Yeni bir gün. Sabah çıkıyoruz. Kardeşim kalıp son turlarını
atıp İstanbul'a dönecek. Biz ise güneye olan seyahatimizin ilk basamağı olan
Vilnius ‘a geçeceğiz.
Araç şehrin biraz dışındaki bir otelde yolcu bırakıp şehre
doğru ilerliyor. Diğer komşularına göre biraz daha pejmürde, karışık ve kaotik
bir kente girdik sanırım. Nehrin çevresindeki zarif binaları geride bırakıpta
otobüs terminaline ulaşmak için daldığımız ara sokaklarda bundan daha da emin
oluyorum artık. Yapacak bir şey yok.
İlk iş karnımızı doyuracağız. Fiyatlar uygun ama ya
açlığımızdan yada oğlumun dediği gibi menülerin biraz küçüklüğünden olsa gerek
çabucak bitiriyoruz önümüzdekileri. Etrafımız kuşlarla dolu. Küçük serçeler
barışçı saydığımız güvercinlerce sepetleniyor sıklıkla. Güvercinlerden biri
masamızın üstüne kadar çıkıp meydan okurcasına dolanıyor. Huzursuz olmuyor
değilim. Attığım bir iki kırıntı güvercinlerinde birbirlerine girmesine neden
oluyor.
İlerliyoruz. Yolun sonunda, dış cepheleri dökük, bir art
neuveau bina bizim otelimizmiş. Florence Butik Hostel ilk görünüşte biraz
vasatın da altında. Canım sıkılıyor. Tren yolunun dibindeyiz neredeyse. Ama
binaya girince fikrim değişiyor. Saray yavrusu gibi bir iç mekan ile
karşılaşıyoruz. İtirazım yok. Ödediğim en yüksek otel ücreti burası içindi ve
Vilnius gibi bir kente fazla diyordum rezervasyonu yaparken.
Kısa bir dinlenmenin ardından keşfe çıkıyoruz. Öteki cadde bizi iki, üç katlı binaların
arasından şehre götürüyor. Bir şehir kapısı, bir abbara görünümlü, üzeri süslü
işlemeleri olan girişi geçtiğimizde artık Vilnius ‘un tarihi kısmına varmış
oluyoruz.
Yolun karşısına geçip yörenin en ünlü hediyelik eşyası olan
amberler için dükkanlara girip çıkıyoruz. Riga ve Tallinn ‘den sonra süper ucuz
bir yerdeymişiz gibi geliyor. Ama dükkan dükkan dolaşınca farklılıklarda
hissedilmeye başlanıyor. İki bomba sarışının işlettiği dükkanda fiyatlar ortalamanın
%50 kadar üstünde. Demin gezdiğimiz kilisenin yanı başındaki , girmeye
üşendiğimiz, bembeyaz Rus Ortodoks kilisesine (Tanrının Annesinin bilmem bir şeyi
Kilisesi) uzanan yolun başındaki dükkan ise çok daha ucuz ve seçenek açısından
daha tatminkar. Kilise tarihi değil. 1903 yapımı.
Eski belediye binasının önündeki meydanda
soluklanıyoruz. Beyaz belediye binası
hoş, yorulan insanlar merdivenlerinde oturup gezinen yaşlı Alman turistleri
izliyorlar. Meydanın etrafı gene artık alışılageldiği üzere zevkli yapılarla
sarılı.
Alman gruplarından birinin peşine takılıyoruz. Başta
düşmanca bakıyorlar ama en arkadaki koltuk değnekli adama yardım edip tüm yolu
kapadınız geçemiyorum diye an kötü aksanlı Almanca cümleyi kurunca
değişiveriyorlar. Meğer yemek yemek için ara sokaklara dalmışlar. Gene de gerek
okları gerekse elimdeki haritayı izleyerek sokaklara girip çıkıyoruz.
