Gözümü açtığımda uçarcasına bir hızla yol aldığımızı, her
nasıl olduysa okuyabildiğim yazılardan ise halen Polonya'da olduğumuzu
anlıyorum. Artık uyumak mümkün değil ama bizim tayfa uyuyor.
Sabah dokuza doğru güzel Vilnius'tayız. Saat ondaki otobüs ile de Riga ‘ya ilerliyoruz. Artık yolumuzun sonuna adım adım yaklaşıyoruz. Yol üzerinde muhteşem bir yerde bir iki dakika duruyoruz. Sadece deklanşöre basmak bana istediğim yarışı kazanmama yetecek ama basiretim bağlanıyor. Masmavi gökyüzü, ufukta yeşil çam ağaçları ve kar beyazı, pamuğumsu bulutların arasından sızan güneş ışıklarının kızarttığı ekin sapları… Sağa sola lalettayn bırakılmış yuvarlak saman balyaları. Makinamı çıkarmıyorum. Eğer bu fotoğrafı çekipte yaşadığım sorunu yaşasaydım daha çok kahrolurdum.
Riga garından eski kente doğru ilerliyoruz. Son gün diye
güzel görünümlü bir yerde, tam merkezde bir yer tutmuştum. İçi fena değil.
Biraz kesif bir koku var.
Kırk dereceyi zorlayan Krakow'dan yirmi derecenin
aşağısındaki Riga'ya gelmek farklı hisler uyandırıyor. Son noktamız olan Jurmala
‘ya ulaşmak için minibüslerden birini atlıyoruz. İnsanlar epeyce yardımcı
oluyor. Yolda minibüsün şoförü kendisini yarışa zorlayan Passatlı kadını
kırmıyor ve yol ayrımına kadar şuursuzca kapışıyorlar. Demek ki minibüs şoförü
her yerde aynı oluyormuş.
Jurmala çok uzun bir kumsal. O nedenle pek çok yerleşim var.
Bizi Dzintari de indiriyorlar. Doğruca en hareketli mekan olan Jomas Caddesi'ne
akıyoruz. Jurmala da tıpkı Parnu gibi güzel ve özgün evlere sahip. Buradaki su
üstünde giden balonlara Mete'yi bindiriyoruz. Bir fermuardan içeri giriliyor,
balonun içine hava veriyorlar ve dünyanın en pis suyunun üstünde balonun içinde
hoplayıp zıplayıp dengede durmanızı izliyorlar. İlginç bir deneyim.
Sahile iniyoruz. Gerçekten de uçsuz bucaksız muhteşem bir
kumsal. Kim bilir yazın nasıldır? (Ağustos ayının son haftasında olmamıza
rağmen buralarda yaz bitti. Hava 16 derece) Ama Allah gene yüzümüze bakıyor ve
çeşitli Baltık ülkelerinden gelen eski model arabaların geçişine tanık
oluyoruz. Hava hafiften atıştırsa da en yenisi yetmişlerin başını bile
görememiş ve bize zamanla sempatik görünmeye başlamış türlü modelde araçlar,
motosikletler ve minibüsler.
Majori – Dzintari arasında aykalça yürüyoruz. Yapacak bir
şey yok. Onca yolun yorgunluğunun yanı sıra sıcaktan soğuğa geçiş yıprattı
bizleri epeyce. Gene de bu son rotamızı da başarabilmenin huzuru içindeyiz. Son
günümüzde kasabadaki Özbek Lokantasına giriyoruz. İlkin epeyce şu katılmış bir
çorba geliyor. Bir tür sebze çorbası. İçimiz ısınıyor. Sonrasında Özbek pilavı
yiyoruz eşimle. Oğlum da bir şeyler yiyor ama nereden duyup aklında kaldıysa
istediği şaşlıktan yiyecek hali kalmıyor. Unutmadan, baş aşçı Özbek Pilavı'nı
kendi sunmakta. Tüm fotoğraflar gitti. Garson çocuğa baş aşçılarının Özbek
olmadığını söylüyorum ama itiraz edip Taşkent'ten geldiğini söylüyor. Ama sonra
haklı olduğumu oradaki Kırım Tatarları'ndan olduğunu ekleyiveriyor.
Biraz daha turlayıp gene geldiğimiz gibi bir başka minibüsle
şehre dönüp orada da bir tur daha atıyoruz. Riga da oldukça güzel bir kent.
0 Yorumlar
Yorumlarınız