Sabah kalkıyoruz. Dinçiz. Hostelin mutfağında reçel ekmek
ile bir kahvaltı yapıyoruz. Dün gece aldığımız su (1 lat) o denli lezzetsiz ki
yanımıza alıp almamak konusunda kararsızız.
10 ‘da kalkacak olan Tallinn otobüsüne yetişmek için
çıkıyoruz hostelden. Kalkışına on dakika kadar bir süre kalmışken de varmış
oluyoruz.
Aracımız Simple Express firmasına ait bir otobüs. Kalkıştan
altı ay önce bilet alırsanız 3 euro olan
ilk beş koltuktan birini yakalamanız mümkün. Ben bunu gece on ikiyi geçtiği an
biletleri alarak başarmıştım. Sonraki biletler ise 15 euro.
Araca binişte pasaport kontrolü yapılıyor ama bu daha çok
isim kontrolü amaçlı. Pasaporta şöyle bakıp listeden adınızı bulup numaranızı
söylüyorlar.
Araçlar rahat. Yol boyunca harika manzaralar eşlik ediyor
bizlere. Muhteşem göller, sonsuzmuş gibi uzanan ormanlıklar. Öyle ki, zamanla
bu manzara tekdüze bir hale gelmeye başlıyor ve görüntüler göz kapaklarına
basınç uygulamaya koyuluyor.
İlginç olan, bu ıssız yollarda bile yol kenarlarında tek
başına yürüyen yaşlı kadınlar (cadılar diyelim) ve mini etekli hatunlar (orman
perileri olsun bunlarda). “Geyik çıkabilir” levhaları ormanın vahşiliğini
aklımıza getiriyor, insan faktörü de var elbette. Medeniyet ve özgüven bu
olmalı diye düşünüyorum. Ama hava karardıktan sonra bu yolda kendimi tek başına
yürürken düşünemiyorum bir türlü.
Şoför ise bomboş yolda 80 km ‘yi aşmıyor hiç. Sadece tek bir
kez bir başka aracı solladı ve o an kendimi zor zaptedebildim adamı
alkışlamamak için.
Letonya'dan Estonya'ya geçiyoruz. Şoförün anonsu olmasa anlaması güç.
Arada gerçek anlamda bir sınır kalmamış zaten. Sınır kapıları o kadar uzun
zamandır kullanılmıyor olmalı ki yol boyunca gördüğümüz en viran yapılar.
2,5 saatlik bir yolculuktan sonra ilk durağımız Parnu ‘ya
varıyoruz. Çantalarımızı buradaki emanet ofisine bırakıyoruz. (parça başı 1
euro) Hemen on metre kadar ilerisinde tuvalet var. (0,30 euro)
Parnu Estonya'nın en uzun kumsalına sahip. Bu da şehri ülkenin en
önemli turizm merkezi haline getiriyor. Hatta Estonya'nın yazlık başkenti de
denmekte. Sadece sahili değil çamur
banyoları da meşhur dünyaca. Ya da en azından dünyanın bu kısmı için. Tam plaja
vardığınızda göreceğiniz neoklasik bina, “mudaravilla” çamur banyolarının en
tanınmış olanı.
Baltıklardaki pek çok yerleşim gibi az iz bulunan karanlık çağlarda
yerleşim olduğu sanılıyor. El İdrisi burada Bernu diye bir köyden bahsetmiş.
Ama kaynaklara geçişi 1251 ‘de Almanlar tarafından Perona adıyla kurulmasıyla
olmuş. 1263 ‘te Litvanyalılar şehri yok etmişler. (Şehir nasıl yok edilir
sorusunun cevabı bir yerleşim nasıl şehir unvanı alır sorusunun yanıtında
saklı. Bir yerleşim kurulduğunda, bölge piskoposluğu yada papa tarafından
şehriniz şehir olarak kabul edilirse katedral yapmanıza izin verilir. –Yada
yapılmış katedraliniz resmi bir katedral olarak kabul edilir- Litvanyalılar
gibi şehrin katedralini yakarsanız – elbette ki pek çok binayı daha yakıp
yıkmanız işin tuzu biberi olacaktır-şehri yok etmiş olursunuz. )1265 ‘te nehrin
karşısına Embeke isimli başka bir yerleşim daha kurulmuş. 1600 ‘de Perona tekrar
yok edilmiş ama büyüyen Embeke eski kentin Almanca adı ile anılmaya başlanmış.
Pernau ismi zaman ile Parnu ‘ya dönüşmüş.