Söylediğim gibi akla gelen her Hristiyan tarikatının kendine ait bir kilisesi,
hatta mantığıma tamamen ters gelse de katedrali bile var. Girdiğimiz hemen
hemen tüm kiliselerde ayinlere denk geliyoruz. Oğlum ne söylendiğini soruyor
ama cevap veremediğim için hayal kırıklığına uğruyor. İstanbul ‘un standart
ayinlerinden farklı. Evanjelist Lutheran Kilisesi ve Aziz Nicholas Kilisesi de
uğradığımız duraklardan. Hepsinde de ayin var. İlk kilise 1555 yılında yapılmış
ama beriki epey bir tarihi. 1320 ‘de yapılmış ve şehrin günümüze ulaşabilen en
eski kilisesi. İçi güzel ama bir o kadar da kasvetli. Gece içinde kalmayacağım
mekanlardan.
İlgimi çeken, hoşuma giden bir detay var pek çok binada.
Zaten kendi başlarına zarif görünümlere sahip bu binaların pek çoğunun
pencerelerinden, balkonlarından renkli çiçekler dışarı taşmış, rüzgarla
üşengeççe salınıp duruyorlar.
Ana baba günü gibi bir kalabalığın
olduğu katedral meydanından, kime ait olduğunu sezemediğim ama Gediminas ‘a ait
olduğunu tahmin ettiğim bir heykeli geride bırakarak şehrin en cafcaflı caddesi
olan Gedimino Caddesi'ne dalıyoruz.
Sağlı sollu Jurgenstil yapıların arasından, üzeri süslemeli yolda ilerliyoruz. Arkamda her bir adımımızda küçülen çan kulesi ve giriş kapısının üzerindeki üç figürüyle Vilnius Katedrali. Dükkanlara girip girip çıkıyoruz. İçten bir merhaba sımsıcak gülümsemelerle cevaplanıyor bu ülkede. Kafelerden birinde bir şeyler içmek için duruyoruz burada. Baba oğul devasa iki bardakta gelen kırmızı ama lezzetsiz meyve çayını içiyoruz. Amaç sıvı almak, kayıpları gidermek. Eşim için ise seçim elbetteki kahve ve bu bir yaşam biçimi. Tam kardeşime göre bir şehir.
Tuvalete giriyorum. Kapıda kocaman bir afiş. “Gerçek erkek aşkı satın almaz” yazıyor. Bu ülkede fahişelik yasak. Dindar bir ülke. Ama hepsinden önemlisi, bir kadını fahişeliğe iten, onun satımını yapan insandan kabaca kaçacak ama kan alıyorlar eğer yazanlar doğruysa.
Baltıkların bu en hesaplı başkentinde ilk ödememi yapıyorum. Elbette ki kredi kartı ile tahsilat yapıyorlar ben gık demeden. Caddede ilerlemeye devam ediyoruz arada alışveriş merkezlerine, dükkanlara girerek. İçten, sımsıcak bir kent. Soykırım Müzesi'ni geçip sağdaki parkta oğlanın hoplayıp zıplayışını seyrediyoruz. İstanbul'un sarışını Mete Vilnius ‘un esmerlerinden.
Sağa saptık. Şehre adını veren Vilna
Nehri değil bu, Neris Nehrini aşıyoruz. Geçtiğimiz köprü Zaliasis Köprüsü.
“Yeşil Köprü” olarak da biliniyor. Orijinali 1500’lü yılların ortalarında
yapılmış ama günümüzde üzerinden geçtiğimiz yüz metreyi aşan bu modern yapıt
1952 yılında kullanıma açılmış. Köprünün
girişinde ve çıkışında heykeller var. Köprünün üzerinden bakıldığında güney
kıyısında zarif binalar, kuzey kıyısında ise ağaçlıklı bir yürüyüş yolu ve
arkasında da modern üsluptaki apartmanlar seçiliyor.
Köprüyü aşıyoruz. Köprünün kuzeybatısında Aziz Rafael Kilisesi
var. Alman etkisi olan, barok kiliselerden. Hakkında bir bilgi bulamadım. İki
kuleli, Slovenya'daki kiliseleri andıran bir yapı. İçine girmek yerine doğuya
dönüp yürüyüş yolunda ilerliyoruz.
"Kralım bu gördüğün rüya iyiye alamet. Bu rüyayı gördüğün yere git ve oraya yüz kurt kadar aşılmaz güçlü bir kale yaptır. İleride orası bütün dünyada dillere destan aşılmaz, güçlü bir kent olacak"
Bunu duyan Gediminas 'da o rüyayı gördüğü
tepenin üzerine bugün hala Litvanya'nın sembollerinden biri olan kaleyi
yaptırır.
