Takip Et

8/recent/ticker-posts

Baltık Gezisi Gün 2 - Parnu ve Tallinn

Sabah kalkıyoruz. Dinçiz. Hostelin mutfağında reçel ekmek ile bir kahvaltı yapıyoruz. Dün gece aldığımız su (1 lat) o denli lezzetsiz ki yanımıza alıp almamak konusunda kararsızız.

10 ‘da kalkacak olan Tallinn otobüsüne yetişmek için çıkıyoruz hostelden. Kalkışına on dakika kadar bir süre kalmışken de varmış oluyoruz.

Aracımız Simple Express firmasına ait bir otobüs. Kalkıştan altı ay önce bilet alırsanız  3 euro olan ilk beş koltuktan birini yakalamanız mümkün. Ben bunu gece on ikiyi geçtiği an biletleri alarak başarmıştım. Sonraki biletler ise 15 euro.

Araca binişte pasaport kontrolü yapılıyor ama bu daha çok isim kontrolü amaçlı. Pasaporta şöyle bakıp listeden adınızı bulup numaranızı söylüyorlar.

Araçlar rahat. Yol boyunca harika manzaralar eşlik ediyor bizlere. Muhteşem göller, sonsuzmuş gibi uzanan ormanlıklar. Öyle ki, zamanla bu manzara tekdüze bir hale gelmeye başlıyor ve görüntüler göz kapaklarına basınç uygulamaya koyuluyor.

İlginç olan, bu ıssız yollarda bile yol kenarlarında tek başına yürüyen yaşlı kadınlar (cadılar diyelim) ve mini etekli hatunlar (orman perileri olsun bunlarda). “Geyik çıkabilir” levhaları ormanın vahşiliğini aklımıza getiriyor, insan faktörü de var elbette. Medeniyet ve özgüven bu olmalı diye düşünüyorum. Ama hava karardıktan sonra bu yolda kendimi tek başına yürürken düşünemiyorum bir türlü.

Şoför ise bomboş yolda 80 km ‘yi aşmıyor hiç. Sadece tek bir kez bir başka aracı solladı ve o an kendimi zor zaptedebildim adamı alkışlamamak için.

Letonya'dan Estonya'ya geçiyoruz. Şoförün anonsu olmasa anlaması güç. Arada gerçek anlamda bir sınır kalmamış zaten. Sınır kapıları o kadar uzun zamandır kullanılmıyor olmalı ki yol boyunca gördüğümüz en viran yapılar.

2,5 saatlik bir yolculuktan sonra ilk durağımız Parnu ‘ya varıyoruz. Çantalarımızı buradaki emanet ofisine bırakıyoruz. (parça başı 1 euro) Hemen on metre kadar ilerisinde tuvalet var. (0,30 euro)

Parnu Estonya'nın en uzun kumsalına sahip. Bu da şehri ülkenin en önemli turizm merkezi haline getiriyor. Hatta Estonya'nın yazlık başkenti de denmekte.  Sadece sahili değil çamur banyoları da meşhur dünyaca. Ya da en azından dünyanın bu kısmı için. Tam plaja vardığınızda göreceğiniz neoklasik bina, “mudaravilla” çamur banyolarının en tanınmış olanı.

Baltıklardaki pek çok yerleşim gibi az iz bulunan karanlık çağlarda yerleşim olduğu sanılıyor. El İdrisi burada Bernu diye bir köyden bahsetmiş. Ama kaynaklara geçişi 1251 ‘de Almanlar tarafından Perona adıyla kurulmasıyla olmuş. 1263 ‘te Litvanyalılar şehri yok etmişler. (Şehir nasıl yok edilir sorusunun cevabı bir yerleşim nasıl şehir unvanı alır sorusunun yanıtında saklı. Bir yerleşim kurulduğunda, bölge piskoposluğu yada papa tarafından şehriniz şehir olarak kabul edilirse katedral yapmanıza izin verilir. –Yada yapılmış katedraliniz resmi bir katedral olarak kabul edilir- Litvanyalılar gibi şehrin katedralini yakarsanız – elbette ki pek çok binayı daha yakıp yıkmanız işin tuzu biberi olacaktır-şehri yok etmiş olursunuz. )1265 ‘te nehrin karşısına Embeke isimli başka bir yerleşim daha kurulmuş. 1600 ‘de Perona tekrar yok edilmiş ama büyüyen Embeke eski kentin Almanca adı ile anılmaya başlanmış. Pernau ismi zaman ile Parnu ‘ya dönüşmüş.  Elbette ki Hansa Birliğinin üyesi imiş bu şehirde. Özetle defalarca işgale uğramış, defalarca korsanlarca yağmalanmış, salgınlar ve kıtlıklar vurmuş. Yakılmış, yıkılmış, yok edilmiş ama. Ama halen ayakta ve halen vakur. http://www.visitparnu.ee/en/short-history

Evet, Parnu Estonya'nın tatil cenneti ama bu havada (18 derece) denize girecek bir deli var mıdır bilemiyorum. Yağdı yağacak bir havada gelmese miydik sorusunu soruyorum sessizce kendime.