Elbette ki Hansa Birliğinin üyesi imiş bu
şehirde. Özetle defalarca işgale uğramış, defalarca korsanlarca yağmalanmış,
salgınlar ve kıtlıklar vurmuş. Yakılmış, yıkılmış, yok edilmiş ama. Ama halen
ayakta ve halen vakur. http://www.visitparnu.ee/en/short-history
Evet, Parnu Estonya'nın tatil cenneti ama bu havada (18
derece) denize girecek bir deli var mıdır bilemiyorum. Yağdı yağacak bir havada
gelmese miydik sorusunu soruyorum sessizce kendime.
Parnu'nun evleri meşhur. Cadde boyunca ilerliyoruz. Bu tip
yerlerin standardında her ne varsa burada da var. Magnet denen nesneler
inanılmaz pahalı. İyi bir şeyi geçtim, ortalama bir magnet bile 3 eurodan
fazla. 4,20 euroya bir magnet aldık.
Estonya'nın en iyi yanı (şimdilik belki de tek iyi yanı; henüz yeni
yeni keşfetmeye başladım) euro kullanılıyor olması. Aklım almıyor, Avrupa
Birliği teranesinde sisteme adapte olamayacaklar bahanesiyle halen pek çok ülke
kendi para birimlerini kullanmaya devam ediyor. Oysa euroya geçiş sürecinde
Alman ekonomisi bile zorlanmıştı. Yunanistan'da bugün yaşananlarda da bu geçişin
etkisi azımsanmayacak ölçüde. Nasıl bir birlikse herkes ayrı telden çalıyor.
Parnu'nun bulunduğu sahil buz tutmadığı için gemilere güzel
bir liman olmuş her zaman. Bu ticaretin gelişmesini sağlamış. Artan ticaret
tacirleri zenginleştirmiş. Zenginlere mal satan sanatkarlar buraya uğramış
tıpkı muhteşem coğrafyaya gelen şairler gibi. Misalen, meşhur Faberge
yumurtalarının yapımcısı Gustav Faberge Parnulu. Tıpkı Rusların meşhur şairi
Samoylov ve Estonyalı şair Lydia Koadeila gibi.
Genelde tarihi
binalar Uus ve Rüitli Caddesi etrafında sıralanmış. Caddeden ilerlediğinizde
Kızıl Kule'ye ulaşacaksınız ki şehir surlarının kalan son burcu sanırım.
Rus Ortodoks Kilisesi, Catherine Kilisesi'ne girmeksizin
dışarıdan bakınmakla yetindik ama yol üzerindeki Luteran Elizabeth Kilisesi'ne
girmekte tereddüt etmedik. Dışarıdan gayet zarif, barok üsluplar taşıyan, 1740
‘lardan kalma yapının içi oldukça sade.
Yemek için ara sokakları dolanırken bir makarnacıya denk
geliyoruz. Hesaplı, besleyici ve bol acılı bir makarna ile karnımızı
doyuruyoruz.
Sırada meşhur Parnu sahili var. Güzel evlerin sağlı sollu sıralandığı
bulvarlardan ilerliyoruz serin havada. Turizm ofisi diye ufak bir kulübenin
önünde oyalanıyoruz. Zarif evler, harika parklar arasından geçip kumsala
varıyoruz. Deniz mevsimi bitmiş gibi. Baltık ülkelerinde Eylül'ün biri oldu mu
okullar açılıyormuş yeter ki günlerden Pazar olmasın. Daha iki hafta var ama
anlayamadım. Sahile uzanan yoldaki tüm dükkanlar kapalı. Tuvaletler rezaletin
başka bir resmi.
Tam karşımda ölgün bir deniz, lacivert bir gökyüzü. Ufuk
nerede, deniz ve gökyüzü nerede birbirine kavuşuyor, anlaşılmıyor bu
kompozisyonda. Suyu sadece yiyecek arayan martıların yarattığı dalgacıklar
pürüzlendiriyor. Harika bir yer. Elli metre kadar derinliğe uzanan kumsal enine
doğru göz alabildiğine uzanıyor. İncecik, bembeyaz bir kum kaplı her yerde.
Kardeşimin dediği gibi, böyle bir kumsalı sadece bir ay hakkıyla kullanmak bu
insanlar için oldukça acı olmalı.
Kaderin ileride, doğru zamanda bizi buraya getirmesini
dileyerek (ben ayrıca havanın yarın da böyle olmasını diliyorum diğerlerinden
farklı olarak) dönüşe geçiyoruz. SEBE firmasının biraz sonra kalkacak seferine
bilet alıyorum. (8,4 euro byk, 7,6 euro ççk) Gişedeki kadın nakit yerine kredi
kartını tercih ettiğini söylüyor.