Ne yapalım derken gelmişken kaleye
çıkalım diyoruz. Funikuler ile 8 lita vererek (byk 3,ççk 2 lita/iniş çıkış)
kısa süre çıkıyoruz. Kale zamanından büyük bir kompleksmiş. Burası şehrin ilk
kurulduğu nokta aynı zamanda. Litvanya güçlü iken, Polonyalılar ile beraber bu
coğrafyaya hükmederken bize karşı olan her savaşa asker göndermişler. 13.yy da
yapılan kale 1419 ‘da bugünkü halini almış. Ama… Ama Rus işgalinde fazla bir
direnişi olmamış. Ruslar burayı neredeyse dümdüz etmişler. 30’lu yıllarda
restorasyondan geçmiş olduğu söylense de girişteki kraliyet ahırları gibi
alanlar tamir edilmiş gibi görünüyor. Kalenin üzerinde, yani Gedimino Tepesi'nde
ise (Tepe dediğime bakmayın topu topu 48 m yüksekliğinde) sadece Gedimino Kulesi
onarılmış. İçine girecekken bir İngiliz turist beni durduruyor. Yanlardan
göreceğimden farklı bir manzaranın olmadığını ve kulenin pis koktuğunu
söylüyor. Aklı başında, orta yaşı aşmış bir adam olduğu için sözüne güvenip yan
tarafa uzanıyorum. Oğlum ise kendini yerçekimine ve eğimin yönetimine bırakmış
yemyeşil çimenlerde yuvarlıyor.
Sol tarafta Üç Haçlar Tepesi var.
Biraz daha yüksekçe bir tepe. Paganizm döneminde işkence gören yedi Fransisken
rahibin anısına inşa edilmiş kar beyazı iç içe üç haç var burada. Kimi söylence
rahiplerin işkence sonrasında nehre atıldığından bahsetmekte.
Epeyce bir zaman harcıyoruz burada. Yanda duran kızlara “Uzupis'te görecek bir şey var mı?” diye soruyorum. “Yok” şeklinde cevap veriyorlar. Geldiğimiz şekilde aşağıya inip şehre adını veren Vilna Nehrini solumuza alıp ilerliyoruz. Nehir demek aslında biraz abartı olacak. En azından burada Vilna bir dere ancak. Büyükçe bir parkı aşıyoruz. Üç Haç Tepesi ve tepedeki haçlar trafik lambalarının orada oldukça net bir şekilde seçilmekte.
Uzupis yolunda, solda Aziz Anne
Kilisesi'ne denk geliyoruz. Açık ara ile şehrin en harika yapısı burası.
Kiremitten inşa edilmiş, gotik bir yapı. 14 yy da var olan ahşap kilisenin
yerine 1495-1500 arasında Bohemyalı Benedikt Rejt ‘e yaptırılmış. Bu kişi Prag Kalesi'nde de epey emeği olan bir mimar. Yapımında 33 farklı tipte kiremit
kullanılmış.
İçinde pek bir numarası yok. Ama
kapısının önü dilenci doluydu ki bu insanların kılıkları ve inildemeleri oğlumu
derinden etkiledi. Hemen arkasında Assisili Fransis Kilisesi adından başka bir
kilise daha var.
Uzupis Cumhuriyeti'nin sınırlarına girdik. 1 nisan 1998 ‘de bir avuç tatlıkaçık tarafından şehrin bu entel, dantel bölgesinde bir devlet kurulmuş. Anayasası, bayrağı her şeyi ile bir devlet ama sadece kendi kendilerini tanıyorlar. Anayasalarının maddelerini listeleyeceğim. Böylelikle kaale alma kısmının sorumluluğunu size atıp ben gördüklerimden bahsedeceğim.
2.Herkesin sıcak suya, kışın ısınmaya ve başını sokacak bir yere sahip olmaya
hakkı vardır.