Parnu'nun evleri meşhur. Cadde boyunca ilerliyoruz. Bu tip yerlerin standardında her ne varsa burada da var. Magnet denen nesneler inanılmaz pahalı. İyi bir şeyi geçtim, ortalama bir magnet bile 3 eurodan fazla. 4,20 euroya bir magnet aldık.

Estonya'nın en iyi yanı (şimdilik belki de tek iyi yanı; henüz yeni yeni keşfetmeye başladım) euro kullanılıyor olması. Aklım almıyor, Avrupa Birliği teranesinde sisteme adapte olamayacaklar bahanesiyle halen pek çok ülke kendi para birimlerini kullanmaya devam ediyor. Oysa euroya geçiş sürecinde Alman ekonomisi bile zorlanmıştı. Yunanistan'da bugün yaşananlarda da bu geçişin etkisi azımsanmayacak ölçüde. Nasıl bir birlikse herkes ayrı telden çalıyor.

Parnu'nun bulunduğu sahil buz tutmadığı için gemilere güzel bir liman olmuş her zaman. Bu ticaretin gelişmesini sağlamış. Artan ticaret tacirleri zenginleştirmiş. Zenginlere mal satan sanatkarlar buraya uğramış tıpkı muhteşem coğrafyaya gelen şairler gibi. Misalen, meşhur Faberge yumurtalarının yapımcısı Gustav Faberge Parnulu. Tıpkı Rusların meşhur şairi Samoylov ve Estonyalı şair Lydia Koadeila gibi.

Genelde tarihi binalar Uus ve Rüitli Caddesi etrafında sıralanmış. Caddeden ilerlediğinizde Kızıl Kule'ye ulaşacaksınız ki şehir surlarının kalan son burcu sanırım.

Rus Ortodoks Kilisesi, Catherine Kilisesi'ne girmeksizin dışarıdan bakınmakla yetindik ama yol üzerindeki Luteran Elizabeth Kilisesi'ne girmekte tereddüt etmedik. Dışarıdan gayet zarif, barok üsluplar taşıyan, 1740 ‘lardan kalma yapının içi oldukça sade.

Yemek için ara sokakları dolanırken bir makarnacıya denk geliyoruz. Hesaplı, besleyici ve bol acılı bir makarna ile karnımızı doyuruyoruz.

Sırada meşhur Parnu sahili var. Güzel evlerin sağlı sollu sıralandığı bulvarlardan ilerliyoruz serin havada. Turizm ofisi diye ufak bir kulübenin önünde oyalanıyoruz. Zarif evler, harika parklar arasından geçip kumsala varıyoruz. Deniz mevsimi bitmiş gibi. Baltık ülkelerinde Eylül'ün biri oldu mu okullar açılıyormuş yeter ki günlerden Pazar olmasın. Daha iki hafta var ama anlayamadım. Sahile uzanan yoldaki tüm dükkanlar kapalı. Tuvaletler rezaletin başka bir resmi.

Tam karşımda ölgün bir deniz, lacivert bir gökyüzü. Ufuk nerede, deniz ve gökyüzü nerede birbirine kavuşuyor, anlaşılmıyor bu kompozisyonda. Suyu sadece yiyecek arayan martıların yarattığı dalgacıklar pürüzlendiriyor. Harika bir yer. Elli metre kadar derinliğe uzanan kumsal enine doğru göz alabildiğine uzanıyor. İncecik, bembeyaz bir kum kaplı her yerde. Kardeşimin dediği gibi, böyle bir kumsalı sadece bir ay hakkıyla kullanmak bu insanlar için oldukça acı olmalı.

