Sabah neşeli bir şekilde kalkıp vakit öldürüyoruz. Yapacak
bir şey yok zaten.
Çanta ağır değil. Air Baltic ‘in bagaj sınırı 20 kg. Bu sınıra erişebilmek için bile bir 20 euro ‘yu gözden çıkarmanız gerekmekte. Fazlası da ödenecek artı bir meblağ demek. Gitmeden çantayı tekrar tekrar ölçüyoruz. 19 kg. nin biraz altında.
Yola çıkıyoruz. Komşularla kapı önünde biraz çene çaldıktan
sonra şansımıza denk gelen 10B ‘ye atlayarak metrobüsün ilk durağına dek
gidiyoruz. İyi başladık gibi. Bakalım nasıl gidecek?
Evdeki hesap çarşıya uymadı. Plana göre bir tanıdık vasıtası
ile şu banka lounge’ larından birine sızıp tıka basa bir şeyler yiyecektik.
Nafile… Orada bulunan mekanların birinden hızlıca üç sandviç ve iki küçük su alarak
üzerimde iyice ağırlaşmış olan 48 TL ‘yi bırakıp uçağa koşturuyoruz. Bu kısmı
hızlı geçiyorum. Bu kazığın acısı uzun süre kalacak her halde.
Uçaktan bahsedeyim. Dokuz ay önceden aldığım için biletler
gayet hesaplı olmuştu. Fazla kalabalık olmaz, kim binip kim uçuyordur dediğim
uçakta ancak üç, dört yer boş. Tek tük sarı kafa beklentimi karşılıyor. Onun
dışında yetmiş iki milletten zevat koltuklara kurulmuş.
Harika bir kalkış. Hostesler hemen bir şeyler satabilmek
için dolanmaya başladılar bile. Şaşırtıcı derecede de bunda başarılı oluyorlar.
Air Baltic ‘ta akla gelen her şey ücrete dahil ama fiyatlar insanı yıpratacak
düzeyde değil.
Uçuş sırasında pilot adına baş hostes (kabin amiri deniyor
artık) konuşuyor bu firmada. 35 derecede bir şehirden havalanmıştık ve 18
derecede, yağışlı bir ortama iniş yapacağımızı öğreniyoruz. Turbülanslar için
de uyarmayı ihmal etmiyor. Hayırlı olsun.
Birkaç kez hoplayıp zıplıyor, bir müddet taşlık bir yolda
ilerlercesine uçuyoruz. Bunlar iyi anlarmış meğer. İniş sırasında epey
yalpalıyoruz. Yapacak bir şey yok, idare edeceğiz.
Uydurma bir araç ile havalimanın ana yapısına giriş
yapıyoruz. Havaş ‘a ait çok sayıda aracı görünce afallıyorum. Bir anlam
veremeden giriş işlemlerini yaptırmak için yolumuza devam ediyoruz. Meğer
neredeyse tüm uçak aktarmacıymış. Transfer gişeleri doldu taştı. Bizse ailecek
in cin top oynayan giriş gişelerine geçtik.
Kardeşim bir gün öncesinden Riga ‘ya inmişti ve bizi
olabilecekler konusunda uyarıp beni sakin olmaya davet etmişti. Saçma sapan
sorular sormuşlar girişte. Onunla beraber giriş yapan bir İngilize de AB üyesi
bir ülkenin vatandaşı olmasına rağmen benzeri bir tepkiyi verdikleri için
uzatmamış, benden de polemiğe girmememi istiyor.
Artık Riga'dayız. Eşim valizleri beklerken bende oğlumla
beraber para bozdurma, harita bulma işlerinin derdine düşüyoruz. Tek kelime
İngilizce bilmeyen görevliyle yaptığımız tarzanca görüşmenin ardından
gösterdiği yönde ilerleyerek salondan çıktığımızda aslında bekleme salonuna bir
daha dönmemek üzere çıktığımızı anlıyoruz.