Gelmeden önce bu bölgelerde kredi kartının yaygın olmadığı söylenmiş,
bende yanımda yüklüce miktar bir nakit almıştım. Nasıl geziyor bizim Türkler
anlayabilmiş değilim.
Araçta fazla kişi yok. Tallinn ‘e kadar giden yolda da
bilindik manzaralar. Ormanlar, ormanlar ve yine ormanlar… Bir iki yerde yağmur
atıştırıyor. Kimi yerlerde güneş kendini gösteriyor ama çok değil kendine
saklanacak bir bulut bulmakta gecikmiyor. Fakat kent girişinde ilk trafik
sıkışıklığını yaşamaya başlıyoruz. Banliyölerde çok güzel binalar var. Kendi
kendime, “neden bizde böyle evler yok?” diye sorduracak derecede üstelik.
Bununla beraber yapılaşma kendini göstermeye başlamış. AB fonları ve gelişme,
şehirlerinde buna paralel olarak ihtiyaca göre genişletilmesini gerektiriyor
ister istemez.
İlginç ama tuğla binalardan geçip otobüs terminaline
varıyoruz. Haritadan baktığım, tahmin ettiğim yere pek benzemiyor ama kenarda oturan kızcağız gönlümü ferahlatan
bir cevap veriyor.
Tramvaya varıyoruz. Beş durak sonra, kalacağımız Fat Margret
‘e götürecek araç. Elinde pizza kutuları ile bekleyen bir kıza aracı teyit
ettiriyor ve nereden bilet alacağımı soruyorum. Kız, “ne bileti” dermişcesine
suratıma bakıyor boş boş. Çekinerek, bir görevli geldiğinde ne yapacağımı
düşünerek araca biniyoruz. İlk kez bilet almadan, bir bakıma kaçak olarak
yolculuk yapıyorum. (1 euro byk; 0,5 euro ççk)
Tramvay yolunu çevreleyen güzel binaları, büyük alışveriş
merkezlerini aşıp durağa geliyoruz. Hostel ileride görülüyor. Solumuzda ise
şehir surları ve en büyük burç olan Fat Margret yer almakta.
İki ayrı odaya yerleşiyoruz. Eski bir bina birkaç genç kız
tarafından işletiliyor. Bina dökülse de lokasyon olarak harika bir yerde. Fiyat
olarak iyi ama işletmecilik olarak neredeyse sıfır. Süper mini etek giymeye
gösterdikleri özenin çok azını binanın bir iki noktasına gösterseler, az biraz
emek harcasalar bina ihya olurdu.
Parnu'da denize giremediğimizden Tallinn için fazladan
vaktimiz var. Söylemeyi unuttum ama Tallinn ‘e güneşli, sıcak denilebilecek bir
havada girdik. Yarın ne olur bilinmez diyerek şehre dalıyoruz.
Şehir 1154 ‘te El İdrisi ‘nin haritasında Qlwn ismi ile kendine yer
bulmuş. Bu ismin Kalwvan, Kolyvan gibi isimlerle bağlantısından söz edilmekte.
Bunların orjinalinde Estonyalıların efsanevi kahramanı Kalev yatmakta. 13. yy
‘a kadar yerel yazışmalarda Lindanisa olarak adlandırılmış. Linda ise Kalev ‘in
karısı bu arada. Fakat Türkçe ile de akraba olan eski Estonca'da ise isim
kökeninin
lidna olabileceği ve bunun
da kale anlamına geldiği söylenmekte.
Fakat Tallinn bizde eskiden Reval olarak anılırdı. Bu isim
Almancadan alınma. Tallinn ise Kalekent gibi bir anlama geliyor.
İlk kale Toompea Tepesi'nde 1050 ‘de kurulmuş. (Toompea Almanca
Domberg yani Katedral Tepesi ‘nden türemiş). Rusya ve İsveç arasında, ticari
açıdan önemli bir nokta da olduğu için gelişmiş. Töton şövalyeleri ve
Danimarkalılar tarafından sıklıkla yoklanmışlar. Yağma değil elbette dine davet
amaçlı imiş bunlar hep. J
1285 ‘te Hansa Birliği'ne dahil edilmiş. Almanlar askeri bir garnizon
haline dönüştürüp altmış altı burçlu bir sur inşa etmişler. Defalarca şehir el
değiştirmiş İsveçliler, Litvanyalılar ve Ruslar arasında. Acılar yaşanmış ve
işgaller de… Ama yaşam devam etmeyi başarmış bir şekilde.