Kaderin ileride, doğru zamanda bizi buraya getirmesini dileyerek (ben ayrıca havanın yarın da böyle olmasını diliyorum diğerlerinden farklı olarak) dönüşe geçiyoruz. SEBE firmasının biraz sonra kalkacak seferine bilet alıyorum. (8,4 euro byk, 7,6 euro ççk) Gişedeki kadın nakit yerine kredi kartını tercih ettiğini söylüyor.  Gelmeden önce bu bölgelerde kredi kartının yaygın olmadığı söylenmiş, bende yanımda yüklüce miktar bir nakit almıştım. Nasıl geziyor bizim Türkler anlayabilmiş değilim.

Araçta fazla kişi yok. Tallinn ‘e kadar giden yolda da bilindik manzaralar. Ormanlar, ormanlar ve yine ormanlar… Bir iki yerde yağmur atıştırıyor. Kimi yerlerde güneş kendini gösteriyor ama çok değil kendine saklanacak bir bulut bulmakta gecikmiyor. Fakat kent girişinde ilk trafik sıkışıklığını yaşamaya başlıyoruz. Banliyölerde çok güzel binalar var. Kendi kendime, “neden bizde böyle evler yok?” diye sorduracak derecede üstelik. Bununla beraber yapılaşma kendini göstermeye başlamış. AB fonları ve gelişme, şehirlerinde buna paralel olarak ihtiyaca göre genişletilmesini gerektiriyor ister istemez. 

İlginç ama tuğla binalardan geçip otobüs terminaline varıyoruz. Haritadan baktığım, tahmin ettiğim yere pek benzemiyor ama  kenarda oturan kızcağız gönlümü ferahlatan bir cevap veriyor.

Tramvaya varıyoruz. Beş durak sonra, kalacağımız Fat Margret ‘e götürecek araç. Elinde pizza kutuları ile bekleyen bir kıza aracı teyit ettiriyor ve nereden bilet alacağımı soruyorum. Kız, “ne bileti” dermişcesine suratıma bakıyor boş boş. Çekinerek, bir görevli geldiğinde ne yapacağımı düşünerek araca biniyoruz. İlk kez bilet almadan, bir bakıma kaçak olarak yolculuk yapıyorum. (1 euro byk; 0,5 euro ççk)

Tramvay yolunu çevreleyen güzel binaları, büyük alışveriş merkezlerini aşıp durağa geliyoruz. Hostel ileride görülüyor. Solumuzda ise şehir surları ve en büyük burç olan Fat Margret yer almakta.

İki ayrı odaya yerleşiyoruz. Eski bir bina birkaç genç kız tarafından işletiliyor. Bina dökülse de lokasyon olarak harika bir yerde. Fiyat olarak iyi ama işletmecilik olarak neredeyse sıfır. Süper mini etek giymeye gösterdikleri özenin çok azını binanın bir iki noktasına gösterseler, az biraz emek harcasalar bina ihya olurdu.

Parnu'da denize giremediğimizden Tallinn için fazladan vaktimiz var. Söylemeyi unuttum ama Tallinn ‘e güneşli, sıcak denilebilecek bir havada girdik. Yarın ne olur bilinmez diyerek şehre dalıyoruz.

Şehir 1154 ‘te El İdrisi ‘nin haritasında Qlwn ismi ile kendine yer bulmuş. Bu ismin Kalwvan, Kolyvan gibi isimlerle bağlantısından söz edilmekte. Bunların orjinalinde Estonyalıların efsanevi kahramanı Kalev yatmakta. 13. yy ‘a kadar yerel yazışmalarda Lindanisa olarak adlandırılmış. Linda ise Kalev ‘in karısı bu arada. Fakat Türkçe ile de akraba olan eski Estonca'da ise isim kökeninin lidna olabileceği ve bunun da kale anlamına geldiği söylenmekte.

Fakat Tallinn bizde eskiden Reval olarak anılırdı. Bu isim Almancadan alınma. Tallinn ise Kalekent gibi bir anlama geliyor.

İlk kale Toompea Tepesi'nde 1050 ‘de kurulmuş. (Toompea Almanca Domberg yani Katedral Tepesi ‘nden türemiş). Rusya ve İsveç arasında, ticari açıdan önemli bir nokta da olduğu için gelişmiş. Töton şövalyeleri ve Danimarkalılar tarafından sıklıkla yoklanmışlar. Yağma değil elbette dine davet amaçlı imiş bunlar hep. J

1285 ‘te Hansa Birliği'ne dahil edilmiş. Almanlar askeri bir garnizon haline dönüştürüp altmış altı burçlu bir sur inşa etmişler. Defalarca şehir el değiştirmiş İsveçliler, Litvanyalılar ve Ruslar arasında. Acılar yaşanmış ve işgaller de… Ama yaşam devam etmeyi başarmış bir şekilde.