3. Herkesin ölmeye hakkı vardır; fakat bu bir zorunluluk değildir.
4. Herkesin hata yapma hakkı vardır.
5. Herkesin bireysellik hakkı vardır.
6. Herkesin sevmeye hakkı vardır.
7. Herkesin sevilmemeye hakkı vardır; fakat bu zorunlu değildir.
8. Herkesin bilinen veya ünlü biri olmama hakkı vardır.
9. Herkes aylaklık yapma hakkına sahiptir.
10. Herkes bir kediyi sevme ve ona bakma hakkına sahiptir.
11. Herkesin bir diğerinin ölümüne kadar bir köpeğe bakma hakkı vardır.
12. Bir köpeğin köpek olmaya hakkı vardır.
13. Kedi sahibini sevmek zorunda değildir, ancak zor zamanlarda sahibine yardım
etmelidir.
14. İnsan bazen görevlerinin farkında olmama hakkına sahiptir.
15. Herkesin tereddütte olma hakkı vardır; fakat bu o kişinin görevi değildir.
16. Herkesin mutlu olmaya hakkı vardır.
17. Herkesin mutsuz olmaya hakkı vardır.
18. Herkes sessiz kalma hakkına sahiptir.
19. Herkes bir şeye inanma hakkına sahiptir.
20. Kimsenin şiddete başvurma hakkı yoktur.
21. Herkesin kendi acizliğinin ve muhteşemliğinin farkına varma hakkı vardır.
22. Herkes sonsuzluğa karşı gelme hakkı vardır.
23. Herkes anlama hakkına sahiptir.
24. Herkes hiçbir şey anlamama hakkına sahiptir.
25. Herkesin birden fazla milliyete tabi olma hakkı vardır.
26. Herkesin kendi doğum gününü kutlama ya da kutlamama hakkı vardır.
27. Herkes kendi adını hatırlamalıdır.
28. Herkes sahip olduklarını paylaşabilir.
29. Kimse sahip olmadığını paylaşamaz.
30. Herkesin erkek-kız kardeşi ve anne-babası olmasına hakkı vardır.
31. Herkes bağımsız olma yetisine sahiptir.
32. Herkes kendi özgürlüğünden sorumludur.
33. Herkesin ağlamaya hakkı vardır.
34. Herkesin yanlış anlaşılmaya hakkı vardır.
35. Kimsenin başka birisini suçlu göstermeye hakkı yoktur.
36. Herkesin kendine özel olma hakkı vardır.
37. Herkes hiçbir hakka sahip olmama hakkına sahiptir.
38. Herkesin korkusuz olmaya hakkı vardır.
39. Yenilme.
40. Kavgaya karşılık verme.
41. Teslim olma.
Güzel taşlı bir yoldan ilerleyerek merkeze vardık. Merkezde,
gerçekten de tamda ortada Uzupis Meleği denilen bir heykel yer almakta. Yukarıya
kadar çıkan yol sağlı sollu basit bir görünüme sahip kah bakımlı kah bakımsız art
neuveau apartmanlar ile çevrili.
Sokağa girdik. Bir sağ ve sonrasında bir sol. Şehrin ana
caddesindeyiz gene. Magnetçiler ve türlü hediyelik eşya satan tipin açtığı
tezgahları turluyoruz bir süre. Akşam yemeği için çıkmak yerine dinlenmenin
derdindeyiz. Gene Rimi imdadımıza yetişiyor. Girip bir ton yiyecek bir şeyler
alıyoruz. Sandviçler üzerlerinde sadece kendi dillerinde yazan ambalajları ile
pek yardımcı olmuyorlar ama dediğim gibi insanlar burada yardım için
yırtınıyorlar.”Müslümanız, domuz eti olmayanları gösterin” dediğimde, ilk
sorduğum kadın İngilizce bilen birini arıyor. Bulduğu kız ise hem istediğimiz
ayrımı yapıyor ve kafamdan kısa sürede çıkan en önemli bilgiyi vermenin
derdiyle domuz eti olan sandviçlerde ne yazdığını anlatmaya çalışıyor.
Rimi ‘den aldıklarımızı yerken bu ülkenin tüm insanlarının
mı yardımsever olduğunu yoksa biz de insanlara yardım ettiğimiz için mi Allah‘ın bu tip insanları karşımıza çıkardığını tartışıyoruz bir müddet.
0 Yorumlar
Yorumlarınız