Dışarıda epeyce bir kalabalık var. Neredeyse herkes,
ellerinde çiçekler ile beklemede. Neyse biz hemen üst kata çıkıyoruz. Ucuz
otobüs biletlerini sorduğum görevli kız motor gibi bir İngilizce ile beni
yanıtlıyor. Anlamak ne mümkün. Oradan çağrışımlar yaparak ve bir de harita
kaparak ayrılıyorum. Görevli kızın, “paranı burada bozma, kur burada çok
düşüktür” cümlesini anlamam ise algıda seçiciliğin en güzel örnekleri arasında
gösterilebilir.
Kur burada gerçekten de oldukça düşük. Nette gördüğüm
oranlarla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Bu ülkede sanki sadece kadınlar
çalışıyormuş gibi bir düşünceye kapılıyorum. Döviz büfesindeki buzdolabı
kılıklı hatun bir merhabadan sonra kendini toparladı ama verdiğim 20 euro
karşılığında sadece 12,40 Lat verdi bana gülümseyerek. Bu ülkenin para birimi
olan Lat, eurodan bile daha değerli. Bu da elimin yapacağım harcamalarda ne
denli titreyeceğini fısıldıyor kulağıma.
Eşimin yanına gideceğiz de en kısa yol İstanbul ‘a uçup
tekrar Riga ‘ya gelmek olacak sanırım. Neyse ki Türk olmanın en iyi yanı panik
durumlarında pratik çözümler üretebilmemiz. Dışarıya çıkıp bekleme salonunun
camlarını yumruklamaya başlıyorum. Dikkat çekmek için cam önünde hoplayıp
zıplıyorum defalarca. Başka bir ülkede olsa çoktan alıp götürürlerdi beni;
(Londra'da salt esmer diye polis havalimanında Brezilyalı bir genci vurup
öldürmüştü) burada bir tepki yok. Aksine eşimi uyarıyorlar. Anladığım kadarıyla
Riga havaalanının güvenilirliği büyük ölçüde Allah‘ın himayesine bırakılmış
derin bir tevekkülle.
Çıkıyoruz, çaprazdaki Narvesen ‘den (yani büfemsi,
bakkalımsı mekandan) 0,50 Lat’a birer bilet alıp bizi şehre götürecek olan 22
nolu otobüsü bekliyoruz. Aynı bileti sürücüden alırsanız ücret 0,70 Lat. Ama
bilet almadan aracı kullanıp seyahat edenleri tespit eden bir mekanizma da
tespit edemedim doğrusu. Ayrıca 461 numaralı minibüslerde 1 euroya aynı yolu
taşıyorlar.
Riga. Baltıkların en büyük kenti, Letonların ülkesinin başkenti. Letonları sonra anlatacağım. Daha doğru düzgün
tanışmadık kendileriyle. Şehir Daugava Nehri'nin yanına kurulmuş. Hatta rivayete
göre nehrin kol yapıp döndüğü yerde olduğundan eski dillerinde dönüş anlamına
gelen “Ringa” kelimesinden almış adını.
Her neyse, burası aslında Livonya olarak anılmakta. Livler
uzaktan bizlerle akraba bir topluluk. 2.yy da burayı Duna Urbs olarak
kurmuşlar. Nehir ağzına yakın bir yerde olduğu için bu küçük balıkçı kasabası kuzeyden
İstanbul'a dek uzanan Viking ticaret yolunun önemli noktalarından birisi olmuş
özellikle kürk ve amber ticareti ile. Sonrasında
12.yy da Almanlar burada bir ticari ofis kurarlar ve hemen ardından da burada
yaşayan paganları hristiyanlaştırmaya çalışmaya koyulurlar. Yeni dini paganlara
anlatıp kavratmak, kafalarına sokmak zaman aldığından onun yerine süreci
hızlandırmak için Haçlı seferleri düzenlerler Töton şövalyelerini kullanarak. Başlangıçta
iyi direnen yerliler gelen güçler karşısında direnemeyerek yeni dini benimsemek
zorunda kalırlar. En azından yaşayanlar…
Şehir 1282 ‘de Hansa Birliğine dahil olur. Artık Novgorod
ile Almanya arasındaki rotada da önemli bir merkez olmuştur. Geçen yüzyıllarda
politik ve ticari olarak Alman etkisi vardır ama şehri yönetenler bazan
İsveçliler, çoğunlukla da Ruslar olur. Ruslar 18. yy ‘ın sonlarında bu
bölgeleri Ruslaştırma çalışmalarına başlayınca direnişte başlar.