Günümüze dönüyoruz. Derinlemesine gezmeyeceğiz. Onun zamanı
daha gelmedi. Günümüzde Denizcilik Müzesi olarak kullanılan Fat Margret ‘in
sağındaki sur kapısından içeri dalıyoruz. Bu müze gibi pek çok müze eğer
Tallinncard ‘ınız varsa ücretsiz gezilebilmekte. http://www.tourism.tallinn.ee/eng/fpage/tallinncard
Yol boyunca, her iki tarafta da çok güzel binalar var. Bu binaların
bir kısmı hostel olmuş bir kısmı ise hediyelik eşya satan dükkanlar. Bu
dükkanlarda genelde bizim kehribar dediğimiz, yörenin en meşhur ürünü olan
amber ağırlıklı nesneler satılmakta. Kehribar fosilleşmiş, taşlaşmış çam
reçinesi diye tanımlanabilir kısaca. Sarımsı, saydam bir taş. Bazan içlerinde
böcek, bitki vb kalıntıları bulunabiliyor. Fakat dükkanlarda içinde böcek olan
o kadar çok taş satılıyor ki bunu nasıl yapıyorlar bir başka muamma daha.
Yol üzerinde iyi bir mekan bulup bir şeyler atıştırıyoruz.
Mekanlar beklediğim kadar pahalı değil. Servis hızları azımsanmayacak derecede
yavaş burada da. Bununla beraber şehir turist dolu. Genelde Almanlardan oluşan
yaşlı gruplar gezindiği için pekte bu durumu dert etmiyorlar. Her geçen saniye
azalan zamanlarını en keyifli şekilde harcamanın derdindeler sadece.
Tallinn'de de insanlar çok uzun boylu. Eşimden bile uzun
bir kaç kadına denk geldim. Rigalılardan daha uzunlar gibi geliyor bana bu
şehrin insanları. Moda ise gene süper miniler…
Neyse ki ölümlülerden çok ölümsüz varlıklar daha çok ilgimi
çeker gezilerde. Hemen şehrin meydanına geçiyoruz. İşte eski kent topu topu bu
kadarcık bir yer ancak. Şehir Binasının
tepesinde yerlilerin Vana Toomas dedikleri “Yaşlı Tomas” görülüyor. Efsanevi
savaşçı, şehrin koruyucusu bu rüzgar günü 1944 yılındaki bombardımanında
vurulmuş hatta. Efsaneye göre şehrin asilleri her yıl okla bir papağını vurmaya
çalışırlarmış. Yapılan yarışmada hiç biri başarılı olamayınca gururlu ama fakir
bir genç olan Toomas şansını dener ve başarılı olur. Asiller kendisinden nefret
eder ama Toomas yüreklidir de. İyi bir savaşçı olur ve aynı zamanda halkın da
kahramanı. Öyle ki aradan yüzyıllar geçse de insanlar onu unutmaz ve rüzgar
gülüne onun adını verirler.
Kehribarcıların birinin kapısında kocaman, kızıl saçlı bir
bebek koymuşlar. Baba, oğul epeyce ilgimizi çekti bu. Nedense adını “Rimi”
koyduk.(Rimi burada oldukça yaygın bir süpermarket zinciri) Bol bol fotoğraf
çektirdik. Gelen geçen onca kişi ya böyle bir fotoğraf çektiriyoruz diye takdir
ederek mi baktı bize yoksa bizi manyak olarak gördüler de ondan mı?
Anlayamadım, takılmadım da pek.
Neyse, biz yol üzerindeki Rimi ‘ye girip bir şeyler aldık. Kardeşim
ise tekrar şehre dalıp gezmeye devam etti. Burada marketlerden alışveriş yapmak
epeyce hesaplı oluyor. Problem ise gene sodasız, gazsız suyu bulabilmekte.
(Neyse ki Orta Avrupadaki kadar bir çeşitlilik yok) Ayrıca hangi süt ne, onu
anlayamadım bir türlü. Süt kutularındaki yüzdeler yağ oranı mı? En ufak bir
İngilizce açıklama dahi yok. Baltıklarda bizim kaşıkla yediğimiz meyveli
yoğurtları içiyorlar. Ama meyveli yoğurtlar çeşit çeşit. Bu arada yoğurdu biz
icat etmiştik, değil mi?
Süpermarket panolarının altında yada yanında hangi saatler
arasında açık olduklarını yazıyorlar. Bunu sevdim.
Hostele döndük. Kardeşim döndüğünde gözlemlerini paylaştı.
0 Yorumlar
Yorumlarınız