Günümüze dönüyoruz. Derinlemesine gezmeyeceğiz. Onun zamanı daha gelmedi. Günümüzde Denizcilik Müzesi olarak kullanılan Fat Margret ‘in sağındaki sur kapısından içeri dalıyoruz. Bu müze gibi pek çok müze eğer Tallinncard ‘ınız varsa ücretsiz gezilebilmekte. http://www.tourism.tallinn.ee/eng/fpage/tallinncard

Yol boyunca, her iki tarafta da çok güzel binalar var. Bu binaların bir kısmı hostel olmuş bir kısmı ise hediyelik eşya satan dükkanlar. Bu dükkanlarda genelde bizim kehribar dediğimiz, yörenin en meşhur ürünü olan amber ağırlıklı nesneler satılmakta. Kehribar fosilleşmiş, taşlaşmış çam reçinesi diye tanımlanabilir kısaca. Sarımsı, saydam bir taş. Bazan içlerinde böcek, bitki vb kalıntıları bulunabiliyor. Fakat dükkanlarda içinde böcek olan o kadar çok taş satılıyor ki bunu nasıl yapıyorlar bir başka muamma daha.

Yol üzerinde iyi bir mekan bulup bir şeyler atıştırıyoruz. Mekanlar beklediğim kadar pahalı değil. Servis hızları azımsanmayacak derecede yavaş burada da. Bununla beraber şehir turist dolu. Genelde Almanlardan oluşan yaşlı gruplar gezindiği için pekte bu durumu dert etmiyorlar. Her geçen saniye azalan zamanlarını en keyifli şekilde harcamanın derdindeler sadece.

Tallinn'de de insanlar çok uzun boylu. Eşimden bile uzun bir kaç kadına denk geldim. Rigalılardan daha uzunlar gibi geliyor bana bu şehrin insanları. Moda ise gene süper miniler…

Neyse ki ölümlülerden çok ölümsüz varlıklar daha çok ilgimi çeker gezilerde. Hemen şehrin meydanına geçiyoruz. İşte eski kent topu topu bu kadarcık bir yer ancak.  Şehir Binasının tepesinde yerlilerin Vana Toomas dedikleri “Yaşlı Tomas” görülüyor. Efsanevi savaşçı, şehrin koruyucusu bu rüzgar günü 1944 yılındaki bombardımanında vurulmuş hatta. Efsaneye göre şehrin asilleri her yıl okla bir papağını vurmaya çalışırlarmış. Yapılan yarışmada hiç biri başarılı olamayınca gururlu ama fakir bir genç olan Toomas şansını dener ve başarılı olur. Asiller kendisinden nefret eder ama Toomas yüreklidir de. İyi bir savaşçı olur ve aynı zamanda halkın da kahramanı. Öyle ki aradan yüzyıllar geçse de insanlar onu unutmaz ve rüzgar gülüne onun adını verirler.

Kehribarcıların birinin kapısında kocaman, kızıl saçlı bir bebek koymuşlar. Baba, oğul epeyce ilgimizi çekti bu. Nedense adını “Rimi” koyduk.(Rimi burada oldukça yaygın bir süpermarket zinciri) Bol bol fotoğraf çektirdik. Gelen geçen onca kişi ya böyle bir fotoğraf çektiriyoruz diye takdir ederek mi baktı bize yoksa bizi manyak olarak gördüler de ondan mı? Anlayamadım, takılmadım da pek.

Neyse, biz yol üzerindeki Rimi ‘ye girip bir şeyler aldık. Kardeşim ise tekrar şehre dalıp gezmeye devam etti. Burada marketlerden alışveriş yapmak epeyce hesaplı oluyor. Problem ise gene sodasız, gazsız suyu bulabilmekte. (Neyse ki Orta Avrupadaki kadar bir çeşitlilik yok) Ayrıca hangi süt ne, onu anlayamadım bir türlü. Süt kutularındaki yüzdeler yağ oranı mı? En ufak bir İngilizce açıklama dahi yok. Baltıklarda bizim kaşıkla yediğimiz meyveli yoğurtları içiyorlar. Ama meyveli yoğurtlar çeşit çeşit. Bu arada yoğurdu biz icat etmiştik, değil mi?

Süpermarket panolarının altında yada yanında hangi saatler arasında açık olduklarını yazıyorlar. Bunu sevdim.

Hostele döndük. Kardeşim döndüğünde gözlemlerini paylaştı.

Yorum Gönder

0 Yorumlar