Dünya Savaşları da pek kötü sonuçlar ortaya koyar. Her ne
kadar ilkinin sonunda Letonyalılar bağımsız olsa da ikincisinde sürekli el
değiştirip sonrasında yine, bu kez yeni bir yüze sahip eski bir düşmanın,
Sovyetler'in eline düşer. Ta ki yılmayıp cesurca komşuları ile beraber 1991 ‘de
resmen bağımsızlıklarını ilan edene dek.
Sonunda, şehrin yaşam kaynağı olan Daugava Nehri'ni,
taş köprüyü aşarak geçiyoruz. Buradan iki durak sonra ise yörenin büyük
marketler zincirlerinden biri olan Stockmann ‘ın önünde araçtan iniyoruz.
Bundan dolayı Sinan ‘ın bizi Belgradda karşılaması gibi
kardeşimin Stockmann önünde bizi bekliyor olması beni derinden mutlu etti.
Kardeşim bizden br gün önce, THY ile Rigaya varıp ve bu zaman zarfında Jurmala
‘yı aradan çıkarmış bile. Sonrasında da Riga ‘nın eski kenti ile bu civardaki
ne kadar alışveriş merkezi varsa hepsini turlamış. Bitmek tükenmek bilmez bir
enerji. Hosteli de beğenmiş.
Kalacağımız yer Central Hostel. Araştırma yaparken ucuzluğu
ile dikkatimi çekmiş, sonrasında ise şehrin en iyi hostellerinden birisi olduğunu
görmüştüm. Vize işleri ve kardeşimin belirsiz programı nedeniyle defalarca
yazıştık. Gerçekten profesyonelce yardımcı oldular.
Başka bir ilginçlik ise kim sarışın kim değil çözememem
oldu. Platin saçların dipleri kara kara ama boya desem değil, aynı şey 5,6
yaşındaki çocuklarda da söz konusu. Anlayamadım…
Giyim ise işin bomba kısmı. Ben üşürken kısa etekler, çılgın
göğüs dekolteleri, mini şortlar ile geziyor kızlar. Göğüs dekoltesi dediğime
bakmayın az biraz açığı göğüs oluyor J
Ama kimi zaman da sanki ortalık buz kesmiş, tipi varmış gibi kürkler, deri ceketler
ile dolanan tipler var ki. Bu da muammanın bir başka türlüsü bu coğrafyada…
Tuvalet ortak ama temiz. Çantaları bırakıp şehre ilk
seferimizi yapıyoruz artık.
Yemek için seçenek çok. Yıllar önce Viyana'da gördüğüm Mc
Cafe kavramı buralarda da mevcut. Mc Cafelerde tatlı bir şeyler
alabiliyorsunuz. Domuz etinden bizim gibi sakınıyor ve hesaplı bir şekilde
geziyorsanız McDonald’s kaçırılmaz bir seçenek demek.
Ayrıca gene hesaplı yemek yemek, kahve vb içmek isterseniz
yada sadece güzel vakit geçirmekse amacınız önerebileceğim bir başka yer ise
neredeyse adım başı denk geleceğiniz “double coffee”ler. Gerçekten tavsiye
ederim. Ama servis hızları o denli yavaş ki… Bu kısmı sipariş verdiğinizde
göreceksiniz zaten J
Yanınızda çocuk varsa onları oyalamak için boyanacak bir A3 ve renkli kalemler
veriyorlar ama büyükleri düşünen yok. Zaten beklerken hayıflanıyor yada gelecek
yemeği hayal ederek vakit geçiriyorsunuz. Daha ne…
Şöyle bir tur atıp hostele dönüyoruz. Gerçek gezi yarın
başlayacak.
0 Yorumlar
Yorumlarınız