoruz. Yolun ortasında on, onbeş dakika kadar duruyoruz. Turist otobüsü
kullanmak yerine bu araçla şehri iki kere turlamak bence kafi .
Güverteye çıkıyorum. Şehir geceletin epeyce karanlık oluyor.
Katedraller bile aydınlatılmamış. Özellikle liman bölgesi insanı ürkütecek
kadar yalnız, sahipsiz. Hafiften atıştıran yağmuru umursamadan fotoğraf
çekiyorum. Hiçbir enteresanlığın olmadığı sakin bir yolculuk ile Tallinn ‘e
dönüp hostele yerleşiyoruz. Dönüşten aklımda kalanlar; iniş sırasında zil zurna
sarhoş olan insanlar, gece yarısını çoktan geçtiği halde bal dök yala düzeyinde
temizliği olan tuvaletler ve en izbe sokakta bile geçen yayalara yol veren tır
şoförleri oldu.
0 Yorumlar
Yorumlarınız